Nihat Genç’in romanı gerçek oldu? ‘Öbür dünyadan cesetler fırladı’

featured

Mezarlıkların sürüklenmesi ile oluşan görüntüler, Nihat Genç’in  Öbür Dünyadan Fırlatılan Cesetler hikayesini anımsattı. 

Gece KALAYCI/ VeryansınTV

Giresun‘da hafta sonu etkili olan sel felaketinde birçok köy etkilendi. Dereli ilçesini harabeye çeviren Akkaya deresinin taşması sonucu dereye adını veren Akkaya Köyü’nde evler ve köprüler yıkılırken mezarlıklar yerinden sökülüp sürüklendi, insan kemikleri etrafa saçıldı.
Köylüler, yakınlarına ait kemik ya da cesetlerden arta kalanları toplayıp mezarlara koymaya çalıştı.

Giresun’daki sel felaketi ile tekrar gündeme gelen Karadeniz’deki çarpık yapılaşmayı Nihat Genç, 2015 yılında April yayınlarından çıkan ”İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?” adlı kitabında çok güzel anlatmıştı. Kitabın birinci bölümünde yer alan ”Öbür Dünyadan Fırlatılan Cesetler” isimli hikâyede benzer bir olay anlatılmıştı. 23 Haziran 1988 tarihinde Çatak köyünde meydana gelen heyelan sonrası 64 kişi hayatını kaybetmiş, Nihat Genç bu felaketi hikâyeleştirmişti.

İşte romandaki o bölüm:

ÖBÜR DÜNYADAN FIRLATILAN CESETLER

2015’te, her bahar üç beş günlük arayla yağan kırkikindi yağmurları bu sene sökün etti, sert ve seri çok uzun sürdü. Teras katından insana kuvvet veren şimşekleri, gök gürültüsünü, her bir tanesi dolu dolu iri yağmur damlalarını seyrediyorum. Yağmura tutulmuş, kanatları ıslak, cesaretleri kırılıp kaçışan kuşlar. Gözleme suratlı, bol entarili, patates püresi gibi kadınlar kopa kopa kaçışıyor. Çatıya sinmiş güvercinler. Yoğun düşman ateşinden tek başına kurtulmaya çalışan yapış yapış sırılsıklam saksağanı izliyorum, TV anteni üstünde tek ayak çaresizliğini.  Bulutların kalbi karardı, gök delindi, uzak tepeler çılgınca renkten renge koştukça koyulaşıyor.  Gökler savaş üniformasını çoktan giyinmiş, heyecanlandırıyor…

     Karadeniz’in heyelana açık dik yamaçları, böyle bir sert yağmurla kayıp aşağıya inen, çöküp, toprağın altı üstüne gelen mezarları.

     Heyelan sonrası tepelerden aşağıya akan dereden çığlıklar ata ata korku içinde, çökmüş mezarlığın başına koşup gelenler… Şaşkınlık, hayret, şok… Hiçbiri hiçbir yere el süremiyor. Ölüler öte dünyadan yaka paça kovulup toprağın üstüne fırlatılmış gibi. Altı üstüne karışmış toprak yığını içindeki ceset, iskelet kefen parçalarını hiçbir resim tekniği anlatamaz.

      Ötekinin cenazesinin berikininkine karıştığı, yarılmış, dağılmış, lapalaşmış bu toprak yığını, bir mahşer yeri hafriyatı… Çökmüş mezarlığın başında ağlayıp dövünenlerin hiçbiri, hayatlarında böyle ürkütücü bir manzara ne duymuşlar ne de görmüşler. İslami ilmihale uygun tek tek dualar kefenlerle sarılıp gömülmüş mezarlığın düzeni bozuldu.

    Mezarların sıralandığı yamacın çim örtüsü battaniye gibi aşağı kaydı, taşlı çakıllı beton parçalı çürümüş ceset, kefen, iskelet, mezartaşı, ağaç kökleri, iri kaya parçaları hamurlaşmış toprak yığını içinde aşağıya yola indi. Yağmurun yaptığı, eşek şakasından beter. Sert yağmurlar, mutfak karıştırıcıları gibi yamaçtaki ağaçları, kayaları, demir çitleri, ağaç köklerini, hepsini bir kase içinde yuvarlayıp öğüttü ve yola kustu.

    Tanrı babanın ebedi huzur veren sakalları yolunmuş, sert yağmurlar, ölüleri kabir azabıyla bir daha öldüren şeytan gibi, bir ikinci ölüm hazırlamış. Herkes herkese telefon ediyor; itfaiye, ambulans, buldozer, belediye işçileri, kaymakam, başkan, köyün hocası kopa kopa olay yerine geldiler. Belediye başkanı her yeri arıyor, tüm komşu vilayetlerden ekip istiyor, eli kürek tutan herkesi anons yaptırıp mezarlığa çağırıyor. Kurtarma ekipleri, gönüllü halk, sorumlu devlet, kamyon, kürek, jandarma, olay yeri şeridi her şey hazır. Şehirlerarası yol heyelan nedeniyle kapandı, yolu hem karadan hem öteden cennete hızla açmak lazım.

      Kalabalık, çığlıklar hayretler içinde bir eliyle ağızlarını kapatmış bir eliyle dizlerini dövüyor, uzaktan bir tahmin, kendi mezarları ne yana savruldu gözleriyle arıyor. Ölü yakınları sızıntı yapmasın, olay yeri şeridine adım başı bir jandarma koyuldu.

       Kocası daha geçen ay yeni gömülmüş yaşlı kadının can yakan ağıtları, hâlâ ağaçları yarı beline kadar eğdiren fırtınadan da beter. Kalabalık kaynıyor, can havliyle çöken mezarlığa doğru atılıyor, olay yeri şeridini dipçik darbeleriyle korumak mümkün değil. Biri “Annem annem annem” diğeri “Babam babam babam, burada da bir huzur bulamadı” diye yırtınıyor, bir diğeri “Oğlum oğlum oğlum oğlum” diye kendini yerlere atıp çamurlar içinde çırpınıyor. Jandarma, kollarından tutup geri çıkartıyor, yerde kendini paralayanlar ayağa kaldırılıyor, itiş kakış, arbede boğuşma yerlerde sürünenler, kıyamet sahnesi gibi.

      Mezardaki her ölünün yakını koşup gelmiş. Taa Alamanyalar’a Fransalar’a telefonlar edilip, ölü sahiplerine haber ulaştırılıyor, “Kop gel, hemen gel, mezarluk karuştu, bilmem nasil olacak, hepisunun kemikleri dişarda, bi daha nasul kurulacak, atla gel…”

     Jandarma kordonu delindi, herkes hamura dönmüş toprak yığını içinde kendi mezarını elleriyle eşeleyerek arıyor. Jandarma yeniden taarruza geçip kalabalığı bir daha uzaklaştırıyor… Kaymakam, belediye başkanı, cami imamı dizlerine kadar çamura gömülmüş, toprak yığını önünde milleti teskin edecek, ikna edecek laf bulamıyor. Geleneklerin en sert yasası ölüye saygı. Şimdi ciddi bir dinî problemle karşı karşıyayız. Kendi ölüsünü, tanıdığı mezar taşını arayan herkes ister istemez diğerini çiğneyebilir, karıştırabilir… Herkesin tek tek ölüsünü bulup çıkartması imkansız. Aynı köy mezarlığına gömülmüş, birbirleriyle husumet içinde hasım sahibi, birbirlerinin yüzüne kan davalı gibi hiç bakmayan insanların hali de ayrı dert. Kemikleri falan ölü diye kişileştirip tekrar aynı aile mezarlığına gömmek, bu soy sop şecere arayışı, belli ki öte tarafta da yüzlerce yıl sürecek. Yukarıdan bu acil beklenmedik yeni durumlar için yeni bir ayet inmeli ‘hepimizin mezarlığına’ saygıyı tembihleyip hiç değilse mezarlıkta kardeşliği husumetten kurtarmalı. Ölü yakınları göz kararı “Dedemin mezarı bu taraftaydı” diye kendi mezarına doğru hamle yapıyor, ama nafile, hangi kemik parçası kimindir, öte dünyalarda ismiyle kemiğiyle dedeni mi arıyorsun?

      Birbirine karışmış mezarların dinî problemi tarih kadar büyük.

      Şaşkınlık, kargaşa; daha akşam olmadan yoruldu, çok uzun süren araştırıcı bir sessizliğe dönüştü. Bekleşen kalabalığın ayakta duracak takati kalmadı, çaresizce çamurların içine yığıldılar. Şimdilik ellerinden gelen ilahi saygı, ölüsünün başında beklemek. Bir tek kişi “Biz ölümüzü gömdük gitti bundan sonrası Allah’a ve belediyeye kalmış” demedi. Herkes ölüsünün kefeninden kemiğinden saçının telinden ebediyen sorumlu.

     Başka vahşi korkular da var: Bu dik yamaç derin ormanlığa açılıyor ve sabaha kalmaz kurtlar açıkta kalmış ceset kemik parçalarına saldırabilir!

     Birkaç ihtiyar amca yorgun ağaç gibi damarlı kurumuş tahta elleriyle toprağı deşti, eşeledi, “Babamın,  oğlumun, annemin… kemikleri nerde” diye ağlaşan kalabalık, çamur yığını önünde nihayet kaskatı kesildi, felaket karşısında diz çöktü ve ellerini yalvararak göklere doğru kaldırıp Allah’a dua ettiler. Mezar taşları, ölüm tarihleri, Fatiha yazılmış tabelalar, sarıklı eski yazılı mermer mezarlar, yoğrulmuş çiğ köfte gibi birbiri içinde ezilmiş. Mezarlıkta kayıtlı, ismi, cismi, konumu, koordinatı belli tek ceset kalmadı.

     Tarihlerin dinî ve felsefi sorusu kimse de akıl edip o güne kadar bir âlim hocaya sormamış: “Cesetlerimiz ayıklanamayacak kadar birbiri içine girerse, dinimizin çaresi nedir?”  Hepimizin ayrı ayrı mezarı şimdi ‘toplu mezarımız’ olmak zorunda. Dinimizin elinden gelen ilk şey, ceset parçalarını açıkta bırakmamak, üstünü yeniden dualarla toprakla örtmek. Mezarlığı yeniden bir araya getirmek için dikkatli olmalı; elle kürekle mi, yoksa buldozerle mi yapacağız? Dağlarımıza eski Selçuklu sokaklarımıza vahşi doğamıza en mahrem yerlerimize kadar canavarca giren buldozerler, şimdi ölülerimizin kemik tozlarını havaya kaldırıp yeniden döküp boşaltacak, un eler gibi, buğdayı kabuğundan ayırır gibi.

      Başka zorluklar da var: Ceset parçalarına ölü sahiplerinden izinsiz kimse dokunamaz. Toprağı çamuru kimse kimseye elletmiyor.

      Bekleşen kalabalığın paniğini dindirecek siyaset de lazım, akıl etmek genç kaymakama nasip oldu: “Sabahı bekleyelim.”

      Abur cubur seyrettiğimiz filmler ve yerli yersiz dinlediğimiz hikayelerin bizde bıraktığı korkular da var. Hortlaklar, zombiler, hayaletler, kötü, karanlık ruhlar serbest mi kaldı?! İçi dışına dönmüş bu açık mezarlığın sabaha kadar başında bekleyecek jandarmanın yaşı en fazla 20…

       Son otuz yılda topraklarımız bu hale geldi, bu toprakların yazarları, artık bu bebek yüzlü jandarmanın korku filmi gecesini yaşıyor.

                                                                            ***

      Yağmur son rekatını bitirdi, huzurla selamını verip dindi, köyün imamı yıkıntı önünde başını indire kaldıra hatmini indirdi.

      Derinlerden ve sanki çok ötelerden bir toprak kokusu yayıldı, yaslı kalabalık ağlamaklı Kur’an okumaktan yoruldu, kararan havayla zamk gibi sustu…

       İki büklüm elinde baston çok yaşlanmış Makbule Nine, bir elinde bastonu diğer elinde torunu Erol… Bastonuyla kalabalığı “Dur uşağum, çekil uşağum, vay başıma gelenler…” diye diye yardı, topallaya topallaya jandarmaları geçti.

        Toprak yığınına doğru bastonunu uzattı, daha geçen ay ölmüş kocası Hüseyin’e doğru bağırdı:

      “Hüseyin, kalk yerine yat!”

                                                                           ***

       Köyün imamı, Makbule Nine’yi durdurmak için ardından koştu, “Günaha gireceksin, dur.” Nine elinde bastonu hocaya uzattı: “Karuşma sen! Sen duasını okudun namazı kıldırdın senin işin bitti, çekil önümden!”

                                                                           ***

      Makbule Nine toprakta geçen seneden beri bir kayma çatlamalar olduğunu görmüş ve başkana çıkıp uyarmış: “Başkan, buraya bir istinat duvarı yap, bu mezarlık gidiy…”

      Makbule Nine kalabalığa doğru bağırdı: “Dedim o başkana, mezarlık çöküy, yitiy, taş yığalum altına…”

      Torunu Erol beş-altı yaşında var yok, ninesinin eteklerine yapışmış.

      Makbule Nine, torunu Erol’a “Sen erkeksin uşağum bunlara uyma!” dedi.

      Erol’un kulağına bir şeyler mırıldandı…

     Sonra köpeği salar gibi Erol’u başkanın önüne attı.

     Erol, başkan kaymakam itfaiyeciler belediye çalışanlarının hepsinin önüne doğru geldi.

     Başkanın yüzüne doğru bağırdı:

     “Amına koduğumun başkanı buraya niye duvar yapmadın!”

                                                                       ***

     Belediye çalışanları Erol’u yaka paça kucaklayıp kaçırdılar, başkan, Makbule Nine’ye doğru “Habu uşağı tenbihleyen sensin Makbule teyze!” dedi.

     Makbule Nine, lafın altında kalmadı:

     “Bir küfürle kurtardın, silah alıp vursa daha mı iyiydi?”

                                                                         ***

       Mezarları karışmış bu toprak yığını, ötelerin kopyası mahşer yeri. Ülkelerin sınırlarına örülen duvarlar yıkılmış, kemikler mezarlar hudutlar unufak her tarafa dağılmış… İskeletler, mülteciler gibi akın etmişler.

     Köyün imamı, Makbule Nine’nin çıkışına karşılık verdi, “Makbule Nine müsaade et de dini görevlerimizi yapalım.”

     Makbule Nine bastonuyla hocanın üstüne yürüdü, itiş kakış… Makbule Nine bir elini başına terek yapıp, alttan yukarı hocayı aşağılayarak, “Sen kimsun?” dedi.

 “Din sana mı kalmış, he mi? Haçan hocasın bul benim herifin mezarını bakayım, dinmiş…”

      Makbule Nine’yi susturmak mümkün değil, imama: “Sana da iş düştü, şimdi hepsinin duasını oku hepsunun parasini ayri ayri al… Gördün ha bu kadar açık mezar, iştahun açıldı di mi, sağa kalsa bu mezar toprağı üstüne yumurta kırıp yersun!..”

      İmam da haklı, bir şekilde müdahale etmeli, müdahale olmayan yerden din düşer.

     Makbule Nine’ye, “Her bir işimiz sünnete uygun olmalı, Makbule Nine!”

      Makbule Nine: “Sünnete uygun he… Mezarlık pilav mı sünnete uygun üç parmağunla mı yiyecesun?”

      Altı üstü birbirine girmiş bu çökmüş mezarlıktan başkana kaymakama iş düşer de hocaya düşmez mi? Belediye başkanına, kürekçilere, jandarmaya hepsine takılmış plak gibi “Sayın cemaat ölüye saygısayın cemaat ölüye saygı” uyarıları, dualara, yağmura çamura karıştı…

      Mezarlık toprağının çamuru en çok imamın ayaklarına, dizlerine bulaştı.

      Makbule Nine, imamı dizlerine kadar çamura gömülmüş görünce alaylı laflarını sürdürdü:

      “He gören seni diyecek ki hoca üzüntüsünden gömeyi kendini.”

 

 

Nihat Genç’in romanı gerçek oldu? ‘Öbür dünyadan cesetler fırladı’

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. 31 Ağustos 2020, 07:09

    Nihat ağabey siyaset yapmasa dünyanın en büyük klasik eserlerini yazar.. Ama ağabeyim kulaklarını kötü yemişler. Onun için siyaset ve politika yorumları ile kendini harcıyor.. Onu öz ağabeyim gibi seviyorum.. Aslan ağabeyim. Kars akyaka incedere köyü sakini..

  2. Ne güzel, ne çarpıcı bir romandi İslamcı Erol nasıl çıldırdı

  3. Nihat bey çok güzel hikayeleştirmiş. çok etkisinde kaldım.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!