Avatar
Ahmet Yavuz

27 Mayıs tartışmaları üzerine

featured

Birkaç gündür televizyon ekranlarında 27 Mayıs konuşuluyor. Ama bu konuşmalardan izlediklerimin hiçbiri bilimsel bir temele dayanmadığı gibi ahlaki boyutuyla da yerlerde sürünüyor.

Herkes kendi siyasi konumuna kuvvet kazandırmak ya da modaya uygun yaklaşımlar içine girerek meseleden nasıl kazanç edinirim derdinde.

Şunu diyeni izlemediğim için bu yazıyı yazmaya karar verdim: Darbeleri engelleyici siyasi bir yaşamı nasıl hayata geçirebiliriz?

27 Mayıs’ı nasıl görmeliyiz? Yenileri nasıl hayat bulamaz?

Önce belirtmeliyim ki, 27 Mayıs tipik bir darbedir. Bir grup asker, bir siyasi iktidarı ortadan kaldırmıştır. Nokta. Yöntemi darbedir. Getirdikleri ayrı değerlendirilmelidir. Bu ikisini bir arada yapmak mümkündür.

Bu noktaya gelirken siyasi iktidarın hatası yok muydu? Vardı. Hem de çoktu. Bu, başka bir konudur. Ama not düşmeden geçmeyelim: Birileri bunun tartışılmasını hiç istemiyor. Kurdukları ideolojik hegemonya içinde kalınacak. Bunun adı da demokrasi olacak. Gel de inan…

Darbeye halk desteği yok muydu? Vardı. Bu da başka bir konudur.

İDAMLAR VE TUTARLILIK

Darbeden sonra idamlar konusu daha başka bir konudur. Bu konu, idama karşı olma ilkesiyle ele alındığında başkadır. Siyasi yargılama sonucu verilen bir karara dayandığı için karşı çıkmak başkadır.

Bütün bunlara ayrı ayrı karşı çıkabilirsiniz. Herkesin hakkıdır. Ancak bir koşulla: Aynı tavrı başka kararlar için de göstermek kaydıyla… Yoksa hikâye okumuş olunur. Mesela Yassıada yargılamalarına karşı çıkıp Balyoz davasının arkasında medya maymunluğu yapan yok hükmündedir. Maalesef onlardan çok var. Eminim ki, 15 Temmuz gecesi de sabaha kadar fal açtılar: Kim kazanacak, nasıl bir manevra yapalım? Belki karı-koca olarak bunu yapanlar da vardı! Mümkündür…

Şahsen 1924 Anayasasının kurucu vasfından dolayı muhafaza edilmesini tercih ederdim. Yeni bir anayasa yapılmadan da kurucu anayasanın içine 1961 Anayasasının özgürlük olarak getirdiği her şey yazılabilirdi. Yapılmamıştır.

ANAYASA TARTIŞMASI

Evet, 1961 Anayasası gördüğümüz en özgürlükçü anayasadır. Kuvvetler ayrılığını getirmiş ve hukuk devletinin tesisinde dev bir adım atılmıştır. Hiç kimse aksini söyleyemez. Fikir ve ifade özgürlüğü hayat bulmuştur.

Ancak hiç hafife alınmamalıdır ki, başkalarının özgürlüğünden yana olmayıp sadece kendi özgürlüğünü merkeze koyanlar, bu özgürlükleri istismar etmiştir. Ülkede dinci, etnik bölücü, anarşist eğilimli yapılar -sol, sağ- da bu iklimden yararlanarak gelişmiştir. Bu durum, getirilen özgürlüklerin doğasından mı kaynaklıdır yoksa müteakip iktidarların uygulamalarından mı? Ayrıca ele alınmaya muhtaçtır.

Meselemiz yarınlara dersler bırakmak ise, 1961 Anayasasının getirdiklerini ve götürdüklerini bir arada değerlendirmek mecburiyetimiz vardır.

DARBE VİRÜSÜ

Bunlar bir yana, TSK için bir daha geriye dönülemeyen bir yola girilmiştir: Darbecilik virüsü orduyu sarmıştır. Ülkenin başına bela olmuştur. 27 Mayıs’a doğru giderken ordu içinde yüzlerce ayrı cunta olduğu gerçeğinin altını çizmeliyiz. Darbecilik 15 Temmuz’da da kendini yeniden göstermiştir.

İki yüz yıllık tarihimizde orduyu siyaset dışına çıkaran Atatürk’tür. Ülkede milli iradenin iktidar olmasını sağlayan rejimi kuran da Atatürk’tür. Ama her darbeci Atatürk’ü kendine paravan yaptığı gibi Atatürk’ün kuruluş ilkelerine açıktan karşı çıkanların da darbecilerden çok farklı olmadığını bir kenara not etmek lazımdır.

DARBECİ KAFA HER YERDE

Bu noktada, darbe konusunun sadece orduyu ilgilendiren bir mesele olmadığı, toplumsal yapımızdan kaynaklı bir sorun olduğunu bilmemiz gerekir. Yaşım gereği 12 Eylül’ü alkışlarla karşılayanları çok iyi hatırlıyorum. Mesela 15 Temmuz’u ele alalım. FETÖ’nün yıllarca TSK’ya yerleştirdikleri darbeciydi de, imam hatiplerden mezun olan polisleri, savcıları, yargıçları, imamları darbeci değil miydi? Ya da “Hoca Efendi” diye diye onu ülkeye davet edenler az darbeci midir? Bakmayın şimdi “17/25 öncesi-sonrası” safsatasıyla kendini kurtarmak isteyenlere…

O gece Akıncı Üssünde general/amiral kılıklıları kontrol edenler neciydi? Hepsi imam hatipliydi. Arkadaşların(!) emperyalizmin emrinde olmaları o denli dillendirildi ki, dinci yanları torbaya girdi… Çünkü o yanın örtülmesi gerekti. FETÖ hain ama Nurculuk baş üstü! Ya da devleti ele geçirme arayışında olan diğerleri…

Öte yandan yıllarca darbecileri alkışlayanlara ne diyeceğiz? 1982 Anayasasına % 92 evet diyen halkı nereye koyacağız? Hepimiz Osmanlı Bankasıyız… Gerçek budur.

Kendimizi kandırmayalım…

Bunları neden gündeme getirdim? Çünkü iktidarı ele geçiren, elinde çekiç olan adamın her şeyi çivi görmesi gibi davranmaktan geri durmuyor. Hukuk paçavraya dönüyor!

Darbelere karşı çıkalım. Tartışmasız. Darbelere giden süreçlere yol açan siyasete de karşı çıkalım. Gördüğüm şudur: “Birincisine evet, ikincisine hayır” diyen bir zihniyetin egemen olduğu yerde hiçbir gelişme olmaz. Halimiz budur. Mesela 15 Temmuz’a karşı çıkalım ama oraya nasıl varıldığına hiç temas etmeyelim, isteniyor. Darbe girişimi neden önlenmedi? Bunların sorumlusu kimdi? Bunlar konuşulmasın, bu gri alanlara kimse dokunmasın, bunlara ilişkin sorumlular ortaya çıkmasın… Böyle olmaz!

İlgili her faktörü birden ele almadan, aradaki bağlantıları kurmadan, ilgilisi hatasını görüp ahlaki bir tavır içinde özeleştiri yapmadan bir arpa boyu yol alamayız.

Bu iş ciddiyet ister. Yalancıların işi değildir.

Bir algı operatörü çıkmış, “herkes özeleştiri vb. yapmalı” diyor. Güldüm haliyle. Muhtemelen yayından sonra kendisi de gülmüştür. Zira insan sadece kendine yalan söyleyemez…

Hiçbir sonuç sebebinden ayrı ele alınıp incelenemez. İncelenirse doğru bir sonuç çıkarılamaz.

ABD’NİN ROLÜ

27 Mayıs’ta, ABD’nin rolüne dair elimizde hiçbir ciddi kanıt yoktur. En azından ben bulamadım. Ancak darbeden sonra devlete ve orduya nüfuzu artmıştır. Darbe bildirisinde NATO başta olmak üzere uluslararası kuruluşlara bağlılık vurgulanmıştır. Tabii bu tercih, darbenin selameti açısından gerekli bir adımdı. İçerde başarılı olup olamayacağı belli değilken dışarıda düşman kazanmak akılcı olmazdı. Ancak 14’ler¹ duruma hâkim olsaydı, netice nereye varırdı, bilmek mümkün değildir. Çünkü onlar daha uzun süreli olarak iktidarda kalmayı öngörmekteydi. Daha özgürlükçü ve demokrasiyi hedefleyen bir yapı mı kurulurdu yoksa daha baskıcı bir rejim mi olurdu? Cevabı yok ama anıları okuduğunuzda ikincisi gibi duruyor. Rahmetli Alpaslan Türkeş’in Hindistan’dan idamlara karşı çıkmış olması da her şeyi izah etmekten uzaktır. 14’ler iktidar olsalardı, ABD ile ilişkiler farklı mı gelişirdi? Bunun da cevabı yoktur.

Devletin kasasında para olmadığından, önce TSK’dan yapılan tasfiyeler için ABD’den para istendi ve alındı. Daha sonra memur maaşlarının ödenmesi için aynı yola başvuruldu.²

ABD açısından hiçbir sorun olmadı. Giden de Amerikancıydı, gelen de… Üstelik Türk devletine daha derin bir şekilde yerleşme olanağını buldu ve fırsatı iyi değerlendirdi. 1960-1970 arasında kurulan Komünizmle Mücadele Derneklerinin dönemin MİT Başkanı Korgeneral Fuat Doğu’nun Erzurum’da imam Gülen’i bulması hiç tesadüf değildi. Günümüze kadar yaşananlar da değildir…

Esasen TSK açısından 1974 Kıbrıs Harekâtına kadar ABD ile ilişkiler gayet iyi yürütüldü. Kimse halinden şikâyetçi değildi. Bu nedenle o dönemin “tam bağımsızlık” isteyen gençlerini düşman gördüler. O gençlerin teröre başvurmaları tabii ki kendi hatalarıydı. Ancak onlarla diyalog kurulsaydı her şey farklı gelişebilirdi.

ABD ile ilişkinin mahiyeti önce Kıbrıs, sonra PKK terörüne üstü örtülü destekten sonra sorgulanır oldu. Atatürk’ün bağımsızlık savaşı vermiş ordusunun subaylarının bu ilişkiyi bu denli geç anlaması hazindir. Uyandığında geç olmuştu. Ateş bacayı sarmıştı.

Siyasetçilere gelince, maalesef onları anlıyorum!

DARBELERİ ÖNLEMENİN ROLÜ

Gelelim ne yapılması gerektiğine…

Siyaset bilimci Heywood, darbelerin niçin olabildiğini soruyor, cevap olarak: “Kısmen olabildiği için olmaktadır” demektedir. Buna esas teşkil eden üç gerekçe sıralamış:

1. Yönetenlerin meşruiyetlerinin sorgulanır hale gelmesi.

2. Darbenin başarı ihtimali taşıması.

3. Dengeli bir demokratik kültürün kurulamamış olması.³

Demek ki, iktidarın her şeyiyle meşruiyetini muhafazası esastır. Cumhuriyetle, onun kurucusuyla kavgayı bırakmak ve çağdaş anlamda hukuk devletini işletmek esastır. Siyasetin emrindeki bir yargıdan bahsetmiyorum.

Öncelikle rejim tartışmaları bir kenara itilmelidir. Öyle din merkezli Osmanlıcılıkla demokrasi bağdaşmaz. Hem “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini benimsemek hem iktidar meşruiyetinin kaynağı olan Meclis’i geri plana itmek hem de milli iradenin padişah ve halifede olduğu Osmanlı devlet yapısına özlem duyup öykünmek tutarsızlıktır. Böyle bir bakış açısıyla ne hukuk devleti ne de demokrasi uyuşur.

Bunların sağlanmasını talep etmek herkes için temel görevdir. Bu sağlanmadan kavga gürültü bitmez. Darbecilikle de kolay mücadele edilemez.

ASKER-SİYASET İLİŞKİSİNİN KODLARI

Asker-siyaset ilişkisinin kodları, temel ilkeleri bellidir: İktidar demokratik mekanizmalarla orduyu kontrol eder. Öyle kumpasları vb. desteklemez.                  Ordu, anayasal yapı çerçevesinde siyasetin tam olarak emrindedir. Ancak siyasi iktidar, göreviyle ilgili her konuda ordu komuta heyetinin görüşünü ifade edebileceği sağlıklı bir ortamı yaratmak zorundadır. Ayrıca siyaset kurumu, ordu mensuplarının itibarını koruma konusunda özenli olmalıdır. Terfilerde temel belirleyici liyakat olmalıdır. Sadakat rejime olur. Karşılıklı saygı ve güven anahtar iki kelimedir.

Bir süredir tanık olduğumuz üzere iktidarın TSK’yı kendi aynası haline getirme gayretleri doğru değildir. Zamanla liyakatin kaybolması tabii hale gelir. Zaten günümüzde yaşanan en büyük tehlike budur.

Geçmişte, iktidarın başka yöne, ordunun başka yöne bakmasından bu millet az çekmedi. Şimdi de her ikisinin birbirine yapışmasından çok çekme tehlikesinin dumanları tütmektedir. Uzaktan gördüğüm budur.

Darbe sarmalını kırmanın, “doğru yönetim inşa etmekten ve bunu geleneksel kılmaktan” başka yolu yoktur.

¹ 14’ler: Milli Birlik Komitesinin 38 üyesi içinde tasfiye edilen 14 kişilik grup.
² İ. Hakkı Pekin- Ahmet Yavuz, Asker ve Siyaset, Kaynak Yayınları, İstanbul, 5. Basım, s. 2017, s. 170, 171.
³ Andrew Heywood, Siyaset, Adres Yayınları, 2012, 7. Baskı, s. 489.

27 Mayıs tartışmaları üzerine

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

11 Yorum

  1. 31 Mayıs 2020, 18:48

    17.Aralık 1925 tarihinde, Türkiye ile SSCB arasında, “Dostluk ve Saldırmazlık “ anlaşması imzalandı.
    2. Dünya Savaşı arifesinde, başında, 1939 Yılında İngiltere ve Fransa ile benzer bir anlaşma imzaladı.
    Yani savaşta, BATI ile entegrasyon tarafındaki safımızı, erkenden ortaya koydu.
    Savaş sırasında sonrasında gelişen durumlar nedeniyle SSCB, 1945 yılında, yenilenme tarihinde,
    “Dostluk ve Saldırmazlık “ anlaşmasını feshetti.
    1949 yılında Nato kuruldu.
    11 Mayıs 1950 de, CHP hükümeti, ABD tarafından ret edilmiş olan, Nato’ya ilk giriş başvurumuzu yaptı.
    14 Mayıs 1950 de iktidara gelen DP Nato’ya girişimizi gerçekleştirdi.
    Devasa, ikinci dünya savaşının, bütün dünyanın, devletlerinin siyasetini, sosyolojisini etkileyen, biçimleyen, dış dinamik etkisi sonucunda, Nato ile birlikte, çok partili demokrasiye geçiverdik.
    ABD nin, bütün dünyaya gözdağı vermek amaçlı olarak atom bombası kullanması ile sonuçlanan böyle bir savaşın sonunda, ABD, Avrupa devletlerinin safında yer almak zorunda kalınması, anlaşılabilir bir durum olabilir. Neticede İnönü, bir Atatürk değildi ve çok partili bir düzene geçiverdik.
    Aynı zamanda, bölgesel eşitsizlik üzerine kurulu çarpık bir kapitalizm ülkemize yerleşti.
    Olsun, ne yapalım. Birinci meşrutiyetten beri başlayan ve şanlı kurtuluş savaşımızı yönetmesiyle taçlanan Millet Meclisi mücadelesi ile bu, çok partili sistemin de yollarını, hatta Ankara’nın geniş bulvarları gibi dizayn ve inşa ederek bu yolda da bir parlamenter mücadele verilebilirdi.
    Hiç olmazsa bu yapılabilirdi. Olmadı olamadı. 27 Mayıs CİA, darbesi oldu.
    Ben burada konunun özünü, sulandırmamak adına, bilinçli olarak, Demokrat Partinin icraatlarına ne bir eleştiri getireceğim, ne de bir güzelleme yapacağım. Ayrıca Demokrat Parti yönetimi kadar olmasa bile CHP yönetiminin de, Demokrasi bebeğimize, “Görmemişin oğlu olmuş, tutmuş çükünü koparmış” muamelesi yapmış olabileceğini düşünüyorum. Ama meseleye buradan bakmıyorum.
    Ne yani DP iktidarı, parlamentoyu lağvedip tek parti diktatörlüğüne mi gidecekti.
    Önce şunu sormak gerekir. Bunu, hangi sınıf ve tabakaların çıkarları ve talepleri doğrultusunda ve desteği ile hangi sınıf ve tabakalara karşı yapacaktı. Mesela ben bu sorunun yanıtını bilemiyorum. Ama bu sorunun bir yanıtı olmalı değil mi? Ya da tamamen çok büyük bir dış dinamiğin, sermaye ve askeri gücünü arkasına alarak, tüm milli sınıfları ezmek, yok etmek için yapacaktı. Bu konuda bariz bir tehdit olarak ortaya çıkmış bir karine göstergesi ve benim de pek fazla bilgim ve fikrim yok ama, diyelim ki öyle.
    Peki bunu, kurtuluş savaşımızın dumanları henüz tüterken, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşanın Genel Başkanı olduğu CHP ye rağmen mi yapacaktı.
    15 Mayıs 1960 İzmir Mitinginde Menderes aynen şunları diyor. “Arızaları süratle bertaraf ederek seçimlere gideceğiz.”
    Bundan çok az önce de maalesef kesin gününü bulamadığım 1959 Eskişehir Mitinginde, de, Menderes yine iktidarın seçimle el değiştirmesi gerektiğinden bahsediyor.
    Bu tarihlerde, DP nin kendi içinde erken seçim kararı aldığı bir bilgi olarak hafıza arşivimde yer almıştır. Netice olarak DP nin 1957 seçimlerinde erimeye başlayan oyu, ekonominin iyice bozulması üzerine daha da eriyecek ve çok büyük bir ihtimal ile iktidardan düşeceklerdi.
    Peki darbe niye hem de alelacele yapıldı ve üstelik siyasi cinayetler işlendi ve Türkiye Demokrasisi dinamitlendi, doğar doğmaz boğuldu, katledildi.
    Çünkü ABD; SSCB nin hemen yanı başında, egemen ve güçlü bir Türkiye’yi asla istemiyordu.
    Bir de şu var. Menderes, son ABD gezisinden eli boş döner dönmez SSCB ye ziyaretini planlamış olup ve Kruşçev ile görüşecekti.
    Celal Bayar, Adnan Menderes, sağcı, tutucu, feodal gelenekten geliyor olabilirler, ama son duruşmada bizzat kuvvacı ve millici bir yanları da vardı. Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” sı gibi.
    Bunun da cezası kesilmiş oldu. Daha sonra Süleyman Demirel’e yaptıkları gibi.
    Sonuç olarak, Parlamenter sistem yolu da, daha inşa edilemeyen bulvarları da, dinamitlendi. Özellikle dinamitlerin tahrip gücü alabildiğine yüksek olsun diye, siyasi cinayetler işlendi. Siyasiler idam edildiler. Aynen padişahların vezirlerini iple boğdukları gibi, siyasileri iple boğdular. Aklım başıma geldiğinde, bu konudaki düşüncelerimi çevreme, “Atatürk’ün mezarında kemikleri sızlamıştır” diye açıklamıştım.
    Anayasa rüşveti ile ABD güdümündeki, ucube bir MGK yı, Türkiye siyasetini maniple edebilecek bir organ olarak Anayasa’nın içine yerleştirdiler. Zaten ordu ve aydın ihaneti ile bu günlere gelmiştik.
    Nato’ ya girdikten sonra, milli ordumuz kalmamıştı. Orada burada boy gösteren kırıntıları da balyozla ezip yok ettik. Aydınlarımız ise, 27 Mayısı çok kötü karşılamıştı. Aydınlar, siyasi cinayetlere bile sesini çıkarmadılar. Orduya koşulsuz destek verdiler. Ordunun yeniçeri ocağına dönüşmesine sebep oldular ve daha sonraki bütün darbelere zemin hazırladılar. Bu aydın ihaneti, apayrı bir tez konusu.
    Sahi. O şanlı 27 Mayıs Anayasasına ne oldu.

  2. Yaziya oyle bir giris yaptiniz ki, elestirdiklerinizden farkli hicbir sey soylemeden gittiniz…Elimde kaldi yazik, ciceklerimle mendil…

  3. “Darbelere giden süreçlere yol açan siyaset…” !!!!!! . Bu cümle, Sayın Yazar, sizin düşünce sisteminizi – ne kadar örtmeye çalışsanız da – ele veriyor!! Gerisi boş laf. Bütün darbedeler korkunçtur, vatana ve millet iradesine ihanettir, bunun mazereti olmaz. Saygılarımla

  4. 30 Mayıs 2020, 12:27

    cem bayram kuvvetler ayrılıgnı bana bır anlatsana bakim

  5. 30 Mayıs 2020, 12:21

    27 Mayıs darbesinin ve bütün darbelerin ne kadar korkunç olduğunu bir türlü söyleyemeyenler gibi siz de 1961 anayasasının NE KADAR DA ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR ANAYASA !!! olduğunu söylüyorsunuz. Ülkeyi kötü yönettikleri için seçimle gelen yöneticiler İDAM edildiler ve sonra da ÇOK ÖZGÜRLÜKÇÜ bir anayasa yapıldı. Yazık ki ne yazık !!

  6. Açık ve net yasalar. ve eğitimli en ÖNEMLİSİ YÜREKLİ ÇIKARCI OLMAYAN YURTSEVER insan ve YARGIÇLAR yetiştiren TOPLUM (anne baba dede öğretmen sistem) , Uymayana AĞIR CEzalar ve TOPLUMSAL TECRİT

  7. Darbeye giden süreçlere yol açan siyaset ne demek? İsteyen istediği siyaseti yapar ama yine de askere b– yemek düşer. Askerin görevi vatanı dış güçlere karşı korumaktır. İçerde bir sorun varsa savcısı var polisi var hakimi var. Onlara güç verecek yasalar yoksa seöim var muhalefet var meclis var. Yani darbenin hiçbir ama hiçbir mazareti yoktur. Bunu söyleyemediğinize göre gerektiğinde darbeye göz yumacak kadar demokrasi özürlüsünğz.

  8. Yazarları kadar Veryansın’ın yorumcuları da çok kaliteli. Saygılar.

  9. yazilan hersey guzel, ancak ne 1961 anayasasi ne de 1980 anayasasi kuvvetler ayriligi getirmemistir. Meclisin sectigi bir hukumet’in (guveoyu araciligi ile) oldugu bir yonetim seklinde nasil yasama ve yurutme ayri olabiliyor. Yurutme yapabilmek icin neden yasamanin onayi gerekiyor. Hazir durumdaki kanunlarla yurutme yapilamiyor mu da ustune yasamanin da elde tutulmasi gerekiyor. Hepsi hikaye, Turkiye’de hicbir zaman kuvvetler ayriligi olmamistir.

  10. 29 Mayıs 2020, 16:20

    Ben öncelikle bir terminoloji hatasına dikkat çekmek istiyorum;
    Bence “darbe” sözcüğü, 15 Temmuz ve bastırılmış bazı küçük kalkışmalar dışında, bizim için geçerli değildir.
    Bizde “darbe” sözcüğü, özellikle 2010 Anayasa referandumuyla birlikte, “yetmez ama evet” cephesinde yer alan, kürtçü, neoliberal, dinci ve vatansız solcuların, ordumuza “darbeci” yaftasını yapıştırıp yıpratmak için kasıtlı olarak pompaladıkları bir dezenformasyondur.
    Bu ordunun bir generali olarak aynı terminolojiyi kullanmanızı yadırgıyorum doğrusu.
    Darbe olması için, öncelikle rejimi değiştirmesi gerekir.
    Bizde başarılı olmuş hiç bir askeri müdâhale rejimi değiştirmemiştir. Ayrıca rejimi değiştirip değiştirmediğinden bağımsız olarak, arkasında halk desteği olmayan, emir komuta zinciri içinde yapılmayan ve evrensel hukuk açısından meşruiyeti olmayan her askeri müdâhale de bence darbedir.
    Ayrıca, demokrasinin nimetlerinden faydalanarak iktidara gelip, fiilen rejimi değiştirerek, demokrasiyi rafa kaldıranların yaptıkları da, her ne kadar sivil olurlarsa olsunlar darbenin daniskasıdır ve bir gün mutlaka hesabı sorulur.
    Beğenelim yada beğenmeyelim, bizde başarılı olmuş hiç bir askeri müdâhale, ne rejimi değiştirmiştir, ne halk desteğinden yoksundur, ne bir cunta tarafından gerçekleştirilmiştir, ne de meşruiyet açısından sorunludur. Dolayısıyla bizde olanlar darbe değil, “ihtilâl”dir.
    Artık yıpratılacak bir ordumuzun kalıp kalmadığından pek emin olmamakla birlikte, sonuçları tartışmalı olsa da, en azından memleket için kelleyi koltuğa alanlar bence “darbeci” yaftasını haketmiyorlar.

  11. Dogru yonetim insa etmek nasil olacak? Yapilmis tum darbelerin Ana gerekcesini son cumleye birakip gitmissiniz..

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!