Semih Güneri
Semih Güneri
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Sahte Luvi hiyeroglif yazıları ve James Mellaart

Sahte Luvi hiyeroglif yazıları ve James Mellaart

featured

Prof. Dr. Semih Güneri yazdı…

“…O, arkeolojinin sihirbazıdır.
Bence onu büyük yapan benzersiz, sınırsız hayal gücüdür.
Ve onu inanılmaz zor durumlara sokan da hiç şüphesiz…”

Bugünkü yazım aslında, 1985 yazında ilk arkeolojik arazi araştırmalarıma başladığım günlerden itibaren hayranlıkla izlediğim İngiliz arkeolog James Mellaart hakkındadır. Ancak bunu, son yıllarda abartılan ‘Luvi efsanesi’ne bir kez daha değinerek, onun içinden yapacağım. Çünkü son zamanlarda abartılan ‘Luvi efsanesi’ James Mellaart ile doğrudan ilgilidir.

2012’de 87 yaşında bu dünyadan göçen James Mellaart, zekâsına, yaratıcılığına, şaşmaz önsezilerine, insanı deli eden coşkusuna, hayal gücüne hayran olduğum arkeologdur. O bir kâşiftir. 1950’li yıllarda Anadolu’yu adım-adım gezen, yüzlerce höyük kaydeden, Neolitik’ten Tunç Çağlarına Anadolu arkeolojisinin gizemlerini çözen, tanımını yapan, hükümlerinde neredeyse hiç yanılmayan efsane seyyahtır. O, Çatalhöyük’ün kâşifidir. Bu günlerde üzerinde çalıştığım Konya Karahöyük onun keşiflerinden biridir. O bir informal bilim insanıdır. Çiçeği burnunda genç bir araştırmacı olarak ben, ondan yıllar sonra aynı coğrafyalarda onun gördüğü-göremediği höyükleri bir-bir yeniden araştırırken onun gibi olmak istediğimi hatırlıyorum. O, arkeolojinin sihirbazıdır. Bence onu büyük yapan benzersiz, sınırsız hayal gücüdür. Ve onu inanılmaz zor durumlara sokan da hiç şüphesiz.

Yaklaşık on yıl gibi kısacık aktif çalışmaları dönemine sığdırdığı muhteşem keşiflerindeki enerjisine en azından ben akıl erdirememişimdir. Buna rağmen sınırsız hayal gücü James Mellaart’a ne hikâyeler, ne efsaneler yazdırmıştır. Onu ne müşküllere sokmuş-çıkarmıştır. Onun umurunda mıdır? Değildir. Onların içinde en ilginci bence ‘Dorak hazineleri’ efsanesidir.

“…James Mellaart, Türkiye’deki kısacık aktif çalışma döneminde özellikle
Çatalhöyük kazılarına dair sayısız hikâye yazmıştır. Akıl almaz sahte belge üretmiştir…”

James Mellaart Ankara’daki İngiliz Arkeoloji Enstitüsü adına Orta ve Batı Anadolu’da araştırmalarını yürüttüğü günlerde (1950’ler) İstanbul-İzmir arası bir tren yolculuğu sırasında Anna Papastrati adlı bir genç kadınla tanışıyor. Uzun yolculuk sırasında genç kâşif James ile güzel Anna arasında yakınlaşma oluyor. Kadın adamı İzmir-Karşıyaka yalıdaki eski Levanten konağına davet ediyor. Ona göstermesi gereken bir eski eser koleksiyonu vardır. James, Anna’nın kendi evinde sakladığı göz kamaştırıcı eserleri görüyor. Eserler Mezopotamya ve Mısır Tunç Çağı yüksek kültürlerini temsil eden seçme buluntulardır: Heykelcikler, tören silahları, süs eşyaları, figürler vs. vs. Bursa’nın Dorak köyü mevkiinde ele geçtiğini öğrendiği eser grubunun çizimlerini bir hafta kadar kaldığı Karşıyaka’daki Anna’nın konağında gerçekleştiriyor. Çok geçmeden James Mellaart, eserlerin yalnızca çizimlerini “The Royal Tombs of Dorak” başlığı altında yayımlayarak bilim dünyasına duyuruyor. Daha sonra yapılan incelemeler, Dorak hazineleri diye tanımlanan eserlerin de, Anna Papastrati adlı kadının da hiçbir zaman var olmadığını ortaya çıkartıyor. İzmir polisinin yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, James Mellaart’ın verdiği adresin uydurma olduğu anlaşılmış, Anna Papastrati izine de rastlanmamıştır.

James Mellaart, Türkiye’deki kısacık aktif çalışma döneminde özellikle Çatalhöyük kazılarına dair sayısız hikâye yazmıştır. Akıl almaz sahte belge üretmiştir. O nedenle pek çok araştırmacı, James Mellaart’ın sahte eser üretme konusunda son derece yetenekli olduğu, Dorak hazineleri’nin de bu süreçte yazılmış bir hikâyeden ibaret olduğu kanısındadır. Peki bunu neden yapıyor? Onun aslında şana-şöhrete, dikkat çekmeye ihtiyacı yoktur. Genç yaşta özellikle Çatalhöyük’ün keşfiyle onu bütün dünya tanımıştır. Gözü parada-pulda değildir. İhtiyacı da yoktur. Üyesi ve emekçisi olduğu Ankara’daki İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nde, ‘formal’ adam Seton Lloyd gibi, ‘kaba-saba’ adam David French gibi direktörlere varana kadar, ‘informal Mellaart’ı gıpta etmeyen yoktur. Ama hiçbiri onun düzeyine ulaşamamıştır. O ayrıdır. Kesinlikle ayrıcalıklıdır. Ne ki onun yarattığı efsaneler ve onların vahim sonuçları, onun hem bilimine, hem şöhretine, hem de yaptığı kazılarının güvenirliliğine gölge düşürmüştür. Umurunda mıdır? Değildir.

JAMES MELLAART VE SAHTE HİYEROGLİF YAZILARI ÜZERİNDEN LUVİ EFSANESİ

Son birkaç yıldır kitaplarımda, köşe yazılarımda, söyleşilerimde değiniyorum. Luvi bir etnik grup adı değildir. Luvi, Hititçe çivi yazılı metinlerde URU Lu-u-i-ya (Luvi şehri)’dan gelir. Batı Anadolu’da bir Son Tunç Çağı şehrinin adıdır. O şehirde yaşayan halkın adı da örneğin LU MEŞ URU Lu-u-vi-ya (Luvi şehri ahalisi) diye dile getiriliyor, olabilir. Luvi bir etnisite değildir. Luvi arkeolojik-kültür hiç değildir. Hititçe çivi yazılı belgelerde anılan yüzlerce Anadolu şehrinin/kasabasının her birini bir etnik küme, bir arkeolojik-kültür olarak ele alamayız. Alacak olursak, avuç içi kadar Orta Anadolu coğrafyasında farklı dilleri konuşan yüzlerce etnik gruptan söz etmemiz gerekir. Ki bu bilimsel araştırma yöntemlerine aykırıdır. Bu bir. Diğer konu, Luvi kenti Hititçe çivi yazılı kaynaklarda ‘en az’ anılan sayısız coğrafya/yer adlarından biridir. Yazılı kaynaklardaki anılış sıklığına bakılırsa, ‘önemli’ bir yer değildir. Bu bakımdan, örneğin Arzava ülkesi coğrafyasıyla eş tutulacak denli abartılması anlamsızdır. Buna rağmen son zamanlarda Luvi’ nin ne büyük, ne muazzam bir kültürel yapılanma olduğu, ‘Deniz Kavimleri’ hadisesinin öznesi olduğu yazılmış-çizilmiş-konuşulmuştur: Ne ki Luvi ile ilgili yazılmış yazılar içinde Luvi’nin tanımını yapan, Luvi’nin ne olduğunu bize açıkça anlatan bir tek cümle bulamazsınız. Çünkü o yazılar Luvi’yi zaten var kabul ederek yazılan yazılardır. Tıpkı, Maria Gimbutas, Colin Renfrew, David. W. Anthony, E.E. Kuz’mina ve sayısız diğerlerinin “Hint-Avrupa kültürü” üzerine yazdığı sayfalarca yazı içinde “Hint-Avrupa kültürü” şöyledir, bu belgelerle desteklenir, diye tek bir cümle olmadığı gibi.

“…O arkeologların pek çoğu ne Pan-Helenistliğinin farkındadır
ne de Hint-Avrupacı hipotezlerin tarihî gelişimini bilir…”

Orada formül şudur: ‘Hint-Avrupa’ hipotezi arkeolojik belgelere dayanır. Proto-Hint Avrupa diline ait belgeler zaten vardır. Geri zekâlıya anlatır gibi tekrar-tekrar anlatmaya gerek yoktur. Oysa bu söylemler hayal ürününden ibarettir. Yalandır. Kitaplarımda açıklıyorum. Ne ki yıllardır sistem bu şekilde işliyor. Görünen odur ki sistemin bir parçası olarak son yıllarda hortlatılan ‘Luvi’ fenomeninin de durumu budur. Yukarıda adlarını andığım yazarlardan C. Renfrew, örneğin Türkiye’yi Hint-Avrupalıların “ana yurdu” olarak ilan ediyordu. Bu içi boş iddiaya ünlü Türk arkeologlardan bazılarının da katıldığını burada tekrarlayayım.

Bu kez hedefte Luvi etno-kültürünün sözde hâkim olduğu Batı Anadolu ve ‘Troya’ var. Ve bu kez ne iş yaptığı, neyin uzmanı olduğu belli olmayan Eberhard Zangger adlı bir figür sahneye sürülmüştür. Adam ne Yakın Doğu arkeolojisinden anlar, ne Hitit’ten. Ne çivi yazısını bilir, ne eski Anadolu tarihini. Ama koskoca bir Batı Anadolu coğrafyasının Tunç Çağı etno-kültürel tanımını, olmayan belgeler üzerinden yapma cesaretini kendinde bulabilir.

İyi de, bu cesaret nereden geliyor? Hiç şüphesiz, Batı Anadolu’yu yıllardır Luvi üzerinden tanımlayan, hiç yoktan bir Luvi etnisitesi yaratan, abartılmış bir Luvi coğrafyası ortaya koyan, en başta bizim dar kafalı Pan-Helenist arkeologlarımızdır. İşin acı tarafı şudur: O arkeologların pek çoğu ne Pan-Helenistliğinin farkındadır ne de Hint-Avrupacı hipotezlerin tarihî gelişimini bilir. Çoğu bilmeden, farkında olmadan, kulaktan dolma Hint Avrupacıdır. Pan-Helenisttir. Üstün körü farkında olanın da bundan şikâyeti yoktur. DTCF’deki öğrenciliğimden bugüne bunun tanığıyım.

JAMES MELLAART FENOMENİ VE DORAK HAZİNELERİ

Net olarak ifade edelim. Luvi’nin arkasında bir arkeolojik-kültürel birikim yoktur. Luvi’ye atfedilen, biri tam (Troya’dan), diğeri yarım (Tepecik’ten) ele geçen bir-iki mühür kırığından ibarettir. Bunlar üzerinden yıllar içinde yalan-yanlış bir Luvi dünyası yaratıldı. Son birkaç yıl içinde bunu hortlatan da yukarıda adını verdiğim kişidir. Bu adamın cesareti, efsane arkeolog James Mellaart’ın hayal ürünü olan ‘Afyon/Beyköy hiyeroglifleri’ diye literatüre giren sözde otuz metre eninde bir duvar üzerine işlenmiş Luvice hiyeroglif yazıtlarıdır. Hemen belirteyim. Böyle bir yazıt yoktur. Tartışmalıdır demiyorum. Sadece yok-tur. Sözü edilen yazıt James Mellaart’ın akıl oyunlarının yanılsamalarından yalnızca biridir. Anılan sözde yazıt, James Mellaart’ın yaşamı boyunca hayalinde yarattığı sayısız fantezilerinden biridir. Sonuç şudur: Son yıllarda Hint-Avrupacı kulüplerin öncülüğünde, desteğinde uygun nitelikte bir yazar kullanılarak hortlatılan ‘Luvi kültürü/Batı Anadolu/Troya efsanesi’, bu sahteliği tartışılmaz ‘yazıt’ üzerinden kurgulanmıştır.

Gelelim 30 metrelik Afyon/Beyköy Luvi hiyeroglif yazıtı konusuna. James Mellaart 2012’de bu dünyadan göçtükten hemen sonra, ona ait bir ev ve iki garaj dolusu belge arasında söz konusu hiyeroglif yazıtlarının kopyaları ortaya çıkıyor. Merhumun hayırsız oğlu Alan adamımız Eberhard Zangger’a bir şekilde ulaşıyor ve bu ‘sahte olduğu sonradan anlaşılan yazıtın kopyaları’nı ona teslim ediyor. İşte 2012’den beri hortlatılan Luvi efsanesi’nin ana esin kaynağı budur. Gerisi bla-bla.

Adam Türkiye’de kapı-kapı dolaşıp, bilimseldi/popülerdi hangi kapıyı bulduysa oraya çöreklenir, Luvi’yi sahte belgeler üzerinden anlatıp durur: Aslında ünlü ‘Deniz Kavimleri’nin Luvi halkları olduğunu, belgelerin kendi hipotezlerini nasıl desteklediğini anlatır durur. Ne yöntem var ne kurgu. İçeriğin bilimselliğini hiç görüşmeyelim. İçeriğiyle, formatıyla kitap tipik bir gaza gelmiş, özgüven patlamalı ‘yarı yetenekli outsider’ kitabı. Kesinlikle abartmıyorum. Ben parama kıyıp zamanında merak edip almıştım. İnanmayan alır okur. Evet, adamımızın kitapları, ne olduğuna, nasıl olduğuna bakılmaksızın, adı bilinen yayınevleri tarafından şakır-şakır Türkçeye çevrilir. Basılır. Üniversiteler, organizasyonlar tarafından adam çağrılı konuşmacı olarak ağırlanır. Daha ne olsun. Bu arada meslektaşlarımızdan Hasan Peker, yakınlarda Afyon/Beyköy hiyeroglif yazıtını inceler. Gramer hatalarıyla dolu olduğunu ortaya koyar. Ve Afyon/Beyköy hiyeroglif yazıtının sahte olduğunu ilan ediverir. Bu arada adamımız bir tür günah çıkartma eylemi olarak, neredeyse 50 sayfalık bir “…bu Mellaart da aslında ne sahtekar bir adamdı, neler uydurup, ürettiydi…” makalesini yayına koyar. Ama hiçbir şey adamımızı kurtaramayacaktır. Sanırım kısa zamanda o “Luwian studies” vakfının kapısına kilit vurur.

“…Belgeleri öyle ustalıkla kurgulamış ve üretmiştir ki,
gerektiğinde bir ressam olmuş, gerektiğinde bir Hititli katip,
veya bir Mısırlı hiyeroglif ustası olmuş çıkmıştır…”

Son olarak, bu hikayelerden ne anladık? Hikayenin baş aktörü muhteşem James Mellaart, keskin zekasıyla bu hikayede rol alan-almayan pek çok kişiyi ters köşe yaptırdı: Başta İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nün formal yöneticileri olmak üzere, ilgili hemen tüm Türk arkeologlarını, dünya arkeologlarını, TC Hükümetini, TC Kültür Bakanlığını, TC Eski Eserler Genel Müdürlüğünü, TC İzmir polis teşkilatını -yaşarken- ters köşe yaptırmıştır. Zekâ seviyesi, hayal gücü öyle yüksektir ki üne-şana, tanınırlığa, paraya-pula ihtiyacı yoktur, onların zaten içinde yaşamaktadır. Gençtir, yakışıklıdır, coşkuludur. Yalnızca canı bir belge üretmek istemiştir. O belgeleri başarıyla ortaya çıkartmıştır. Belgeleri öyle ustalıkla kurgulamış ve üretmiştir ki, gerektiğinde bir ressam olmuş, gerektiğinde bir Hititli katip, veya bir Mısırlı hiyeroglif ustası olmuş çıkmıştır. Özellikle Dorak hazineleri konusunda destan yazmıştır. Peşinden sürüklemediği, meşgul etmediği ne kurum ne kişi kalmıştır. 1960’lı yılların ortasında aforoz edilmiş, Türkiye’ye girme yasağı getirilmiştir. Umurunda mıdır? Değildir. O yaptığı her işin tanrısıdır. Onun yaşarken yaptığı her türlü aksiyonun, onun kendisi tarafından bilinerek yapıldığını, sınırsız hayal gücü ve zekâsı karşısında insanların nasıl paniklediğini görmekten başka bir amacı olmadığını düşünüyorum. Afyon/Beyköy yazıtını ise ölüm sonrasına bıraktığı artık su götürmez bir gerçek. Bu, muhteşem adamın bir tuzağıdır. O da başka bir ölümlüye, adamımız Eberhard’a kısmet oldu. Ne diyelim… Bu James Mellaart. Ölü ya da diri. Onunla baş etmek mümkün mü?

Bence bu hikayenin en mağduru, adamımız talihsiz Eberhard olmalıdır. Adamın ne Luvi hipotezi kaldı ortada ne de sahte belgelerin tuzağına düşmediği. Onun yerinde olmak istemezdim. Aslında James Mellaart da Eberhard gibi bir Hint-Avrupacı’dır. Kanları uyuşur. Ama umurunda mıdır? Değildir. Eminim şu anda James yukarılardan bir yerlerden bakıp ona, o hınzır gülüşüyle göz kırpıyordur: “…Nasıl ters köşe yaptırdım ama…”. Ters köşe yaptıramadığı tek kişi Çatalhöyük kazılarını James’ten sonra yürütmek üzere üstlenen, yirmi yıldan fazla Çatal’da tek bir açmada eşelenip duran -kazan demiyorum- kurnaz arkeolog Ian Hodder’dır. Benim ters köşe olup olmadığımı ise okuyucuya bırakıyorum.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 15 Aralık 2024, 09:49

    Bilge Umar’in safsatalari ile zehirlenmiş bir nesil için güzel bir Luvi yazısı olmuş .Sagolun

    Cevapla
  2. Müthiş bir yazıydı, heyecanı hep yüksekte tutan güzel enerjinize hayranım. Selamlar ve saygılarımla

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!