Nihat Genç’in kişiliğinde ve kitaplarında Trabzon

featured

Salim Çonoğlu yazdı…

ÖZET

Mekân insanların ürünü olduğu kadar insanlar da mekânın ürünüdür aslında. Kültürel bir varlık olarak insanı değerlendiren sosyal bilimciler, mekânın kültür ve insan üzerindeki izlerini araştırmakta önemli sonuçlara vardılar, İnsanın doğup büyüdüğü yerin onun bütün hayalında etkili olduğu, bu sonuçların en önemlisidir. Nostalji, daussıla, yeniden yaratma gibi farklı derecelerde karşımıza çıkan mekânın sanatsal eserlere de kaynaklık etmesi doğaldır. Buradan hareketle bu makalede de, Trabzon ‘da doğan ve ilk gençlik   yıllarını burada geçiren Nihal Genç’in eserlerinde ve kişiliğinde mekânın  izlerini incelenmeye çalışılacaktır. Yazarın eserlerinde Trabzon ve Karadeniz, doğasıyla, tarihiyle ve bütün yaşama biçimiyle kendisini göstermektedir.

İncelemenin sonucunda yazarın, bu mekânlar aracılığıyla bir taraftan geçmişi ve bugünü anlamlandırken, diğer taraftan da içinde yaşadığı toplumun sesini ve yaratıcı gücünü bugüne taşıyarak, gelecekteki yaradışları için gerekli olan malzemeyi oradan toparladığı ortaya konulmaya çalışılacaktır.  

GİRİŞ SILASI YİTMEMİŞ GURBET

insanla mekân arasında -her ikisinin de varoluşu ifade etmesi bağlamında- bir ilişki olduğu bilinmektedir. Doğduğumuz, hayatımızı geçirdiğimiz şehirlerle/mekânlar hayatın içeıisinde bütün tecrübelerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi olgunlaştırır ve bizi hayatın karşısında dirençli bir hale getirir. Belki de bu anlamlı ilişkiden dolayı, insanlar önce şehirleri kurarlar ve daha sonra ruhlarım, kurdukları ve artık içinde yaşayacakları bu şehirlere ve mekânlara üflerler. İnsanların yaşadıkları şehirle/mekânla aralarında kurduğu yakınlığın en önemli sebeplerinden birisi de budur: ‘Bu yüzden hayatımızın her evresinde mekânın bir anlamda zamanlaşarak ruhumuza üflediği devamlılık vardır. Diğer taraftan, orijinalin ve sonsuz yenilenenin ne olduğu mekânların hafızasında canlı olarak durmaktadır.” ı Bu bağlamda içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandıran genelde şehirlerin ve özelde mekânların sadece ahşap veya taş binalardan meydana geldiğini düşünmek doğru değildir. İçinde yaşadığımız, soluk alıp verdiğimiz mekânlar, bizi koruma ve kollama görevlerinin yanı sıra aynı zamanda kültürel ve toplumsal anlamda tüm kazanımlarımıza bir barınak ve sığınak olma görevi de üstlenirler. Bu mekânlar, üzerinde yaşadığımız toprakların tarihine bizden önce tanıklık etmiş ve bu tanıklığı bizden sonra da sürdürmeye devam edecek, yalnızca anılarımızın değil, unuttuklarımızın da içinde barındığı birer hafıza mekânlarıdır.

Mekân insanların ürünü olduğu kadar insanlar da mekânın ürünüdür aslında. Kültürel bir varlık olarak insanı değerlendiren sosyal bilimciler, mekânın kültür ve insan üzerindeki izlerini araştırmakta önemli sonuçlara vardılar. İnsanın doğup büyüdüğü yerin onun bütün hayatında etkili olduğu, bu sonuçların en önemlisidir. Nostalji, daussıla, yeniden yaratma gibi farklı derecelerde karşımıza çıkan mekânın sanatsal eserlere de kaynaklık etmesi doğaldır. Buradan hareketle bu makalede de, Trabzon’da doğan ve ilk gençlik yıllarını burada geçiren Nihat Genç’in eserlerinde ve kişiliğinde mekânın izlerini incelenmeye çalışılacaktır. Yazarın eserlerinde Trabzon ve Karadeniz, doğasıyla, tarihiyle ve bütün yaşama biçimiyle kendisini göstermektedir.

İncelemenin sonucunda yazarın, bu mekânlar aracılığıyla bir taraftan geçmişi ve bugünü anlamlandırken, diğer taraftan da içinde yaşadığı toplumun sesini ve yaratıcı gücünü bugüne taşıyarak, gelecekteki yaradışlan için gerekli olan malzemeyi oradan toparladığı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

DIŞARIDAKİ İÇERİDELİK: TRABZON ve GURBET

Gurbette olma, dışarıda garip kalmaktır. Bir anlamda içinde yaşamaya çalışılan şehirde/toplumda sürekli olarak öteki olarak boy göstermektir. Gurbette olma aynı zamanda yalnızlığı da getirir beraberinde. Ancak kimi zaman gurbet, yalnızlık duygusunu doğurduğu gibi kimi zaman da yalnızlık gurbet duygusuna zemin hazırlar. Bu bağlamda gurbet ve gurbetin besleyip çoğalttığı yalnızlık farklı farklı tezahür edebilir kişilerde: Sevdiklerinden ayrı olma, içinde yaşadığı topluma küsme, kalabalıklara tutunamama, memleketten ayrı olma vb.

Bu açıdan bakıldığında büyük şehrin insanı boğan gündelik yaşamında ve kalabalıklar içinde kendisini yalnız hisseden yazarın, varlığını sürekli içeride yani Trabzon ‘da aradığını söylemek doğru olur. Nihat Genç’in eserleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde Trabzon’dan ve Karadeniz’den ayrı geçirdiği günleri soğuk ve ürpertici olarak algıladiğını ve algılattığım söyleyebiliriz. Büyük kentin kalabalıkları ve Trabzon’un dinginliği sürekli bir tezat olarak karşısına çıkar okuyucunun. Yazar, bu tezat arasındaki gel gideriyle bir anlamda varlığını sıcağın  yani memleketin içinde arar. Sıcak Trabzon’dur. Gurbet ise her zaman soğuk, korkutucu ve ürperticidir. Elbette memleketinden uzak olmak, taşradan gelerek büyük şehrin içinde yaşamaya çalışmak, hasretli bir kişi için dayanılması güç biri durumdur. Yazar, bu durumu şöyle ifade eder:

“Bir otobüsle ilk yolculuğum, En ön sıradaydım, Ve gidiyordum. Böyleydi galiba. Yollar sana geliyor, sen yollara gidiyorsun. Düşlerin gözlerinle pencereden dışarı uçuyor. . .

Pencereden dışarı tarlalar, tarlaların üstünde tepeler, tepelerin üstünde ağaçlar, ağaçlarda çırpınan binlerce kuş. Onlar nereye gidiyor? Sanki dostlarınmış gibiler. Sanki seni, hep bizi bekliyormuş gibiler. Diyorsun ki gitsem de öpsem onları. Bir masal yazıyordum farkında olmadan, diyorsun ki gitsem de ‘öpsem oraya. Hadi şimdi de gözlerini kapatıver. Yollar içerde bir yerde devam etsin. Hindistan’a doğru mu? Bitmeyen bir sahra yolu. Yok yok. Sen Karadeniz’den başka, hiçbir yolu sevmezsin.”2

Rüzgâr isimli yazısında ise:

“Birdenbire gecekondu içinde kayboldum. Aylardır bu kentteyim. Rüzgar, yağmur yok artık. Deli, karanlık bir soğuk, uzayan ışıklar, kaçacak hiçbir yer yok. Su hareket etmiyor, evler, beton, beton, insanlar, otobüsler, kuyruklar, kaldırım, uzayan ışıklar, herkesin başı yerde, yurt odaları, bekar odaları, arabalar üst üste binmiş, çıldırası bir şey, aylardır lüzgar yok. , …Çıldıracağım, rüzgar yok. Yumurta yiyoruz, kaçacak neresi var, toprağı nerede bu memleketin. , derken de aslında bu arayışların peşinde olduğunu hissettirir. Ancak bütün bu arayışların gelip dayandığı en son nokta hiçliktir. Yazar, aradığı yakınlığı ve dost sıcaklığını mekânın hesapçı kişiliklerinin oluşturduğu şehrin mekanlârı içerisinde bulamayacaktır. Bu mekanlarda yaşayanlar penceresiz monadlara dönüşmüş ve şehirdeki her bir obje, daire, Tanpınar’ın ifadesiyle: “Birbirinin ölüsünden dirisinden habersiz küçük bir babil olmuştur.’

Yukarıdaki satırlardan da anlaşıldığı gibi gurbet sadece dışarıda olma hali değildir. Aynı zamanda, hiç hareket etmeyen nesnelerin, insanların ve arabaların, kuyrukların; deli, karanlık bir soğuktan farkı yoktur. Soğuk onu nasıl ürpertiyor ve büyük kentte yalnız olduğunu hissettiriyorsa, etrafını saran canlı cansız bütün nesneler de aynı işlevi üstlenirler. Diğer yandan bir leit motif gibi sürekli tekrar edilen lüzgâr kelimesi ve gurbette dost bir rüzgarın yokluğu da önemlidir. Çünkü rüzgâr, Karadenizde dost olduğu ve yalnızlığına otlak olduğu, Ağustos ayında ağustos sıcağını, fındık bahçelerinde tozu dumana karıştıran, yazarın hayallerindeki sıcaklığı dindiren eski rüzgar değildir. Yazar, yüzünde ürpertisini hissettiği rüzgarın tarlalardan, dağlardan ve canından çok sevdiği memleketi Karadeniz’den gelmiş olabileceğine ihtimal bile vermez:

“Bu şehre girdikten sonra, çiçekler saksıda, balıklar akvaryumda, insanlar büroda ve sen de gökdelenlerin uzaylılara benzeyen sert gövdelerinde boşuna çırpınıyorsun. Sen tabiatın sahici kokusu değil misin? Kucaklarımızdan içerilerimize, soluğumuzdan taç yapraklara, dallara uzanan, bütün asumanı dinlendiren, delirten, dirilten haşarı ve yaramaz çoçuğu değil misin? Nerede dizginlerini kopartıp parlayan atlar gibi Pazar yerine dalışın? Ebedi dostum  değilsin artık. Itır kokularının narin ve ince sarhoşluğuyla oralara çağırmıyorsun beni.”5

Bu yalnızlık ve gurbet duygusu yazarı kendi iç yolculuğuyla başbaşa bırakır. Rüzgâr aracılığıyla yapılan bu yolculukta gidilecek olan yer elbette Trabzon ‘dur: 

“Boztepedeki, Mândirekteki rüzgar! Tarihinin ve ilahi hikmetinin oradaki sırrınla artık hayallerimde övünmene hakkın yok. Eğer adına yeniden bir tarih biçeceksek, yeniden mısır tarlalarımın belini bükevekesme, yeniden bu şehirde şapka çıkartacaksa insanlar önünde, işte bu kaldırımlarda, buralarda rüzgar ol. Sen o mezar toprağını Sülüklü’den alıp, her ezan vakti üstümüze serpen, mezar soğuğunu Karşı’dan söküp her daim ruhunuza katan rüzgar değilsin! Ben plastikleşiyorum, sen meteorolojik oyuncak oluyorsun. Oynuyorlar bizimle! Dalgalarımın üstünde değil, sekiz otuz haberlerindesin. Sen yoksun. Karadenizin mart sularının derin soğukluğunu bu gurbette her zaman ardımda ve yanımda olacağını düşünerek aldanarak geldim buralara. Nerde, yatsılardan sabah ezanlarına kadar selvi ağaçlarında çıyanlar ve binbir karanlık böcekle çocukluğumun gecelerine en müthiş ürpertileri yaşattığın günler. Sen artık mayıs ayının karayemiş dallarından, uzakta geçen gemi düdüklerine kadar uzanan yolda  bütün kainatımı saiklayan o eski anne değilsin.Senin de salıncağın kayboluyor.”

Bu satırlarda geçen ve Karadenizi anlatan/hatırlatan ifadeler yaptığı iç yolculukta onun memleketine duyduğu hasreti ve özlemi besleyen/büyüten ifadelerdir. Ve yazar yaptığı bu yolcuğu sonsuza değin nihayetlendirmeyecektir:

 “Sazlıklarıma girer, binlerce ney olurmuşsun binlerce ilahinle! Ama ben Karadenizliyim! Vur yalçın dağlarıma bu gece bir kaç tokat.! Bir taşım daha düşsün! Kat önüne gezdir beni bulutlarını dağlarımda, bir mezar taşı, biraz daha  toprağına gömülsün.”7

Diğer yandan metinlerde karşımıza çıkan ve yazarın sık sık kulandığı kelimeler, içindeki gurbet duygusunun yoğunluğunu anlatmaya da yardım eder.  Akşam, gece, yalçın dağlar, ıssızlık, mezar taşları vb. Ama diğer yandan bütün bu yalnızlık ve kimsesizliğine rağmen içinde sılaya dönüşün sevinçlerini de büyüttüğünü izlemek te mümkündür. Kalabalık şehirlerde kendisini hayata bağlayan ve yaşama gücü veren en önemli sebeplerden biri de budur. Belki de bir daha ele geçmeyeceğine inandığı mutluluğu Trabzon’da aramaktadır. Bu arayış sadece ferdi bir arayış da değildir. Kimi zaman yaşadığı bu duyguları tüm Karadeniz İnsanlarına şamil edecektir. Yazara göre Trabzon, dünya coğrafyas•ında en çok hemşehri turizmi yapan şehirdir ve memleket topraklarını ziyareti, kutsal bir ayin gibi yapmayı geleneklerin en büyüğü ve en değerlisi olarak görür. Ancak yapılan bu ziyaret bir yayla şenliği, köy ya da yakınların mezar ziyareti anlamına gelmez. Çünkü Karadeniz’de yetişenlerin başka dünyaları, yabancı memleketleri sevmeleri mümkün değildir ve her fırsatta önü alınmayan bir sel gibi memleketlerine akar giderler. Trabzon, dünyanın dört bir tarafına yayılmış Trabzonlular için Yahudilerin ağlama duvarı işlevini görürü. Ne kadar uzakta olursa olsun, gelirler ve köylerine, memleketlerine bakıp ağlayarak özlem giderirler ve para kazanmak için yine geri dönerler.

Bu duyguyu birkaç cümleyle anlatmak imkansızdır. Çünkü toprağı ziyaret insanî her duygunun önüne geçer. Her şeyini geride, büyük şehirlerde bırakıp Trabzon’a koşanların tavrını sadece özlem duygusuyla açıklamak da mümkün değildir. Burada yaşamaktan kaçanlar, bir süre sonra kanı tutuşmuş bir halde, delirmiş bir sabırsızlıkla her yıl Trabzon’a dönerek toprağını koklamak ve ona dokunmak isteyecektir. Yazara göre Karadenizlileri diğer dünyalardan ayıran en önemli özellik de budur: “Karadenizli olmak demek, işte bu şiddetli toprak bağlılığı ve sevgisi ve bu tarifsiz dinvari, aşkvari toprağına tapınma.”

YENİDEN DOĞUŞUN KAYNAĞI: EVE DÖNÜŞ

İnsanların doğup büyüdüğü ve yetiştiği şehirler, onların hayatlarında ayrı bir önem taşır. Çünkü kesilen göbekler bu topraklarda gömülüdür, Daha doğrusu insanın kesilen ilk ölü’ parçası gömülüdür bu topraklarda. 8 Bu bağdan gelen kuvvet, dışarıdayken bile insana içeride olma hali sağlar. Nihat Genç’in eserlerinde sık sık karşımıza çıkan eve dönüş duygusunu da bu çerçevede değerIendirmek gerekir. Yazar, kitle kültüründen kaçarak, yaşamına anlam verecek bir yere geri dönmek ve sığınmak isteğindedir, Özellikle eserlerinde de dile getirdiği şehrin karmaşası ve şehirin insani değerleri yok eden kimi özelliklerinin vurgulanması onu Karadeniz’e ve Trabzon’a yönlendiren itici bir güçtür. Bir anlamda büyük şehirlerle Karadeniz arasındaki tezat ya da çelişki, onun varlığını memleketinde bulmasına sebep olmuştur. Yazara göre Trabzon, dünya coğrafyasında en çok hemşehıi turizmi yapan şehirdir. Karadenizliler dünyanın neresinde olursa olsun memleket ziyaretlerini kutsal bir ayin gibi yapmayı geleneklerin en büyüğü ve en değerlisi olarak görür.

Bachelard, Mekanın Poetikası adlı eserinde: Yeni evimizde aklımıza eski evimizin anılan geldiğinde, devinimsiz çocukluğun ülkesine, çok çok eski olan o

devinimsiz ülkeye gideriz. Saptamaları yaşarız, mutluluk saptamalarını. Saklanmış anıları yeniden yaşayarak kendimizi avuturuz.”9 Der. Bu düşünce bir anlamda altın bir çağa geri dönüştür. Yeni evinde huzur bulamayan insan, huzursuzluk  psikolojisiyle, içerisinde sevgiyi, saygıyı, mutlulukları saklayan çocukluk günlerine geri dönmek isteyecektir. Yazar da eserlerinde sık sık mutlu çocukluk günlerinin Trabzon’una geri dönerek avunmaya çalışacaktır:

“Daha fazla bir şey arıyor kalbim bu evde. Akşam olur, şehre duman çöker, okul dönüşü, önlüğümü çıkaıthp, annemim benim için yaptırttığı tahta masaya kitaplarımı açıp, ödevimi yapıversem, birazdan ağbilerim gelecek, yemek için sofraya otursak. Bu katıksız, dünümden kopup gelen bu güzel koku, allak bullak ediyor beni, yaklaşıyorum kapıya, içeride annem hala patates kızartıyor! İnsan10 yaşlandıkça, çocukluğu başka bir yatak, başka bir kucak gibi açılıyor önünde!” 

Veya: “Şu, bütün hayata kuvvet veren. Tüm ormanı kucaklayan, şu arkası karanlık ağaçların yanına, usulca girebilsem« Şu zırva dünyadan kurtulup, karanlıklara gömülü köyün ardındaki ormanların içine.. Kuşlar geliyor, “o dünyanın en güzel ağbisi, işte bak okuttu seni, öğretti sana, soylu bir mesleğin oldu, sakın ağlama” Başka bir serinliği var ağaçların, çiğ damlaları başka, kurumuy kuş tüyleri başka, yabancısı olmadığım bir yer. Geniş bir düzlük saklıyor içinde.”

 Bir bayram arifesinde de, parasızlıktan babasının mezarına bile gidemeyişinin duyduğu üzüntüyle Trabzon’u hatırlayacaktır:”Ertesi gün bayram. Şimdi Trabzon Kisama’da yemyeşil çimenler, karayemişler, uzun incecik bir yağmur.

 Yazarın bu hatırlayışları bir anlamda modem hayatın yarattığı bir takım sıkıntılardan, geçmişe ait şeylerin hatırlanmasıyla, mekanların kazanılmış şeyleri koruyan ve bunları sürekli kılan özelliğine de geri dönmeye vesiledir.

TRABZON’UN ve KARADENİZ’İN KELİMEDE KALAN HAYALİ

Nihat Genç’in eserlerinde kimi zaman geride kalan kimi zaman da hatıralarda yaşatılmaya çalışılan Trabzon ve Karadeniz, dönüş izlekleri olarak tabir edilen bir takım kavram ve kelimelerle yeniden halde tasarlanır. Bu temel izlekler, Korkmaz’ın ifadesiyle, sistematik bir şekilde tahrip edilen bellek mekanlarının kaos öncesi ve sonrası ‘düzen/huzur/kozmos’ durumuna gönderme yapan unsurlardır.13 Bir bayram afifesinde babasının mezarını senelerdir ve parasızlık yüzünden ziyaret edemediğini söyleyen yazar, içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan Trabzon ‘u düşünerek kurtulmaya çalışacaktır:

“Sekiz-on yıl babamın mezarına hiç gidemedim, parasızlık. Ertesi gün arefe. Neye baksam babama, toprağıma vefasızlığın utancından yüzüm 

 Ertesi gün bayram. Şimdi Trabzon’da Kisama’da yemyeşil çimenler, karayemişler, uzun incecik bir yağmur. 

Bu satırlarda geçen “yemyeşil çimenler”, “uzun incecik bir yağmur”, “karayemiş” yazara memleketini hatırlatan değerlerin başında gelir. Bif anlamda bu kelimeler aracılığıyla, uzak geçmiş, bir İmgenin parlamasıyla, yankılanmalarla titreşmekte ve bu yankılanmaların hangi derinliklerde yansıyacağı, nerede sönece-  ği hiç kestirilememektedir.

Nicolai Hattman, bir insan için dayanılması en güç ıstırabın, değersizleşmiş ve büyüsü bozulmuş bir ortamda yaşamak olduğunu söyler. 15 

Böyle ortamlarda kişi geçmişe ait bir takım kavramları zihninde canlı tutarak, kişinin benliğinin parçalarım yeniden birleştirmeye imkan verir. Nihat Genç’te kimi yazılarında değersizleşmiş ve kendisine sıkıntı veren ortamlarda, Karadeniz’e ait bir takım kelime ve kavramları zihninde canlandırarak bu parçalanmışlığın önünü kesmek ister:

 “Şimdi fındıklıkların içi pamuk gibidir. Kemençenim telleri geriliyor, Haziran bitmek üzere. Üşüyorum. İşte Zigana’dan buz taşıyor kamyonlar 

Yalan söylemeden büyümeyi başarabilecek miyim? İnsanlar çoğaldıkça, kalabalıklara, kitaplar, düşünceler, olaylar karmaşıklaşınca ne yapacağım? Bir bunu biliyorum şimdilik, benden başka herkes yalan söylüyor 

Oysa henüz, düşlerimde Boztepe’den limana kanat çızpıyor, köprülerin üstünden uçup, dalgalarla yanşıyordum. 

Diğer taraftan yazarın eserlerini değerlendirirken, özellikle Trabzon’u ve Karadenİz’İ yansıtan bir takım kelimeler üzerinde de durmak gerekir. Bu kelimeler yazara kaynağını memleketinden alan zengin bir imge dünyasının kapılarını da  aralarlar, Karadeniz, Boztepe, Karayemiş, Yemyeşil çimenler, mısır tarlaları, fındik bahçeleri, Ganita, Sümela yazar için çocukluğunu geçirdiği şehrin zihninde kalan görünümleridir ve hafızasında her daim canlıdır.

SONSUZLUĞA AÇILAN PENCERE: DOĞA:

Doğa, özellikle edebiyatta ve sanatta insanoğlunun düşünce ve duygularını dillen  dirmesinde, farklı olaylar karşısındaki ruh durumunu ifade etmesinde önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Diğer taraftan doğanın güzelliği, sonsuzluğu, doğayı meydana getiren unsurlar insanoğlu için sürekli bir merak konusu olmuştur. Bütün bunların dışında insanoğlu, doğayı, dinginliği ve asudeliğiyle, gündelik hayatın dertlerinden ve sıkıntılarından kurtaracak bir kucak ve sığınak olarak da algılamıştır. Bu bağlamda insanoğlu için doğanın koruyucu ve kollayıcı bir gücünün olduğundan söz etmek mümkündür. Doğa bir arınma aracıdır. İçinde yaşadığı dünyaya saf ve masum olarak gelen insanoğlu, akıp giden hayat içerisinde kendisini kirlenmiş olarak hissettiğinde doğaya dönecek ve orada bütün kötülüklerden ve kirlerden arınmaya çalışacaktir. Çünkü doğa, onun dünyaya ilk geldiğinde sahip olduğu masumluk ve saflık gibi kavramları henüz kaybetmemiştir. Böylece, “dağlan, sulan, lüzgarıyla başlangıçta dış dünyaya açılan doğanın kapıları, insan ruhuna hitap etmesiyle doğaya döner. Diğer yandan, Bachelard’ın ifadesiyle: “kırlara açılan kapılar bize, dünyaya sırtı dönük bir özgürlük sunar gıbıdır. 

Bu anlamda Nihat Genç’in eserlerinde genelde Karadeniz’in, özelde Trabzon’un tabiat ve tabiat varlıklarının geniş bir yer tuttuğu görülür. Hikayelerinde, yazılarında, ferdi ya da toplumsal hangi konuyu ele alırsa alsın mutlaka tabiata göndermelerde bulunur.

Yazarın düşüncesine göre bu şehir kadar hayal kumlan bir başka toprak parçaşı yoktur. Zaten bu şehirde veya coğrafyada yaşayan insanların bu yüksek enerjiyle hayal kurmaktan başka çareleri de yoktur. Ama bunu sonsuz bollukta yaparlar. Bu yüzden kabına sığmaz bir enerji hayal kurmayla birleşince, Trabzon’un çocuklan en uzak ülkelere, en uzak adalara kaçıp gidetler.

 Bu şehirde henüz keşfedilmemiş başka şeyler de vardır. Bunlardan ilki ken dine aşırı güvendir. Bilim, sanat, yönetici hangi alanda olursa olsun coşkuyla kendini kaybetmiş kimi görürseniz o insanın mutlaka Trabzon’lu olduğunu söyler Nihat Genç. Bir başka özelliği “huzur”dan ne anladıklarıdır. Dünyalılar için huzur sakinlik, dinginlik, sabır ve bekleyiştir. Ama Trabzonlu için huzur “coşku”yla eş  anlamlıdır. Delilendikçe, kafaları karıştıkça, kendilerini kaybettikçe “huzur” buhırlar:

‘ ‘Bu yüzden horon demek, yüzleri kıpkızıl oluncaya kadar oynamak, tepinmek demektir. Horon, bitmeyen bir ayin gibidir. Etleri / kasları iyice kızdırıldıktan sonra bedenlerinden harlı alevler çıkmadıkça oyunu bitirmezler. Bu şehrin yetiştirdiği bilim adamları, din adamları, yazarlar, sanatçılar bu yüzden ‘normal’ değildir, sakin, oturmuş, dingin hiç olamazlar. Bilimi de dini de sanatı da çıldırmışçasına yaparlar. Her şeyi kudurmuşcasına yapan bir iştah,

 O denli hızlı konuşur o denli hızlı düşünürler ki, sizin bir ömürde sarfettiğiniz cümleleri, onlar, bir günde, hatta, öğle vaktine varmadan dünyayı konuşup, bitirirler, Yani, rüzgarın en çok estiği, yağmunın en çok yağdığı, toprağın en çok kaydığı bu şehirde büyüyen çocuklar, bedenlerine toprağın kattığı zalim bir enerji yüzünden dünyaya ayak uydunnakta zorluk çeker. Dolu dizgin parlamış at gibi yaşarlar. Belki de biz Trabzonlular bu yüksek enerjinin kurbanı olarak hayatımız çatışma, çarpışma ve şok ve trajedi ve kavgayla başlar ve biter! “[1]

Yukarıdaki satırlardan da anlaşıldığı gibi gerek yazar, gerekse bu coğrafyada yaşayan diğer insanlar dünyayı algılarken bir anlamda tabiatın ya da coğrafyanın izin verdiği/ şekillendirdiği ölçüde algılarlar.

Tabiat kimi zaman kır-kent çatışmasını yansıtacak şekilde ele alınır Nihat Genç’in eserlerinde. Bu bir anlamda doğaya kaçma isteği veya şehrin dışında sığınılacak bir mekan arama isteğinden de kaynaklanmaktadır. Doğayla ilgili düşüncelerine bakıldığında, yazarın doğanın/tabiatın içinde memleketini, Karadeniz’i bulduğunu, şehrin karşısına tabiatı çıkararak tüm varlığıyla Karadeniz’in yanında olduğunu söylemek mümkündür. Rüzgâr başlıklı yazıdaki rüzgârın fonksiyonu yazarın büyük kent karşısındaki konumunu ifade etmesi açısından önemlidir. Yazar, yüzlerce gecekondu içinde kendisini boğulmuş olarak hisseder, Bu şehirde Karadeniz’deki gibi yağmur ve rüzgâr yoktur. Su bile hareket etmez. Ağaçlar bildiği ağaçlar değildir. Bir pop-art tablosunda cocacola şişesinin yanına civa renkli bir ataçla iliştirilmiş, o kadar çok şey anlatan, sıradan, ürkütücü, o kadar tarifsiz metaların yüzeyinde, çağımızın ötesini gösteren geri renkli objeler gibidir ama ağaç değildir. Diğer yandan rüzgâr, dizginlerini kopararak Pazar yerine dalan rüzgar da değildir. Karadeniz’de olduğu gibi ıtır kokularının narin ve ince sarhoşluğuyla oralara bile davet etmez onu. Büyük şehlân içinde tabiata ait nesnelerin bu tarzda idrak edilmesi, yazarın bir anlamda Trabzon’a duyduğu hasreti ve özlemi ortaya koymakta ve diğer yandan yaşadığı şehirden kaçarken diğer yandan memleketinin tabiatına sığınma isteğini de beraberinde getinnektedir:

“Sahi! İnandır beni! Sen, erik çiçeklerinin ince tüylü boyunlarında oynaşan, koklaşan rüzgar mısın? Sen, dalgalarla ta Sibirya’dan memleketimin sahiline binlerce bıldırcınla kopup gelen ve o büyük maratonu tarihin ilk gününden beri bık madan usanmadan yenileyen rüzgar mısın?” [2][3]

  Büyük Kaptan başlıklı yazısında ise Anadolu’nun kutsal varlığı olarak değerlendirdiği çınar ağaçlarından bahseden yazar, fantastik ağaç türlerinin bu topraklarda tutmadığından söz açarak, kökleri tarihin derinliklerine gömülü olan çınar ağaçlarının, gövdelerini sağanak yağmurlara,’ fırtınalar, siper ederek ruhlarımıza kutsal bir tarihi ateş dayanıklılığı verdiğinden söz eder. Aynı yazıda çınar ağaçlan, büyük kent ve Karadeniz arasında yapılacak olan bir karşılaştınnanın da sebebi olacaktır. Yazar, Ankara’nın gölgesiz büyüyen bir şehir olduğundan bahsederek, artık sade ve kanaatkar gölgeliğin kimsesi kalmadığından yakınır ve sözü hemen Trabzon’a getirir:

“Çocukluğumun Trabzon’un da Atapark’ta dev gibi birçınarm gölgesinde büyüdüm. Her akşam bir dizi sıralanmış ihtiyarların kaçak tütün sarmaları, K4esik kesik öksürükleri ihtiyarlıktan değil, çok sert tütündendi. Çok sert tütünün ciğerlerindeki infilakı, hayatla ölümcül bir şaka gibiydi, -eğlenir dururlardı. Her akşam aynı ihtiyarlar ‘ doluşurdu, ama, sanki her gün başka bir şarkı söylerdi bu dev çınar onlara.  

Doğanın bu denli güzel tasvir edilişi aymı zamanda şehirden kaçış ve doğaya sığınma isteğini de tetikler/ beraberinde getirir. Nermi Uygur’un tespitiyle, bu kaçış tavrı, kentleşmenin sıkıştırdığı insanın cenneti doğada aramaya başlamasıdır. Doğa ise kentin henüz uzanmadığı bir yerde, henüz kentleşmemiş yerlerde, yani geleceğin kentleşmiş şimdisindedir.(Uygur 1996:131-152) Ancak kaçış yalnız  büyük şehirle sınırlı değildir. Gençlik diyalarının lezzetini çıkardığı büyülü şehir Trabzon’u da artık tanıyamayan yazar, kalabalık, trafik ve büyük camlı iş yerlerinin karşısında hatıralarının birbiri içine girdiğini ve karıştığını hisseder. Çocukluğunu geçirdiği eski evde kalbi daha fazla. şeyler arar:”Çocukken çiziktirdiğim duvar bu, ne arıyorum şimdi bu duvarda didik didik, Yüzüm sapsarı, kurumuş, kederli, karışık bir tütün yaprağına dönüşüyor!

Belki de, memleketinden servet ve para için çıkmayanlar, döndüklerinde, olduğundan çok daha fazla şey arıyor.”[4]

Hasım Sahibi Halim Dayı’da Karadeniz insanının ve tabiatının tasvirini yapan yazar, ömrü boyunca ne zaman cam sıkılsa, odasında bunalsa Karadeniz’in heyecanlı ağaçlarını düşünerek sıkıntılarını uzaklaştırmaya çalışacaktır:

 “Bin yaprağı da çiçek açmış, ismini cismini hala bilemediğim uİu, iri boy nuzlu ağaçlar gördüm orada. Omrüm boyu ne zaman canım sıkılsa, bunalsam odamda, işte bu her bir yaprağı heyecanlı ağaçlan düşünürüm. Derin uykulara yatmışken bile gülen, saman sansından kestane kabuğuna kadar her an mutlulukla köpüren, tabiatın en güzel kakülleri, yapraklan delik delik kızılağaçlar, kurumuş siyah yaprakları deniz gibi dibini doldurmuş karaağaçlar…

Diğer yandan içinde yaşadığı dünyada pek çok şeyin anlamını yitirdiğini düşünen insanlar için doğa bir sonsuzluk kaynağıdır. Ladin Ormanları başlıklı yazısında:  

“Bütün bilgilerimizi toplayıp yeni baştan konuşalım. Dağlar kapkara ve sık ormanlar, geniş ağaçlar, deniz ve dalgalar iri kaya ve iri dağ gölgeleri, bunlara tabiat denir, insana yücelik, güzellik, derinlik gibi ilahi duygular verir, İnsanlar, Tanrıya, ötelere, coşkuya, estetiğe, çalışmaya, aşka, buraları görerek, yaşayarak ulaşır. Ey benim aptal milletim. Coşkuyla didinip çalışan flitınalı ruhları bu muh-

teşem tabiatın rüzgarları ve güzellikleri yaratır, Bu aşk dolu, coşku dolu sahilleri, ormanları, ırmakları göstermezsek, insanları yetiştiremeyiz. İnsanlar eğitimini, tabiatın muhteşem, bu esrarengiz ve kıran kırana heyelanndan, rüzgarlarından, dalgalarından, bulutlarından alır. Bu beton yığınlarından neyi alacaklar!”24

Ulaşılmaz yüce tepeler ve yağmur ormanlarından bahseden yazar, Maçka’dan Zigana’ya kadar uzanan kapkara ormanların hala bilinmeyenler ve hala el değmemiş büyüleyici güzellikler taşıdığından söz ederek şunları ekler:

“Mideleri açlıktan guruldayan Orta Anadolu’yu gördükten sonra insan Karadeniz’in bu eşsiz kara tepelerine tapınıyor. Gür ormanlar, gülül gürül sular! İnsanı içten içe coşturur. Neden tepelerden dökülen bu sular bizi sevindirir. Neden bu kapkara ormanları görünce, içimizde tarifsiz mutluluklar buluruz. Kalbimiz, ruhumuz onların içinde bir yerde saklı gibi. .•.Ruhlarımızı sürekli uyaran ve ayartan bu muhteşem tabiat hala topraklarımızın içinde ve hala gürül gürül yaşamakta!

Yağmur tanelerinin her biri ladin ağacının küç&u

Nihat Genç’in kişiliğinde ve kitaplarında Trabzon

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Trabzon işte…malum….castle of akepe

  2. 26 Eylül 2021, 14:47

    Ayrıca yabancı dilden google çevirisi gibi, çok devrik cümleler var.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!