Ergun Türkcan yazdı…
KAÇAK ATOM BOMBASI YAPMAK-3
Neredeyse kuruluşundan itibaren, Hindistan gibi dev ülkenin gölgesinde kalıp varlık mücadelesine
giren Pakistan’ın, daha ilk çatışmalardan itibaren kendini korumak için nükleer bir araca ihtiyaç
duyması anlaşılır bir durumdur.
GİRİŞ
Bir üçüncü dünya ülkesinin, kendisinin bile zorlukla elde ettiği bir “teknoloji setini”, büyük devletlerin dahi yapmayacağı bir şekilde, henüz nihai hedefine varmadan başka ülkelerle paylaşması da, en az onu nükleer teknolojilere iten saikler kadar ilgi çekici olmalıdır. Ancak bu süreçlerin sadece para veya siyasi ortaklık amaçları dışında bazen “karşılıklı teknolojiler transferi” niteliği taşıdığı özellikle Kuzey Kore söz konusu olduğunda anlaşılıyor; bir tür dayanışma veya ticaret, diyebiliriz.
Her ne kadar Pakistan’da bu projeleri ve transferleri yönetenler, başta A.Q. Han bunun İslami dayanışma örneği olduğunu iddia etseler de, Kuzey Kore ve hatta Şii İran, Başkan Ziya zamanında, 1977-1988, artık Sünni-Vahabi bir devlet olan Pakistan’ın savunacağı bir tez olmaz. Zaten Pakistan hiçbir zaman resmen böyle bir transfer-ticaret yaptığını kabul etmemiştir. Libya’ya doğrudan para karşılığı yapılan transferler, sonunda, Başkan Kaddafi’nin Lockerbie[1] faciasından sonra nükleer teknolojilerden vazgeçmesi için yapılan baskılara boyun eğmesi ve her şeyi de açıklamasıyla ortaya çıkmış olsa da, artık Pakistan bu teknolojilere sahip olduğu için, bu ülke açısından fazla bir değişime yol açmadı ama İran, ABD ile 1979 İslam Devrimi’nden beri bir tür savaş hali yaşadığı için onu günümüze kadar gelen baskılar ve ambargolardan kurtaramadı.
Teknoloji transferlerinin başka bir cephesi de buna karar verenlerin şahsi servet ve banka hesaplarındaki artıştır. Tabii ki bu kişisel zenginleşme siyasi bir alana girmese de, siyaseti de etkileyen bir husustur; yeri gelince değineceğiz. Bu konu en çok AQ Han etrafında döndüğü için, ama projede en önemli-vazgeçilmeyen kimse olarak, hayatı hakkında aşağıdaki Kutu’da bilgi verilmiştir.
Abdül Kadir Han (veya A. Q. Khan)[2]
Pakistan atom bombasının teknolojik babası sayılan Abdül Kadir Han, kısaca AQ Han, Bhopal’de 27 Nisan 1936’da, eğitimci Abdül Gafur’un oğlu olarak doğmuştur. Dedesi ve büyük dedesi Raj’ın Ordusunda küçük rütbeli subaylardı. Çocukluğu bölünmenin getirdiği büyük kargaşa içinde geçmiş, hayatının temel travmasını yaşamış ve hiç unutamamıştır. Annesi ve kardeşleriyle 1952’de yeni kurulan Pakistan’a hicret ettiler; babası orada kaldı ve 1956’da öldü. Han ailesiyle Karaçi’ye yerleşip oradaki üniversitede mühendislik okuduktan sonra, parlak bir öğrenci olduğu için Hollanda’da Delft Teknik Üniversitesinden master, MS derecesi alıp, 1972’de, Belçika Leuven Katolik Üniversitesinde bakır metalürjisi konusunda doktorasını yaptı. Hocası Prof. M.J. Brabers onun çok kolay dostluklar kurduğunu belirtiyor.Onun tavsiyesiyle Amsterdam’da Fizik Dinamik Araştırma Laboratuvarı, (Fysisch Dynamisch Onderzoek), FDO, kabul edildi. Bu kuruluş Verenidge Machinefabrieken, VMF, bir ortaklığı (subsidiary) olduğu gibi Ultra-Centrifuge Nederland, UCN ile çok yakın işbirliği içindeydi. UNC aynı zamanda, Uranyum Zenginleştirme Konsorsiyomunun, URENCO, Daç ortağıydı. Han bu konsorsiyumun Hollanda’daki Almelo tesislerinde 1973-75 arası çalışarak, santrifüje dayalı zenginleştirme süreçleri hakkında son derece kritik bilgiler elde etti.
Bhutto’nun isteğiyle, Han Ocak 1976’da, Daç eşi ve iki kızını Nederland’da bırakıp kendi ülkesi Pakistan’a döndü, daha doğrusu PAEC’in mütevazi uranyum zenginleştirme programına katıldı, yeni bir kurum, Mühendislik Araştırma Laboratuvarları, ERL, 31 Temmuz 1976’da kuruldu, başına geçti ve çalışmalarında tamamen serbest kaldı. Ancak bu kuruluş çok gizliydi.
Tam bir yıl sonra Temmuz 1977’de, Bhutto darbeyle devrildi ve Gen. Ziya ül Hak iktidara geldi Han’ın siyasi bir bağlantısı olmadığı için, Bhutto’ya da saygı duymasına rağmen, Gen. Ziya ile baş başa bir görüşme yaptı ve durumu anlattı. Ziya nükleer programa devam etmek kararını vermişti ve kısa süre sonra Afganistan-İran meselesi çıkınca, Bhutto’ya çıkarılan güçlükler ona çıkarılmayacaktı. Başkan Ziya, iki ayrı kurumun yarışmasının sonuca ulaşmak için daha iyi bir yol olduğunu düşündü ve Han’ın enstitüsüne A-Planı ile uranyum zenginleştirme, Münir’e de B-Planı ile plütonyum yolunu gösterdi. Sonunda Nisan 1978’de, Han ilk kez az miktarda olsa da uranyum zenginleştirdi. İki yıl içinde Han, yeni Kahuta tesislerinde yeterli miktarda uranyum zenginleştirecek ve bunun üzerine, Başkan Gen. Ziya Mayıs 1981’de, ERL tesislerinin adını Han Araştırma Laboratuvarları (Khan Research Laboratories), KRL şeklinde değiştirip kendisini onurlandıracaktır. Buna rağmen çeşitli dedikodular üzerine 2001’de buradaki görevine son verilmiştir. İslamabad’da 10 Ekim 2021’de vefat etti. (Wikipedia).
Transferlerin ilki İran’a olup 1986’dan 2001’e kadar sürdürülmüştür. Bundan sonra Kuzey Kore ile ilişkiler 2002’de bir patlama gösteriyor. Libya ile nükleer ilişkiler 1997’de başlayıp 2003’de birdenbire bitiyor. Ancak, Kaddafi’nin Z. Ali Bhutto ile ilişkisi daha eskidir; onu 1977 darbesinden sonra idamdan kurtarmağa çalışıp da kurtaramaması Pakistan’la bir süre soğukluk yaşanmasına sebep oldu, sonra işbirliğine gidildi, Batı bu ilişkiye çok müsaade etmedi. Zaten Kaddafi’nin sonu da 2011’de, gelecektir. Doğal olarak, bu sadece devletlerarasında değildir; büyük devletlerin şirketleri de, müsaade edilsin-edilmesin bu işlerin içindedir.
PAKİSTAN’IN İRAN İLE NÜKLEER İLİŞKİLERİ[3]
İran-Pakistan İlişkileri, 1947-1970
İran 1986-2001 yılları arasında Dr. A.Q. Han (Khan) yönetiminde, onun adını taşıyan Khan Araştırma Laboratuvarlarından, KRL, nükleer tesislerin tasarımı, parça imalatı, teknik danışmanlık ve birçok teçhizat almıştır. Bunların bir kısmı uranyum zenginleştirme santrifüjleri olup, İran, sonradan bunların bozuk cihaz olduğunu iddia etmiştir. Pekiyi, bu 15 yıllık ticaret niçin yapılmış, Pakistan bu süreçten ne kazanmıştır?
İran’ın Pakistan’la Kültür İlişkileri
İran sadece tarihi bir komşu değil, dil ve kültür olarak şimdi Pakistan dediğimiz yerler dahil tüm Hind Kıtasında dil, kültür (sanat ve edebiyat), hatta yönetim usulleri dahil çok etkisi olan en eski medeniyetlerden biridir. Önemli bir düşünür Suruş İrfani buna ‘Indo-Persian kültürel matriksi’ demektedir.[4] Farsça (Farsî) bu ülkenin Kuzey-Batı Sınırı (yeni adı Hayber Puktunkva) Eyaletinde ve tabii Afganistan’ın Batısında konuşulduğu gibi, entelektüel çevrenin de dilidir. Tıpkı Osmanlıcanın daha çok Farsça, Arapçadan kelimelerden ve Türkçe sentakstan oluşması gibi, milli dil Urdu (Orduca) da Türkçe ve Farsçadan oluşuyor, ancak yönetim, bilim ve eğitim dili, tıpkı Hindistan gibi, İngilizcedir. Pencap[5] Eyaleti merkezi Lahor, Farsi kültürün tanınmış merkezlerinden biridir. İran Şii çoğunluğa sahip, resmi mezhebi da Şii iken, Pakistan resmi mezhebi Sünni olup, Şiiler nüfusun % 20’sini teşkil etmektedirler.
Pakistan’ın en büyük eyaleti Belucistan’ın İran Belucistan’ı ile 900 km sınırı olup bağımsızlıktan sonra bu ülkeyi ilk tanıyan ülke İran olmuştur. Pakistan Başbakanı Liyakat Ali Han’ın ilk ziyaret ettiği ülke 1949’da, İran’dır. İran Şahı da 1950’de, bir devlet başkanı olarak ülkeye ilk ziyareti yapmıştı. İran’ın asıl güvenlik sorunu Kuzey’de, İkinci Dünya Savaşında Azerbaycan’ı işgal edip, 1947’de çekilmiş olan Sovyet tehdididir. Bu işgal travmasından kurtulmağa çalışırken Körfez’de İngiliz hakimiyetindeki yeni oluşan Arap ülkeleriyle din ve menfaat (bunlar yeni ve daha büyük petrol üreticileriydi) çatışması doğuyordu.
Pakistan’ın en büyük güvenlik sorunu kopmuş olduğu Hindistan’ın düşmanca tutumu ve ülkenin ikiye ayrılmış durumuydu. Ayrıca İngiliz Raj döneminin baş ağrısı Afganistan, şimdi de Pakistan’ın ikinci güvenlik sorunu haline gelmişti. Ünlü Kuzey-Batı Sınırı, Peştun kabileleri ve Kabil’den öte pek hükmü olmayan ama devlet olarak tanınan Krallığın, Pakistan’a karşı daha başında bir düşmanlık gösterip, BM’e üye olmasını engellemeğe çalışması, yeni ülkeye İngiltere’nin bile düzene sokamadığı bir sınır kargaşası hediye etmişti. Sovyetlerin de bu iki ülkeye bakışının pek dostça olmadığı da açıktı. O zaman iki komşu mecburen Batı’ya, ABD’ye ve İngiltere gibi eski emperyalistlere yanaşacaktı.
Bu arada, 1953 yılında milliyetçi lider Musaddık’ın Başbakan olması, Anglo-Iranian Petroleum Company’i millileştirmesi, bu işin CIA ve İran ordusunun katılımıyla bozulup Musaddık’ın devrilmesiyle İran Şahı tamamen bir ABD kuklası haline geldi. İki ülke önce, Mayıs 1954’de, ABD ile karşılıklı güvenlik anlaşması, Ekim’de, Güney Doğu İttifakı Anlaşmasına, SEATO, 1955’de ise Türkiye, Irak ve İngiltere’nin kurduğu Bağdat Paktına katıldılar. Irak Kraliyet rejimi 1958’de devrilince bu ülke ayrıldı ve ittifak CENTO adını aldı.
Bu birlikteliğin yanında Pakistan’ı kuran siyasi elitin çoğu Şii idi: Kurucu ve ilk başbakan Cinnah, ilk cumhurbaşkanı İskender Ali Mirza Han ile İranlı eşi Nahid Emirteymur. General Eyüp Han1958’de darbe yapınca Londra’ya sürgüne giden Mirza Han, 1969’da ölünce, o sırada iktidarda olan Yahya Han cenazenin ülkeye gelmesine izin vermedi, ama Şah ona Tahran’da bir devlet töreni yaptı.
İran her zaman Keşmir meselesinde Pakistan’ı destekledi ve yakınlık gösterdi: 1965 yılı savaşında da güvenilir bir müttefik olduğunu gösterdiği gibi, savaş sırasında askeri üslerini açtı; ambargo yüzünden Pakistan’a gönderilmeyen savaş uçaklarını alarak Pakistan’a verdi. Hatta Şah, 1963’de Afganistan ile Pakistan ilişkisinin kurulmasını sağladı ve Afgan Kralını, Pakistan’ın kızdığı, sınırda Paktunistan diye bir devlet kurma projesinden vazgeçirdi. Bu arada dünyada yeni gelişmeler oluyor, Bağlantısızlar Hindistan, Mısır, Endonezya ve diğerleri anti monarşik (anti-Şah) politikalar yürütüyorlar, Krallığı 1958’de deviren Irak Cumhuriyeti de Sovyetlere yanaşarak İran için ayrı bir tehdit oluşturuyordu.
İRAN-PAKİSTAN VE DÜNYA
1970’ler hem dünya hem de bu iki ülke bakımından çok hareketli geçecektir. Birinci Bölümde anlatılan 1971 Hint-Paki Savaşı sonunda Pakistan ikiye ayrılıp, Doğu kısmında Bangladeş diye bir devlet doğmuştu. Aynı yıl İngiltere “East of Suez” politikası gereği Körfez’den (1917’de girdiği Arabistan’dan) çekildi; Şah bu boşluğu doldurma çabasında olacaktı. Arap ülkeleri, Mısır, Suriye, Ürdün, 1973 Ekim’de Yom Kippur denen savaşta İsrail’e saldırınca, bu kez Yahudiler zorlandılar ama yenilmediler. Bunun sonucu Mısır’ın Sina’yı geri alıp İsrail ile bir barış imzalaması olsa da, OPEC’in[6] uyguladığı petrol ambargosu, arkasından 1974 sonu, petrol fiyatlarını yükselmesi sonunda İran’ın yıllık geliri, 1973’de, 4.9 milyar $ iken 25 milyar $ a yükseldi; ABD’nin OPEC’e bir hediyesi sayılır.[7]
İran zengindi ama Pakistan daha da fakirleşmişti. O zaman Başbakan Z. Ali Bhutto ilişkileri şöyle tanımlıyor: “1973’den önce ben Şahla kardeş olarak konuşuyordum; şimdi sadece dinleyiciyim.” Bu kargaşanın arasında Hindistan “Gülen Budha” projesi gereği 1974’de ilk nükleer patlamasını gerçekleştirince Pakistan’ın da nükleerden başka seçeneği kalmamıştı. İran 1974-77 arasında kalkınma projeleri için Pakistan’a kredi, nakit, petrol parası (off set) olarak 800 m. $ üstünde bir transfer yapmıştır. Bhutto’nun Şaha nükleer silah niyetinden bahsedip etmediği bilinmiyor. Şah ‘deli’ dediği Muammer Kaddafi’den nefret ettiği için, 1973’de, Pakistan’da toplanan İslam devletleri başkanları toplantısına katılmasa da, 1976’da, (son) bir resmi ziyaret yaptı. Ertesi yıl Gen Ziya ül Hak darbe yapıp, Bhutto’yu hapse attı; idam ettirecektir.
Olaylar 1979’da daha da hızlandı: Şubat’ta Şahı tahttan eden İslam Devrimi gerçekleştiği gibi, SSCB de, mevcut hükümetin davetiyle Afganistan’a girdi; Orta Doğu’da tüm dengeler değişti, Pakistan’ın stratejik önemi birden arttı. İran’daki yeni rejimi ilk tanıyan hükümetlerden biri de Pakistan’dı. Pakistan’ın Sünni siyasi partileri, başta Cemaati İslami, JI, Şii İran’la anlaşabildi. Hatta JI kurucusu Ebul ala Madudi bu devrimi gerçekleştiren Hümeyni’ye bir hayranlık duyuyor, “keşke onun yaptığını biz de gerçekleştirsek”, diyordu. Bu isteği Ziya ül Hak fazlasıyla gerçekleştirecek, Birinci Bölümde görüldüğü gibi, bir İslam devleti olarak kurulmuş Pakistan’a Şeriatı da getirecekti.
Pakistan Tahran’daki Amerikan Sefareti baskınını hiç kınamadığı gibi, ABD’nin bunları kurtarmak için yaptığı girişimi eleştirdi. Irak-İran Savaşında da, 1980-8, iki tarafı dengelemeğe çalıştı. Ziya daha önce, 1977’de Şahı ziyaret etmiş, ona sokaktaki devrimci hareketi bastırmasını tavsiye etmişti. Bu nedenle ve tabii Sünni olduğu için, Hümeyni onu soğuk karşılamıştı. Bunu hisseden ABD Başkan Yrd. Bush, dolaylı yollardan, Ziya’ya İran Belücistan’ını destabilize etmek için, tıpkı Afgan’daki gibi, Mücahiddin’i kullanmayı önermiş, Ziya oralı olmamıştı. O şimdi bu havadan yararlanıp, Bhutto’nun başlattığı nükleer projeyi sonuçlandırmak istiyordu. Şimdi para bulup, kara borsadan nükleer malzemeler temin edebilirdi; ABD pek üstüne gidemezdi.
İRAN ŞAHI NÜKLEER TEKNOLOJİ PEŞİNDE
İran da, Pakistan gibi, hemen savaş sonrası nükleer silah projesiyle ilgilenmişti. O da elinde bomba olan Sovyetlerden korkuyor, sadece ABD’ye bağımlı olmak istemiyordu. Şah Musaddık badiresini atlatıp koltuğundan emin olunca ilk adımı attı: ABD ile Barış için Atom Programı anlaşması imzalayıp Bağdat’ta kurulmuş Nükleer Bilim Enstitüsü’nü, Irak Devriminden sonra, 1959 Tahran’a aldırttı. ABD’den 5 MW lık bir araştırma reaktörü ile 5.545 kg zenginleştirilmiş (% 93) uranyum ve 112 gram plütonyum satın aldı. Buna karşılık NTP’yi de imzaladı. İran bu anlaşmayı 1968’de bir on yıllığına uzattı, arkasından da, 1970’de, on yıl içinde nükleer enerji tesisleri kurmak istediğini beyan etti, silahtan bahsetmedi. Bu işleri, o dönemde gizli bir anlaşma yaptığı Arjantin ile yürütüp, bu ülkenin nükleer bilimcilerini ağırlıyordu.
1974’de, İran, Fransız Atom Enerjisi Komisyonu’na, CEA, 1 milyar $’lık kredi vererek, Tricastin’deki uranyum zenginleştirme tesisinin % 10’na ortak oldu; bu anlaşma 1979’da feshedilecektir. Aynı yıl İran Atom Enerjisi Örgütü, AEOI, kuruldu ve başına İsviçre’de okumuş nükleer fizikçi Dr. Ekber İtimad getirildi; ilk yıl bütçesi 30.8 m. $ dı. İran’ı ziyaret eden Hindistan başbakanı İndra Gandhi ile Şah arasında nükleer işbirliği konusunda anlaşma yapıldıysa da uygulanmadı.
Haziran 1974’de Şah “İran’ın nükleer silah yapması gerektiği kuşkusuzdur” diye bir beyanat verdiyse de, hemen sonra bunu düzeltip, “İran dahil bölgedeki her devletin nükleer silahlardan kaçınması gereklidir”, dedi. Aynı ay yanında Dr. İtimat ile Paris’e gidip, 5 tane 1.000 MW’lık reaktör, bir araştırma merkezi kurulması ve uranyum temini için bir ön anlaşma yaptılarsa da bu ilerlemedi. Benzer anlaşmalar Batı Almanya ve ABD ile de yapıldı; Danimarka, 10 kg. HEU, zenginleştirilmiş uranyum ve 25 kg. doğal uranyum sağladı. Bu arada İran Batı ülkelerine en az 300 öğrenciyi bu amaçla gönderdi ve AEOI’nin bütçesini, 1976’da 1 milyar $’a çıkardı. Şah, eğer küçük ülkeler (Pakistan’ı kastediyor, kendisi büyük ülke!) nükleer silah yapmağa kalkışırlarsa, tabii İran da kararını değiştirir, dedi.
1976’da Güney Afrika ile 700 m. $’lık bir ‘sarı kek’ (uranyumun ilk hali) anlaşması ve Batı Alman Kraftwerk Union firmasıyla Buşehir’de 7.8 milyar DM’lik bir nükleer enerji tesisi anlaşması yapıldı. ABD ile anlaşma, güvenlik maddelerindeki anlaşmazlık nedeniyle askıya alınınca, Fransa ile iki nükleer reaktör temini anlaşması yapıldı. Diğer nükleer mal ve hizmetler için de, 1977, bir seri anlaşma yapıldı; Fransa 300 İranlı teknisyen yetiştirmeyi kabul etti.
1978’de, Şah AEOI’nin başına getirdiği Ekber İtimad’ı kötü yönetim ve cebini doldurmak nedeniyle görevden aldığı gibi, bu kurumu Enerji Bakanlığı içinde eritti ve Kraftwek Union ile yapılan reaktör anlaşmasını iptal etti. ABD’ye iyice yaklaşan Şah bu ülkeden 6 ila 8 hafif su reaktörü almak için anlaşma yaptı. Tahran Nükleer Araştırma Merkezini’nin TNRC, Şahın gizli silah merkezi olduğu fazla saklanmıyordu; bunu herkes biliyordu ama durum idare ediliyordu.
1979 Şubat başındaki İslam Devrimi her şeyi değiştirdi. Buşehir tesisinin % 85’i tamamlandığı halde durduruldu. AEOI’nin personeli 4.500 den 800 e düşürüldü. Hümeyni de bu konuda bir fetva verdi: “İran İslam Cumhuriyeti temel dini inanışları ve hukuki olarak hiçbir zaman kitle imha silahlarına başvurmaz… Düşmanlarımızın propagandasına rağmen, biz temelde, hangi şekilde olursa olsun kitle imha silahlarının üretimine karşıyız.”
Bu fetva bugün de geçerli olup, yöneticiler tarafından gerektiğinde hatırlatılır, ama İslamcıların da Şah gibi nükleer silah peşinde olduğu, özellikle Irak Savaşı ve diğer baskılar karşısında Pakistan’a yöneldikleri de bu yazının konusudur.
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ’NİN PAKİSTAN’LA NÜKLEER İŞ BİRLİĞİ
Savaşta Irak, Buşehir santralını 1984-87 arasında 6 kez bombaladı. Saddam bunun ötesinde kimyasal silahlarla 60 bin kadar İranlıyı öldürdü ve psikolojik olarak halkı daha çok etkiledi. Iran bunun üzerine Nükleer Araştırma Merkezini İsfahan’a taşıdı; fetvaya rağmen nükleer silah kaçınılmaz görünüyordu. Yezd Eyaletinde Sagand bölgesinde iyi kalite uranyum yatakları bulundu. Pakistan’la nükleer ilişkiler 1987’de başladı, kaynağımız Abbas’a göre 4 aşamalıdır:
İlk aşama İran’ın A.Q. Han’ın başarılarını duyup onunla temas kurmasıdır. İki ülkenin Atom Enerjisi Komisyonları 1987’de, askeri ve nükleer alanlarda, Ziya ül Hak’ın onayı olmadan, ABD’nin ilgisini çekmemek için, işbirliğini geliştirme konusunda bir anlaşma yaptı. Bu tarihe kadar Savaşta tarafsız kalan Pakistan’ın, ABD’ye rağmen İran’a yaklaşması da, bu ülkeyle kendi usulünde bir pazarlık diye düşünüldü. İran bir yandan, Peşaver’de Şii lider Arif-ül Hüseyin’in katli ile Gilgit’te Sünnilerin Şiilere saldırmasını görmezlikten gelip, 1988’de Pakistan ile nükleer işbirliğini başlattı; İran devleti düşmanı Araplarla da son gününe kadar iyi ilişkiler geliştirmekten geri kalmadı.
AQ. Han o zamanı ve bu işte sonradan reddedeceği kritik rolünü şöyle özetliyor: “İran nükleer teknoloji elde etmek istiyordu. İran çok önemli bir Müslüman ülke olduğu için biz de onun bu teknolojiyi elde etmesini arzuladık. Batı haksız bir şekilde baskı yapıyordu. Eğer İran bu teknolojiye sahip olursa bölgemizde güçlü bir blok oluşturup, dış baskılara karşı koyabilirdik. İran’ın nükleer yeteneği İsrail’i nötralize edebilirdi. Biz de İran’a satıcılarla temasa geçmesini önerdik.”
İran’ın temasa geçtiği ilk batılı zenginleştirme santrüfüjlerine vakum pompaları ve valflar üreten bir Alman firmasında çalışırken 1980’lerde ayrılıp İsviçre’de kendi firmasını kurup, bu planlar üzerinde çok hızlı gaz santrüfüjleri imal eden bir Alman Gotthard Lerch idi. Onun eski firması o yıllarda, Pakistan’a 1.3 m. DM değerinde valflar, vakum pompaları, gaz pürifikasyon sistemleri satmışken, şimdi kendisi bunları yapıp, satacaktı. Tabii bu satışlar, normal bir eşya gibi “parasını ver-malı al” gibi yapılmıyor. Bir yerlerde gizli pazarlıklar, gizli para transferleri, rüşvetler, malları getirmek için çeşitli karışık işler vb bu polisiye işler üzerinde durmuyoruz. Başkan Ziya bu dönemde, Afganistan’daki Cihat ile meşgul olduğundan ilişkileri AQ Han ile Genkur. İkinci Bşk. Gen. Mirza Aslan Bey yönlendiriyordu. Han’ın İran’a iki P-1 santrifüjü göndermesi bu sıradadır.
BENAZİR BHUTTO’NUN BAŞBAKANLIK DÖNEMİ
Ağustos 1988’de Ziya ül Hak suikasta uğrayınca, yıl sonunda Ziya’nın idam ettirdiği Z.A. Bhutto’nun büyük kızı Benazir Bhutto, yine PPP’nin başı olarak iktidara geldi. Ancak askerlerin şartları vardı; Benazir bunları kabul etmezse, yine bir askerin darbe yapıp geleceğini biliyordu, kabul etti. Bu şartlar: a) Bhutto Pakistan’ın nükleer programına karışmayacaktı. b) Ordunun Afgan politikasına da karışmayacaktı; askerler buradaki belli militan fraksiyonları (başta Taliban) desteklemeğe devam edeceklerdi, c) Ordu kendi içişlerinde bağımsız olacak, Hükümet karışmayacaktı. (Ordu vesayetinin en açık örneklerinden biridir).
Benazir, en çok, Nükleer Programı başlatan politikacının kızı olarak, ordunun kendisine güvenmemesine, sırları paylaşmamasına çok üzülmüştü, ama yapacağı bir şey yoktu. Hatta bir tartışma sırasında, ülkenin nükleer durumu hakkında Genkur. Bşk.’na bir şey soracak olmuştu, “ben bilmiyorum, Cumhurbaşkanına sorun”, demiş; Başkan da “sizin bilmeniz gerekmiyor”, diye cevaplamıştı. Ordu onu, Batıda okumuş, ABD-İngiltere yanlısı biri sayıyordu. Acaba Benazir (Ms. Bhutto) nasıl bir politikacıydı? (Ayrıca batıda okumayan bir Pakistanlı bilimci ve mühendis var mıydı?)
Benazir Bhutto, 1953-2007
Benazir Bhutto Karaçi’de zengin ve aristokratik bir ailenin büyük kızı olarak 1953’de doğdu ve Müslüman bir ülkede, babası Z.A. Bhutto’nun kurduğu PPP (Pakistan Halk Partisi) başına geçerek, iki kez başbakanlık yaptı. Benazir lisans derecesini Harvard’dan (Radcliffe College), Lisans-üstü derecesini Oxford’dan aldı ve bu İngiliz üniversitesi Öğrenci Derneğinin (Oxford Union) Başkanlığını yaptı, 1977’de ülkesine döndü. Benazir, 2007’de yeniden seçimler için kampanya yaparken, resmi görüşe göre, Selefi bir cihat grubu, İslami terör örgütü El Kaide tarafından suikasta uğrayıp, öldürüldü. (Wikipedia) Bu örgütün, Afganistan’da Sovyetlere karşı çarpışmak için ABD tarafından Suudilere kurdurulduğunu herkes bilir. Yukarıda ifade ettiğim gibi Benezir’in başlıca suçu atom bombası yaptıran bir ailenin kızı olmasıdır.
İran’da Ayetullah Humeyni’nin de 1989’da vefatıyla işler biraz daha karıştı. İran-Irak savaşının kim tarafından çıkarıldığını anlayan Hümeyni, Irak’la bir anlaşma kapısını aralamış ve ateşkes ilan edilmişti; iki tarafın da kayıpları çok büyüktü. İran bu değişiklikten sonra ümitlenmiş, Pakistan’dan daha fazla yardım için resmi kanallarla Benazir’e ulaşmağa çalışmıştı; o durumun farkında değildi.
İran İslami Devrim Muhafızları Komutanı Muhsin Rızai, bir ara Pakistan Askeri İstihbarat Örgütü, ISI (Inter-Service Intelligence) Başkanı Korg. Asaf Durani’ye yanaşıp ‘nükleer teknolojinin barışçı amaçlarla kullanılması konusunda işbirliği’ teklif ettiğinde, Durani, kibarca “bunun mümkün olmadığını” ifade etmişti. Ama İran bu konuda ısrarcıydı. Araya Gen. Aslan Bey’i sokarak, rüşvet teklif ederek teknoloji istedikleri çeşitli gazete ve kitaplarda çıkmışsa da, taraflar sonradan bunları yalanlamışlardır; kuşkusuz bir şeyler dönmüştür.
İktidara yeni gelmişken, Tahran’da, İslam Hükümet Başkanları toplantısında, bir ara Benazir Bhutto’yu bir köşeye çeken Başkan Rafsancani, “hükümetlerimiz son yıllarda savunma konusunda özel bir anlaşmaya varmıştı, şimdi iki tarafın bu anlaşmayı bir defa daha, hükümet başkanları olarak onaylamasını istiyorum” deyince, B. Bhutto “neden bahsediyorsunuz, Sayın Başkan”, sorusunu sordu. “Hanımefendi nükleer teknolojiden bahsediyorum”. Rafsancani onun bu konuda bilgisizliğini tahmin etse de, bu kadarını tahmin etmiyordu; bu teknoloji için 4 milyar $ teklif etti. Benazir çok kıvrak bir diplomasiyle, “Başkan ve Ordu ile konuştuktan sonra kendisine döneceğini” ifade etti. Gerçekten de memlekete dönünce ikisiyle konuştu ama hiçbir bilgi vermediler. Bunun üzerine Benazir bir kararname çıkartıp, tüm nükleer uzmanların kendi müsaadesi olmadan yurt dışına çıkışını yasakladı. Bu arada ABD-Pakistan ilişkileri kötüleşiyordu ama ABD’nin ve tabii, çökmekte olan SSCB’nin ilgisi Doğu Avrupa’ya kaymıştı; Berlin Duvarı yıkılmış, Doğu Almanya ve diğerleri Rusya’dan kopmuş, SSCB 15 parçaya bölünmek üzereydi. (İkinci Brest-Litowsk Anlaşması!)[8]
Genkur. Bşk. Aslan Bey, (Aslam Beg) Savunma Bakan Yrd. H. Rowen’e, ABD’nin Pakistan’a yardımı kesmesi tehditleri karşısında, İran’la nükleer teknoloji bilgilerini paylaşabileceklerini açıkça ifade etti, ama silah satışından bahsetmedi; tabii, anlayan anladı. 1990’da Aslan Bey İran’a petrol karşılığı nükleer teknoloji vermeyi önerdi ama bunu öğrenen ABD Elçisi, “bunun ABD ile ilişkiler bakımından nasıl bir felaket olacağını biliyor musun”, sorusu karşısında bu işten vazgeçildi. Bu sırada Keşmir meselesi iyice alevlenmişti, İran’dan destek isteniyordu. Pakistan’ın verebileceği bir şey yoktu, bu nedenle teklifi yapmıştı.
Ziya’nın ölümünden sonraki dönemde önemli rol oynayanların başında daha önce Maliye Bakanlığı yapmış, sonra Senato Başkanı seçilimi olan Gulam İsak Han gelir. Ziya öl(dürül)ünce, Cumhurbaşkanlığına vekalet etmeğe başlamış, bu sırada yakın işbirliği yaptığı Gen. Aslan Bey’i Genkur. Bşk tayin etmişti; bunlar beklenmeyen, anayasada olmayan tayinlerdi. Onun için İshak Han’ın seçilmiş başkan olması gerekti; seçimi Meclis ve Eyalet meclisleri yapıyordu. Benazir’e baskı yapılarak bu seçim gerçekleşmişti; bir anlamda onu da destekleyen Aslan Bey’di. Şimdi İshak Han Gen. Ziya için verilmiş olan tüm Cumhurbaşkanlığı yetkilerini Aslan Bey’le birlikte rahatça ve meşru olarak kullanabilirdi; kullandı.
İshak Han’ın projenin başı A.Q. Han ile de ilişkileri mükemmeldi. Han onun 17 yıllık Başkanlığında hiçbir kimseye tavassut etmediğini, her ay kendi araştırma merkezi Kahuta’yı ziyaret ettiğini, zaten Maliye Bakanı iken, (ithalat-ihracat ve gizli ödemeler için kullanılan) kötü şöhretli BCCI bankasının branşı olan BCCI Vakfına vergi muafiyeti tanıyıp bu işleri kolaylaştırdığını, 1998 test patlaması sonrası yaptığı bir değerlendirme sırasında ifade ediyor. Buna karşın, BCCI de, Kuzey-Batı Sınırındaki (şimdi Hayber Punktunkva) EyaletindekiSwabi district bölgesinde kurulan Gulam İshak Han, GIK Mühendislik Bilimleri ve Teknoloji Enstitüsü’ne 10 milyon $ bağışladı. Bu enstitü, AQ Han ile İshak Han’ın ortak projesi olup modern eğitim ve araştırmayı birleştiriyordu. Bu hizmetlerinden ötürü İshak Han’a “Pakistan nükleer bombasının büyükbabası” denecektir. Siyasi Babası ise Z. Ali Bhutto diye önceden belirlenmişti.
Babası atom bombasının babası da olsa kızı Benazir Bhutto tüm bu gelişmelerde devre dışıdır. Bu konudaki bilgileri, ancak Haziran 1989’da, iyi ilişkiler içinde olduğu ABD’yi ziyaretinde CIA’nın kendisine verdiği bir brifingde alacaktır. Tabii, Aslan Bey ve İshak Han iyice kuşkulanıp, bunu baştan atma çareleri aradı ve sonunda çok kötü bir anayasanın maddelerinden yararlanıp, onun yetersizlik ve suiistimalden suçlayıp, Ağustos 1990’da, Hükümeti devirdiler. Şimdi İran’a nükleer yardım meselesini rahatça çözebilirlerdi.
NAVAZ ŞERİF BAŞBAKAN
Kasım 1990’da yapılan seçimde başkan ve Aslan Bey’in yakın müttefiki olan Navaz Şerif Başbakan oldu. Bu arada ABD Irak’ı, Kuveyt nedeniyle işgal ettiği gibi, Pakistan’a yeni Amerikan ambargosu İran’la tekrar yakınlaştırmayı getirdi. Şerif Tahranı, 1991-3 arasında 3 kez ziyaret ettiği gibi, İshak Han ve Rafsanjani de karşılıklı ziyaretlerde bulundular. Bu döneme ait bir sürü, doğrulanmış veya doğrulanamamış bir sürü bilgi, sonradan ifşaat ve haber vardır. Bunları burada tekrarlamak bana çok anlamlı gelmiyor. Biri ABD’nin açık düşmanı, öteki ise ABD’nin sözde dostu ama fakirliğinden ve Hint korkusundan bir destek arayan iki ülkenin, gizli veya açık dayanışması kaçınılmaz. İran petrol parasından 6-10 milyar $ dolar arası bir miktarı nükleer teknoloji bulmak için gözden çıkarmış, ötekisi ise yağlı bir müşteri bulmuş olmanın rahatlığıyla uluslararası sistemin gözünü boyamağa çalışıyor; gerisi ayrıntı.
Genkur. Bşk. Aslan Bey’in süresi Ağustos 1991’se bitmeden önce, onun bir sıkıyönetim ilan edip başa geçeceği ülkede konuşulmağa başlanınca, İshak Han spekülasyonu önlemek için, Gen. Asif Navaz’ı 6 ay önce buraya tayin edeceğini açıkladı. Tabii, Aslan Bey ‘topal ördek’ durumuna düştüyse de, görev süresinin son ayında, Ağustos 1991, bir İran delegasyonunu kabul etti ve Asif Navaz buna davet edilmedi. Ancak Asif Navaz göreve gelince İran’a davet edildi, toplantıda Rafsancani ile de görüşme fırsatı buldu. İran Cumhurbaşkanı, “Selefinizin bize söz verdiği teknolojiyi ne zaman alabiliriz?” sorusunu yöneltti. Navaz bocaladı ve tamamen bilgisiz olduğunu saklamak için (tıpkı Benazir’in başına gelen gibi) döndüğünde yetkililerle konuşacağını ifade etti.
Döndüğünde Cumhurbaşkanı ve Başbakan Aslan Bey’in İran ile asla böyle bir nükleer anlaşma yapmaya yetkisi olmadığını söylediler. (Demokratik olmayan yarı-kabile, yarı-diktatörlük rejimlerinde bir kişi kritik bir makamdan ayrılınca onun kararları da kendisi de bir kenara atılır). Daha sonra Navaz, Muhsin Rızai başkanlığındaki bir İran delegasyonuna, kesin bir şekilde, “Pakistan’ın nükleer teknolojisinin satılık olmadığını, hiçbir ülkenin de, sadece kendi milli amaçları için yarattığı bu teknolojiyi elde etmeyi düşünemeyeceğini çünkü Pakistan’ın nükleer yayılmaya karşı olduğunu”, ifade etti. ABD’de gazetecilik yapan saygı değer gazeteci Zahid Hüseyin Gen. Navaz’ın ılımlı, Batı-yanlısı bir subay olarak Pakistan-İran ilişkilerini kötüleştirdiğini, bunun ABD Elçisi ve idaresi tarafından da takdirle karşılandığını yazmış; Abbas’ın kayıtları böyle. Bu durumu en üst düzeydeki politikacılar da Rafsancani’ye bildirmişler.
Tabii AQ Han’ın İran’la nükleer işbirliği, Aslan Bey’den sonra çok büyük darbe yedi. Fakat Gen. Navaz, Ocak 1993’de birdenbire öldü. Dul eşi bu “cinayette” parmağı olduğu için Başbakan Navaz Şerif için suç duyurusunda bulundu. Böyle suçlar hiç aydınlığa çıkmaz, siyaset örter. Benazir Bhutto Mecliste bir konuşma yaparak, “onun orduyu siyaset dışında tuttuğunu”, anlatarak onu övdü.
BENAZİR’İN İKİNCİ BAŞBAKANLIĞI
Onun yerine Genkur. Bşk.’na Gen. Abdül Vahid Kakar getirildi. O da orduyu politikaya sokmamağa çalışan profesyonel bir askerdi. Yine en tepede tepişme başladı ve Cumhurbaşkanı ile Başbakan Şerif’in anlaşmazlığı Hükümetin düşmesine ve Ekim 1993’de, tekrar Benazir’in Başbakan olmasına yol açtı.
AQ Han yine eskisi gibi, hatta eskisinden bile güçlüydü. Han, Gen. Kakar’ın bilgisi dahilinde, İran’a, Ocak 1993’den Ocak 1996’ya kadar 500 adet P-1 türü santrifüj gönderdi; bunların kullanılmış olduğu söylendi ki, doğaldır. Çünkü bu bilgiyi veren, olayı çok yakından izleyen Suudi İstihbarat Şefi Prens Türki el Faysal 1995 Mart’ında, Bhutto’ya gidip bu işbirliğini durdurması için çalıştı.
İran’ın şikayetlerini gidermek için AQ Han, körük gibi bazı yeni parçalar ve 1994-96 arası P-2 santrifüjleri vermeğe başladı. Bazı değerlendirmelere göre İran-Han işbirliğinin tepe noktası bu yıllar olup, ilişki 1999’a kadar sürmüştür. Şikayetlerin bir kısmı, İran’ın bu işlere tam vakıf olmamasından ve bazı yerde ucuz malzeme kullanmasından kaynaklanmıştır; bunlar teknik konular. Abbas, 2001’de görevden alınan ama nedense fazla da üzerine gidilemeyen AQ Han’ın Sri Lanka Cumhurbaşkanından Dubai Emirine kadar, İran’la ilgili parasal işleri hakkında bilgiler veriyor ki, onlar da polisiye-hukuki meseleler olduğundan üzerinde durmak istemiyorum.
Sadece, Ocak 1996’da görevi biten Gen. Kakar’ın yerine kültürlü ve istihbaratı iyi bir komutan olan Gen. Cihangir Keramet geldi, ilk işi nükleer program bütçesinin denetlenmesi sağlamak oldu; tabii AQ Han ile ipler gerildi; Aslan Bey’den sonra yapılan işlerde, askeri kanattan kurumsal bir onay ve destek olmadığının farkındaydı. İran işbirliği özel bir ilişki idi, Han’ın zengin olmasına sebep olduğu halde Pakistan’a bir şey sağlamamış ve bir sürü siyasi dert açmıştı.
TEKRAR NAVAZ ŞERİF VE İRAN İŞ BİRLİĞİNİN SONU
Zaten, Kasım 1996’da Cumhurbaşkanı Legari, Anayasanın Ziya tarafından değiştirilmiş 8. Maddesi ve diğer araçları kullanıp, Banazir Hükümetini ikinci kez düşürüp, yerine ikinci kez Navaz Şerif’i getirecektir. (Navaz’ın da ilk işi bu maddeyi kaldırmağa, Başkanın ve üst yargının yetkilerini kısıtlamağa çalışmak olacaktır.) Benazir’in düşürülme nedeni kendisine ve ailesine yönelik yolsuzluk suçlamalarıdır.[9] Bu gibi, Pakistan için olağan siyasi faaliyetler sırasında, ülkenin ilk atom bombası denemesi yapıldı: Hindistan’dan hemen sonra, 28-30 Mayıs 1998’de, Belucistan Eyaletinde Chagai tepelerinde 6 nükleer test gerçekleştirdi. Pakistan 21. Yy a girmeden hayali olan nükleer bir dengeye ulaşmıştı.
PERVEZ MÜŞERREF DARBESİ
Fakat Pakistan’ın askeri vesayetle geçen siyasi hayatı devam etti: Ekim 1999’da Gen. Kur. Bşk. Pervez Müşerref darbeyle Navaz Şerif’i darbeyle devirip Başkan oldu. Yargılanan Şerif, vatana ihanetten (devrilen herkes normalde vatan haini olup ya ölüme veya müebbet hapse mahkum olur) müebbet hapse mahkum oldu.
Suudilerin ricasıyla, bir yıl sonra bu ülkeye sürgüne gönderildi. Müşerref de bir Anayasa değişikliği ile iki dönemden fazla başbakanlık yapmayı yasakladığı gibi, Haziran 2001’de kendini Cumhurbaşkanı atadı; hem Ordunun başı hem yürütmenin başı olarak (Kenan Evren gibi) tüm gücü elinde toplayıp, 2002’de, bir referandumla Başkanlık süresin 5 yıl daha uzattı. Bu arada, Bhutto ailesinden hiç hoşlanmasa da, eşi Zerdari’yi, iyi niyet işareti olarak hapisten çıkarıp New York’a gönderdi. Bunun sebebi insani olmaktan çok, PPP’nin, 2002’nin Ekim seçiminde en çok oyu almasına rağmen (çok iyi bir seçim sistemiyle!) sadece 63 sandalye kazanması ve ülkede seçmen kızgınlığının artmasıdır.
İRAN İŞ BİRLİĞİNİN SONU
Müşerref’in 2008’da verdiği bir mülakata göre, AQ Han’ın İran’da Zahidan şehrine gizli bir uçuş yapmağa teşebbüs ettiğini öğrenince, onu kendi adını taşıyan araştırma laboratuvarı KRL Başkanlığından kovdu, daha sonra, 2004’de ev hapsine alınacaktır. Han’ın marifetleri ortaya çıktıkça iki ülkenin birbirinden şüpheleri de artacaktır. Pakistan, İran’ın kendisini kötü duruma sokmak için bir takım gizli, hayati bilgileri IAEA’ya verdiğini düşünürken İran da aynı şeyleri İsrail ve Hindistan işbirliği ile Pakistan’ın yaptığı kanaatindeydi. Tabii, ikisinin de, Afganistan politikaları uyuşmuyor, destekledikleri gruplar ve menfaatler değişiyordu.
Her şeye rağmen AQ Han’ın kurduğu işbirliği ağı (sadece iki ülke arasında değil, Han’ın ilişkide olduğu Batı şirketleri ve kurumları) İran’ın büyük bir eşik atlayıp, işin en kritik yanı olan zenginleştirilmiş uranyum elde etmek için gerekli santrifüj teknolojisine sahip olmasına yol açtı. İran P-1 ile başlayıp P-2 santrifüj sistemleriyle 1999’da, ilk UF6 yı üretip 2001’de Natanz’da, kendi nükleer zenginleştirme tesisini inşa etmeğe başladı. Bu dönemde Çin’in İran’a önemli yardımları olduğunu belirtmek gerekir.
İran 2002’de, santrifüjlerin arka arkaya çalışmasını (cascade of sentrifuges) sağlayıp bir yıl içinde bu santrifüjleri kendisi imal etmeğe başlayarak büyük bir eşiği atlamış oldu. İran, 2007 yılına geldiğinde kendi imal ettiği 3.000 santrifüjle 100 kg zenginleştirilmiş uranyumu depolamayı başarmıştı; 2009 yılında ise tek bir atom bombası yapacak uranyumu vardı. Bunlara ek İran kendi uranyum madenini bulmuş ve çalıştırmıştı; Pakistan da aynı avantaja sahiptir.
İRAN DÜŞMANLIĞI MI, ŞAHIN İNTİKAMI MI?
Bu gelişmeler, İran nükleer programının üzerinde kopan fırtınayı açıklamağa yeter mi? Tüm Avrupa ve ABD, en ağır iktisadi yaptırımlarını, teknik olarak K. Kore’ye değil İran’a uygulamıştır. Komşusu Pakistan’ın aynı yollardan geçtiği bilindiği halde, ona çok az yaptırım ve engelleme gelmiş, özellikle Avrupalılar gizli yardımlar, tabii parası karşılığı, yapmakta sakınca görmemişlerdir. Niye?
Bir kere Pakistan’ın bu bombayı Hindistan’a karşı ürettiği biliniyordu. Onun bu bombayı İsrail veya Körfez ülkelerine karşı kullanmayacağı belliydi. Üstelik Pakistan projesinin kritik zamanlarında, 1979’de Sovyet tehlikesi ve 2001’de ise yine İslami terör (9/11) yüzünden ABD’nin Irak ve Afganistan’ın yeniden işgali sırasında Pakistan bu bölgede yine pivot roldeydi.
Oysa İran’ın İsrail ve daha önemlisi, Ortaçağ fundemental Sünni İslam şeyhlik veya yönetimlerindeki petrol zengini Körfez ülkelerine karşı düşmanlığı ve bir bölgesel hakimiyet kurma arzusu açıkça biliniyordu. İsrail Irak tesislerini hava taaruzu ile yok etmiş olsa da, İran’a ulaşamamıştı; ABD teknik olarak İran’ın her yerini bombalayacak konumdaydı ama buna kalkışmadı, kalkışamadı: İran sıradan bir devlet değildir; tüm Körfez ülkelerinin petrol üretimini durdurabilir ve Hürmüz Boğazını da kapatabilir. Ancak, Hürmüz Boğazını kapatmak, kendi nefes borusunu tıkamak anlamına da gelir. Çok rasyonel bir yönetimi olan İran niçin böyle bir yola gitsin? Ancak, her şey biterse o da son çare olarak bu yola başvurur. Acaba ABD de Şahın intikamı gibi kapanmamış bir hesap mı var?
İran-Pakistan nükleer işbirliği bitmiş olsa da, bunun uluslararası bir sorun olarak bitmediğini görüyoruz. Başkan Trump, daha önce İran’la IAEA’nın da onayıyla imzalanmış olan özel anlaşmayı, Avrupa’nın muhalefetine rağmen feshedince bir şekilde çözülmüş gibi görünen ihtilaf yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Sorunun özü, İran’ın atom bombası yapmasını önlemektir. İran da bu konudaki şartları kabul etmiş, uranyum zenginleştirme sınırları belirlenmişti.
Kanaatimce, her şeye rağmen Kuzey Kore’nin, Pakistan’ın gerçekleştirdiği bir projeyi, çok eski devlet geçmişi, büyük petrol ve uranyum kaynakları ve çok geniş arazisinin stratejik konumuyla İran neden gerçekleştirmesin? Bu sorun dünya hakimiyetini küçüklere bırakmayan BM Güvenlik Konseyi’nin kendine özgü “emperyalizmi” ile orta boy devletlerin çatışma modeli içinde görülebilir. Yoksa, NATO Çin, Rusya veya ABD’nin tek başına yarattığı klasik bir sorun gibi düşünülmemelidir.
KUZEY KORE-PAKİSTAN ROKET VE NÜKLEER İŞ BİRLİĞİ[10]
Kuzey Kore ile Pakistan nükleer işbirliği hakkındaki havadisler 2002 Kasım ayında ortaya sürüldü. Pakistan, İran’la yaptığı gibi, uranyum zenginleştirme konusunda K.K.’ye gaz santrifüjleri çizimlerini ve belli parçalarını sağlamış, onun karşılığında, nükleer bombalarını Hindistan’ın her yerine atabileceği uzun menzilli roketlere sahip olmuştu. Hindistan bu alanda zaten ilerideydi, kısa zamanda uzaya da birçok uyduyu aynı anda atabilecek roketler yapacaktır.
Bakıldığında KK[11] ile Pakistan’ın güvenlik sorunları birbirine benzer: Kore’nin ikiye bölünmesinden, 1953, sonra, Güney Kore değil fakat onu koruyan ABD ile çatışma durumuna girince, kıt kaynaklarıyla tam bir güvenlik devleti, hatta bir anlamda paranoyak bir devlet haline geldi. Onun Pakistan’dan farkı, kendisine komşu iki sosyalist, nükleer devin, SSCB ve Çin (Halk Cumhuriyeti) arkasında olmasıydı.
Doğal olarak KK’nın nükleer teknolojileri bu ikisinden veya en yakın Çin’den transfer edeceği düşünülür. Çünkü Çin de, 1949’da, sosyalist bloka katılınca, o zamanki SSCB, Kruçev zamanında, kendisine belli şartlarla nükleer teknolojileri transfer etmiş, Çin ilk atom bombası deneyini 1964’de yapmıştı. Ancak daha sonra iki devin araları bozulmuş ama Çin bir şekilde nükleer alanda ilerlemeyi sürdürmüştü. Bu olaylardan sonra, bu ikisi de, sosyalist olsun olmasın hiçbir devlete bu teknolojileri transfer etmeme şeklinde, pek de sosyalistçe, paylaşımcı olmayan bir politika benimsediler. Bu davranışın sosyalist olmakla değil, hala milli devlet paradigmasının canlı kalmasıyla ilgisi vardır. Batı dünyasında da, aynı durum, ABD ve İngiltere’nin Fransa’da Komünist Parti olduğu ve iktidara gelebileceği gerekçesiyle, bu ülkeye atom bombası sırlarını vermemesiyle gün yüzüne çıkmış, buna karşı da Fransa kendi nükleer enerji sektörünü geliştirip, atom bombasını yapmış, bunu nükleer denizaltılarına ve uçak gemisine de taşımıştır. Üstelik Fransa NATO’nun üyesi (sonradan askeri kanattan çıktı) ve AB’nin de kurucu üyesidir. Ancak Fransa bilim ve teknolojide Avrupa’nın ve dünyanın her zaman, en önemli merkezlerinden biriydi ve hala öyledir.
Dünyadan dışlanmış, parya durumundaki KK ile ilk ilişkiler yine Pakistan’ın yenilip bir köşeye sıkıştığı, 1965 Hindistan Savaşı sonrası ABD’nin Pakistan’a silah ambargosu koymasıyla başladı; Pakistan, silahları ucuz ve ABD etkisinde olmayan bir silah satıcısı arıyordu. Sovyetler Hindistan’la dostluk çerçevesinde Pakistan’a silah satmazdı. Büyüklerden geriye Çin kalıyordu ama o da dengeci idi; KK ortaya çıktı. Kuşkusuz Çin’in bu ilişkiden haberi vardı.
KUZEY KORE İLE İLİŞKİLERİN KURULMASI
İlişkiler 1971 Savaşından hemen önce başladı: Z. Ali Bhutto, General Yahya’yı temsilen, elinde bir silah tedarik listesi Pyongyang’a gitti, henüz diplomatik bir ilişki kurulmamıştı. Savaştan 10 hafta önce 18 Eylül 1971’de, iki anlaşmayla tarafların konsolosluk açması ve KK’nın Pakistan’a konvansiyonel silahlar sağlaması kabul edildi. KK’nın resmen tanınması 1976’da, yine Bhutto’nun Pyongyang’da coşkuyla karşılandığı tarihe rastlar.
Birden Afganistan krizi çıktı ve ABD Pakistan’a tekrar klasik silahlar vermeğe başladı; siyasi ortam değişmişti. Tabii, nükleer silah yapımında belli bir yere gelmiş Pakistan’ın da ihtiyacı, atom bombasını yapınca bunu Hindistan’a neyle göndereceği idi. Jet uçaklarını denemiş, riskli olduğunu görmüştü. En emin araç roketti; o da ayrı bir teknolojiydi. Ayrıca, ABD roket teknolojisi bir yana o sırada F-16 satışlarını da durdurmuştu. Oysa Hindistan, kısa menzilli Prithvi balistik füzelerini 1988’de denemişti; bunların bataryaları, 1994’de, orduda hizmete alınacaktır. MTCR (Missile Technology Control Regime) anlaşmasına 1987, bağlı Avrupa ülkeleri, bu teknolojiye ait tasarım ve parçaların satışına darbe vurmuş, işler zorlaşmıştı. Pakistan da, Çin’den 34 adet, katı yakıtlı, kısa mesafe roketi, M-11 balistik füzelerini aldı ama bunlar Hindistan hedeflerini vuramıyordu; Çin de uzun menzilli füzeler, biraz ABD baskısı (ABD Çin’i 1972’de tanımıştı) ve MTRC nedeni ile veremiyordu, sonra verecektir.
AQ HAN YİNE DEVREDE
KK ile iş birliğinde yine AQ Han ağının (network) çalıştığını görüyoruz. Bunu görmeden önce AQ Han yani KRL ile Münir Ahmet Han’ın başında olduğu PAEC arasındaki rekabete değinmek gerekir. Çin’in katı yakıt füzeleri doğrudan PAEC’e gitmiş, likit yakıtlı füze imalatı yapacak KRL geride kalmıştı. KK’nın No-Dong roketleri likit yakıtla çalışıyordu ve AQ Han da bu teknolojiyi anlayan biriydi; 1992’de, KK, Pakistan uzmanlarını nükleer başlık taşıyan No-Dong roketlerinin prototiplerini göstermek için davet ettiler. KK Pakistan’a sadece roket satmak değil başka şeyler de istiyordu. AQ Han devreye girdi: No-Dong tasarımlarına karşı KK’nın ihtiyacı olan uranyum zenginleştirme teçhizatı ve süreçteki uzmanlığı.
AQ Han, o sırada Başbakan olan Benazir Bhutto’nun, Çin ziyareti sırasında[12], Aralık 1993’de, KK’ya da uğramasını sağladı. Askerler bu kez işi saklamadılar ve onun müzakerede bulunmasına izin verdiler, çünkü KK ile ilk ilişkileri babası kurmuş, ülkeyi tanımış ve orada çok prestijli bir kimseydi. AQ Han da ziyaretin hazırlıklarını yapmıştı. Resmi yemek sırasında Bhutto, Kim Il-Sung’a, “iki ülkenin de Amerikan yaptırımlarının kurbanı olduğunu ve Asya halklarının bağımsızlık ve refahları için bu silahlara sahip olmaları gerektiğini” ifade etti.
Bu resmi konuşmalara rağmen, askerlerin gerçek anlaşma maddelerini yine de Bhutto’dan sakladıkları sanılıyor. Çünkü onun ABD bağlantısını, belki bu KK hakkında gördüklerini, bu alanı çok merak eden bu devlete sızdırma ihtimalini düşünen Ordu anlaşmanın niteliğini saklamış olabilir. A.Q. Han da, eğer roket karşılığı uranyum zenginleştirme teknolojisi verildiğini öğrense, ABD’nin buna hemen müdahale edebileceğini bildiği için, anlaşmanın para karşılığı yapıldığını ifade etmesi doğaldır.
İstihbarat kaynaklarına göre 1995’de başlayan müzakereler 1996’da sonuçlandı: 20 ila 25 No-Dong roketi bir mobil ateşleme platformu (louncher) ile beraber birkaç yıl içinde verildi. Pakistan’da 6 Nisan 1998’de, No-Dong roketinin türevi olan 1.500 km menzilli, likit yakıtlı Ghauri-1 roketinin uçuş testi AQ Han’ın KRL’si tarafından gerçekleştirildi. Bunun önemi, Mayıs 1998’de yapılan atom bombası testinden sonra daha da önem kazanacaktır, çünkü Pakistan sadece bir bomba yapmakla kalmamış, onu Hindistan’ın içlerine gönderecek bir roket de geliştirmişti.
PAEC ise bir yıl arayla, Nisan 1999’da Çin’den alınan katı yakıtlı, uzun menzilli M-9 roketlerinin türevi Haft IV roketlerinin denemesini yaptı. Han’ın KRL’si PAEC’in önüne geçmiş oldu ve böylece iki kurum, iki büyük projeci arasındaki yarış AQ Han’ın lehine sonuçlanmış oldu. Böyle bir rekabet aslında Pakistan’ın güvenliği için de sağlıklıydı.
AQ Han bu arada, 1997’den başlayıp 1999’a kadar 20 adet P-1 ile 4 adet P-2 gelişmiş santrifüj ve yeteri kadar depleted uranyum hexafluoride gazı, (UF 6) sevk etti. Bu satışları 2004 yılına kadar bilinmedi; C-130 nakliye uçaklarıyla yapılan transferlerin askeri üslerden kalkan hava kuvvetleri uçakları mı yoksa Şahin (Shaheen Air International) Havayollarının çartır seferleriyle mi yapıldığı fazla bilinmiyor ama Han’ın iddiası tüm Genkur. Bşk.’larının bu işleri bildiği ve bazılarının da bu işten para aldıkları yönündedir.
Para alıp almadıkları bizi ilgilendirmez ama bu gibi kritik bir nakliye sürecinin, ordunun ve en tepedeki generallerin bilgisi dışında yapılması çok mantıksızdır. Sadece Pakistan generalleri değil ABD generalleri ve tabii gizli servisleri de durumun farkına varmıştır: ABD Dışişleri Bakanlığı Nisan 1998’de, KRL’yi yaptırım listesine almış, Aralık 1998’de Başkan Clinton da, o zaman Başbakan Navaz Şerif’e bu meseleyi sormuşsa da, Şerif bu işten hiç haberi olmadığını belirtmiştir. Ödemeler bakımından çok zor durumda olan Pakistan’ın bunu takas yoluyla yaptığı da fazla inandırıcı gelmiyor. Sonunda KK Ekim 2006’da nükleer testini gerçekleştirdi, daha sonra bunu roketlerle (dummy bomba) çok uzaklara atabileceğini de gösterdi; onun düşmanı Pasifik ötesindeki ABD idi. Bombadan çok roket teknolojisinde uzmanlaşıp çeşitli menzilleri olan roketler yaptı, ortağı Pakistan ise siyasi krizleri ve yaptığı atom bombalarıyla yaşıyor.
SON NOTLAR
1. Bu olay, 21 Aralık 1988 günü, Londra’dan kalkıp New York’a giden PanAm B-747 uçağının, İskoçya’daki Lockerbie kasabası üstünde patlayarak, içindeki 243 yolcu, 16 mürettebat ve yerdeki
11 kişi, toplam 270 kişinin ölümüyle ilgilidir. Kaddafi, 2003 yılında bu bombalama emrini kendisinin verdiğini kabul etmiştir; göreceğiz.
2. Bu bilgileri Abbas, age., Bölüm 7, “Investigating A.Q.Khan’s Personal Motivations, Religious
Orientation, and Ant,-Western Worldview” başlığını taşıyor.
3. Bu kesimde Abbas, age., 4. Bölüm’den yararlanılmıştır.
4. A.J. Toynbee’nin İran batısında bir “Turco-Persian society” gördüğünü hatırlatırım. Fakat bir “Turco-Arab society” öngörmez. Orta Asya’dan gelen Türkler İslam’ı bu topraklarda öğrenirken, Hint Kıtası’na da
İslam’ı sokan Farisiler veya İranilerdir. Bu kültür etkisi, bu kıtada ve sonra Pakistan’da, yönetim ve bilim alanında çok etkili bir Şii azınlık oluşturmuştur.
5. Penç-ab, Beş su veya beş nehrin geçtiği yer anlamındadır.
6. Organization of Petroleum Exporting Countries, OPEC yani Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü olup Merkezi Viyana’dadır.
7. Bu fiyat artışlarının, Süveyş’in kapanmasıyla bir ilgisi yoktu, Süveyş 1967 savaşından beri kapalıydı. O zamanki siyasi bağımlılığına göre OPEC ülkeleri, başta Suudi, İran, Venezuela ve diğerleri ABD’den işaret almadan bu zammı yapamazlardı. Bu hamle, 1973 yılında, ABD’nin doları altınla bağlantısı sonunda ve Vietnam Savaşı’yla verdiği ödemeler açığını kapatmak için dolara güçlü bir talep yaratma amacıyla yapılmıştı. Çünkü tüm ham petrol satışlarında, bugün de öyledir, kullanılan tek para birimi US dolarıdır. Böylece çok güçlü bir dolar talebi ortaya çıkarak, değerinin çok altına düşmesi önlendi. Bu konudaki
tezimizle ilgili bkz. “Dünya Krizi mi, Petrol Krizi mi?”, Türkiye ve Dünyada Yaşanan Ekonomik Bunalım, Yurt Yayınları No, 10, Ankara, 1984 içinde ss. 57-82.
8. Tarihin en önemli anlaşmalarından biri olan 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litowsk Anlaşması yeni doğan Sovyet Hükümeti’yle Almanya, Avusturya, Osmanlı ve Bulgaristan arasında yapılmış, başta Polonya yeniden kurulurken Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Ukrayna ile Kafkasya (sonradan üç ülke)
bağımsızlığını ilan etmişti. Osmanlı devleti ise 1878 Berlin Anlaşması’yla yitirdiği Kars-Ardahan ve Batum’u yeniden ele geçirmiş, tazminat ödemekten kurtulmuştu. Bu nedenle, 1991’de 15 parçaya bölünen SSCB için bu İkinci Brest-Litowsk’tur.
9. Nitekim, Lahor Yüksek Mahkemesi, Nisan 1999’da, Londra’da olan B. Bhutto’yu, gıyabında, 5 yıl hapse, 8,6 milyon $ para cezasına ve kamu görevinden men edilmesine karar verdi; kocası Eşref Zerdari’yi hapse attılar. Benazir’in bundan sonraki hayatı 8 yıl kalacağı Dubai, İngiltere ve ABD’de geçecektir. Nihayet uzun pazarlıklar sonunda yurduna döndüyse de, seçimi kazanacağı anlaşılınca, 2007’de, kampanya sırasında suikasta uğradı ve Bhutto’lar sayfası bir şekilde kapandı.
10. Bu kesim Abbas, age., 5. bölümden özetlenmiştir.
11. Aslında bu kısaltma DPRK, Democratic Peoples Republic of Korea, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olması gerekir ama tüm dünya Kuzey ve Güney Kore diye bildiği için biz de böyle kullandık.
12. Çin’in özel bir durumundan da bahsetmek gerekir. Pakistan, ABD’nin (Kissinger misyonu) 1972’de Çin’i tanımasında ve sonra Başkan Nixon’un Mao’yu Pekin’de ziyaret etmesindeki süreçte Pakistan bir ara istasyon rolü oynamış, Kissenger sanki Pakistan’ı ziyaret ediyormuş gibi bu ülkeden Pekin’e gitmiştir.
İKTİSAT VE TOPLUM 167 / EYLÜL 2024 • SAYI: 167 Yayınlanmıştır.