Ahmet Müfit yazdı…
Cumhuriyetin ekonomik bağımsızlığı esas alan politikaları sayesinde, kazandığımızla geçinmeye çalıştığımız, sıkıştığımızda daha az tüketerek, aileden, eşten, dosttan destek arayarak/bularak ayakta kalmaya çalıştığımız, az tüketsek de kimseye boyun eğmek zorunda kalmadığımız günlerden, borçla tükettiğimiz, borçlanarak kazandığımızdan çok harcadığımız, borçla geçindiğimiz, borçlarımızı ödemek için çırpındığımız günlere geldik. Şimdi al bir daha ki sene öde, tatile git parayı düşünme, AVM’den yapılan alışverişlerde ekstra 3 taksit, vb. reklamlarla bu günler hazırlandı. Hukuki düzenlemelerle, Anayasaya aykırı olarak bankalarla ilişki kurması zorunlu hale getirilmiş insanların, okumadan imzalamaya zorlandığı sözleşmelerle kişisel verilerine el koyan bankaların ortaklığıyla kurulmuş olan ve kişisel mali verilerimizin ticaretini yaparak para kazanan bir şirkete göre, itibarımız borç alabilme kapasitemize endekslenmiş durumda. Evini mi kiraya vereceksin, bak bakalım kiracı adayının finansal itibarı ne durumda.
Devletler için de durum farklı değil. Topladığı vergilerle, gücü yettiğince yatırım yapan, sıkıntı çeken ama egemenliğini, ulusal onurunu pazarlık konusu yapmayan ülkeler, bu günlerde daha fazla borç alabilmek daha da ötesi borçlarını döndürebilmek için mevcut varlıklarını satıyor. Hükümetler, yurttaşlarını küresel şirketlerin talepleri doğrultusunda sistemin kölesi yapacak kararları sırf piyasayı yani küresel para satıcılarını memnun edebilmek için almak zorunda kalıyor. Ülkelerin mali durumlarını izleyip, borç verenler nezdinde ki “itibarlarını” hesaplayıp, yayınlayan şirketler ise Kredi Derecelendirme Kuruluşu diye tanımlanıyor. Devletin tüm mali verilerini denetimlerine açtığımız bu şirketlerin bu verileri nasıl kullanıp, kimlerin siyasi kullanımına sunduğu konusunu şimdilik bir yana bırakıp, ülkemiz açısından bu günlere nasıl gelindiği konusuyla devam edelim.
14 Ağustos 1971’de, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon’ın, uluslar arası ticarette ABD Doları kullanan bizim gibi ülkelerin elinde bulunan dolarların altına çevrilebilir olmadığını ilan ederek, bu ülkeleri ekonomik olarak ABD Merkez Bankası kararlarına bağımlı kılmasıyla başlayan neoliberal küreselleşmeci dünya düzeni macerasının, ülkemiz açısından resmi başlangıcı olarak, Ecevit Hükümetini Nisan 1979 tarihli TÜSİAD gazete ilanlarını/muhtırasını almanın doğru olduğu kanısındayım. Söz konusu ilanları/muhtırayı hazırlayan ekipte yer alan Prof. Dr. Emre Gönensay’ın, 24 Ocak kararlarına giden yolun başlangıcı olarak nitelediği söz konusu kararlarının uygulayıcısı, 12 Eylül Darbesinin “özgürlükçü, demokrat” -nasıl oluyorsa- Başbakan Yardımcısı Turgut Özal oldu.
Yurt içerisinde misyonerliğini TÜSİAD’ın ve 1979 sonrasında büyük sermayenin eline geçerek, büyük ölçüde bağımsızlığını yitiren, sermayenin ve arkasında yer alan uluslararası güçlerin manipülasyon aracı olmak üzere dönüştürülen basın kuruluşlarının yaptığı bu değişimin yani yabancıdan alınan borç parayla yaratılan ekonomik bağımlılığın sonu, günümüzde gerek tek tek yurttaşlar gerekse ulusun bütünü açısından tam anlamıyla bir yıkıma dönüşmüş durumda.
Gelinen noktada, bozulan gelir adaleti, gençlerin işsiz kalması -her ne kadar manipülasyon aracı olarak, halen kullanılıyor olsa da-, serbest piyasacılığın gereği olarak bu sorunların çözüm sorumluluğunu yerli yabancı şirketlere bırakmış olan siyasetin tek derdi, şirketlerin rahatça borçlanabileceği yani faaliyetlerini sürdürebilecekleri, insanların borçla tüketmeye devam edebileceği ortamı -piyasacılar buna “yatırım iklimi”- diyorlar- yaratmak, daha da açık bir ifadeyle “borçlanmanın sürdürülebilirliğini sağlamak”. Siyaset kurumunun yapısındaki/amacındaki bu değişimi, insanların, insan olma niteliklerinin -üretken olmak, kendisini kültürel ve sosyal olarak geliştirmek, vb.- çok büyük bir kısmı dışlanarak, yalnızca tüketici kavramıyla tanımlandıkları bir anlayışın doğal sonucu olarak ifade etmek de mümkün.
Son 40 yılda, küresel ölçekte esas olarak sermaye tarafından fonlanan akademi camiası, “yeni kurumsalcılık”, vb. gibi isimler takarak, gerçek dışı bir bilimsellik algısı yüklemeye çalışsa da, esas olarak sermaye yanlısı, toplumsal mülkiyet ve devletçi politikalar karşıtı olan, küreselleşme yönüyle emperyalist bir ideolojik saldırıdan bahsediyorum aslında.
Nobel Ekonomi Ödülü, vb. -son 40 yılda bilimselliği oldukça tartışmalı hale gelmiş manivelalarla-, akademinin ve toplumların ekonomi algısında sağlanan değişimi ya da neoliberal küreselleşmeci karşı devrimi, “ekonomiye” ilişkin yayınlanan verilere, yapılan açıklamalara verilen tepkilerde doğrudan gözlemlemek mümkün.
Geçtiğimiz hafta içerisinde, T.C. Merkez Bankası (TCMB) tarafından, Şubat 2021 sonu itibarıyla özel sektör dış borç istatistiklerinin yayınlanması ile TCMB Para Politikası Kurulu’nun faiz toplantısı eş zamanlı gerçekleşti.
Özel sektörün kısa ve uzun vadeli dış borç düzeylerindeki artış -kamu kesimi dış borç stokundaki gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde-, bırakın bizleri, gelecek kuşakları da küresel sermaye ve arkasındaki siyasi güçlerin ekonomik ve siyasi vesayeti altına sokan, gerçekten korkutucu bir tablo ortaya koysa da, ne piyasacılar ne de piyasaya biat etmiş siyasetçilerin çok da fazla ilgisine mahzar olamadı. Gelecek kuşakları da bağlayacak şekilde borçlanıyor olunmasının meşruiyeti siyasi etik açısından dahi demokrasi lafını ağzından düşürmeyen siyasiler ve piyasacılar tarafından -demokrasi kavramı bağlamında- sorgulanmadı. Piyasacılar ve piyasaya biat etmiş siyasetçilerin TCMB’nin faiz kararına tepkisi ise bütünüyle farklı oldu. “Piyasa beklentilerine uygun -yüzde 19 olan faizde bir değişiklik yapılmaksızın- şekilde açıklanan faiz kararındaki bir sözel vurgunun ortadan kalkmış olması sonucunda yer yerinden oynadı.
Bu yazıda, niçin böyle olmasına şaşırmamamız gerektiğini kısaca özetlemeye çalıştım.
Yazıyı, “borcun”, borç veren ve alan arasında, “borç köleliği” olarak da adlandırılabilecek eşitsiz -özünde maddi ve manevi şiddete dayanan- bir ilişkiye neden olduğunu ifade eden, Antropolog David Graeber’ın “Borç-İlk 5000 Yıl” kitabını tanıtmak amacıyla, 2017 yılında Dagarcık Turkiye isimli internet sitesinde yayınlanmış olan yazımın son kısmından yapacağım, bir alıntıyla bitireceğim.
“Kitap, yazarın, belki de kitabı okumaksızın çok da anlamlı gelmeyecek ama kitap konusunda merak uyandıracağını umduğum şu tespitleriyle son buluyor. ‘Peki, o zaman borç nedir? Borç sadece çarpıtılmış vaattir. Matematik ve şiddetle kirletilmiş bir vaattir… Bu yolculukta atacağımız ilk adım, geniş bir çerçevede ele aldığımızda, nasıl hiç kimsenin bize gerçek değerimizi söyleme hakkı yoksa, hiç kimsenin gerçekten ne borçlu olduğumuzu söyleme hakkının da olmadığını kabul etmektir’
Sonuç olarak, ‘borç’ kavramının kutsallığı üzerinde yükselen/var olan küresel finans piyasalarında birinin veya birilerinin kazanıyor olmasının, birinin ya da birilerinin kaybediyor olması anlamına geleceği temel gerçeğini dahi görmezden gelen ya da gerçekten göremeyen vahşi bir sürü haline geldik/getirildik.
Tüm insanlığın sonu olacak bu gidişi durdurmanın yolu, sanırım yazarın “borç” kavramı üzerinden yaptığı gibi hayatlarımızı yönlendiren, çok tekrarlandığı için gerçek olduğuna inandığımız/inandırıldığımız kavramların gerçekte ne anlama geldiğini anlamaya çalışmaktan, tartışmaya başlamaktan geçiyor.”
Kaynakça:
- https://tusiad.org/tr/tum/item/9376-tusiad-1979-gazete-ilanlari
- https://t24.com.tr/haber/tusiad-ecevit-hukumetini-nasil-devirdi,24648
- https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/ege-cansen/korkma-odenmez-bu-dis-borclar-1835681/
- https://www.findeks.com/findeks-hakkinda
- https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler
- https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri
- http://dagarcikturkiye.com/2017/05/01/borc/
- David Graeber. Borç-İlk 5000 Yıl. Everest Yayınları. 2015
- https://www.nobelprize.org/prizes/lists/all-prizes-in-economic-sciences/
- https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56756678
- https://www.veryansintv.com/nedir-bu-piyasa-denilen-sey