Avatar
Hümay Göbel

Kuyunun dibindeki Sisifos

featured

Hümay Göbel yazdı…

“İnsanların en kurnazıydı o.” (İlyada – Homeros)

Antik Yunan, demokrasi beşiği olmasının yanı sıra günümüzdeki itibarını; biraz da çağını aşmış, evrensel nitelik kazanmış mitlerinden alır. Homeros ve Hesiodos’a borçlu olduğumuz antropomorfik (insan biçimci) tanrı anlatımı, günümüz dünyasının metaforik yorumunda da geniş bir yer tutar.

Antik Yunan tanrılarının insanoğlu ile bitmek bilmez mücadelesini konu edinen mitoslar, (arkaik dönemde mitos, bugünkü anlamından bağımsız olarak, bir otorite tarafından aktarılan söylev anlamında kullanılmaktaydı.) hemen her kesim tarafından bir şekilde okunmuş ya da duyulmuştur eminim. Sisifos (Sisyphus), kendisine verilen cezayı bir başkaldırı nesnesi haline dönüştürebilmesiyle insanlığın varoluş mücadelesinde önemli hatta öncül bir mitolojik figürdür.

Sisifos’un öyküsü tanrılara başkaldıran ve kendi yazgısı içinde bu başkaldırıyı onurlu bir biçimde sürdüren ilk insanoğlunun öyküsüdür. Kartal kılığına giren Zeus, tanrı-ırmak Asopos’un kızını kaçırır. Korint Kralı Sisifos bu olaya şahit olmuştur. Ülkesine yeterli miktarda su vermesi karşılığında şahit olduklarını Asopos’la paylaşır. Bu duruma çok öfkelenen Zeus, ölüm meleği Thanatos’u gönderir ve Sisifos’u öldürmesini ister. Ancak kurnaz Sisifos, Thanatos’u zincire vurur. Bunun üzerine tanrılar katında işler karışmaya başlar. Hades fark eder ki bir süredir insanlar ölmemektedir ve yeraltı dünyası oldukça sessizleşmiştir. Esir tutulan Thanatos’un bu zorunlu ortadan kayboluşu, insanların ölümsüzlüğe kavuşmalarını sağlamıştır aslında.

Hades, durumu Zeus’a anlatır. İnsanların ölümsüz olmasının başa çıkılamayacak bir kaosa neden olacağını düşünen Zeus, savaş tanrısı Ares’e Sisifos’u yakalama görevini verir. Ares hem Sisifos’u yakalar hem de Thanatos’u serbest bırakır. Yeraltı dünyası eski gürültülü günlerine geri döner böylece. Bu arada kurnaz kahramanımız Sisifos, kendisini bekleyen sorunları önceden tahmin etmiş olmalı ki karısına, o öldükten sonra kesinlikle cenaze töreni yapmaması için uyarıda bulunur. Yeraltına getirilip Hades’in önüne çıkarılan Sisifos, kendisine cenaze töreni düzenlemediği için karısına çok öfkeli olduğunu söyler ve bunun intikamını alabilmek için Hades’ten kendisine 1 günlük yeryüzüne dönme izni vermesini ister. Cenaze törenini ziyadesiyle önemseyen Hades, Sisifos’a istediği izni verir. Bir kez daha tanrıları kandırmayı başaran Sisifos yeraltına dönmeyi reddeder ve malul olduğu ölümlülük onu yakalayana değin yeraltına dönme direnişini sürdürür.

“Sisyphos’u gördüm korkunç işkenceler çekerken.” (Odysseia – Homeros)

Zeus; her ölümlü gibi nihai sonu gelince, bu kez kaçışı olmaksızın tekrar tanrılar katına dönmek zorunda kalan Sisifos’tan intikamını, onu sonsuz bir cezaya çarptırarak alır: dev bir kayayı elleriyle yuvarlayarak hiç de küçümsenmeyecek yükseklikte bir dağın tepesine kadar çıkarmak. Lakin cezanın sonsuz döngüsü tam da bitti sanıldığı yerde başlamaktadır. Ne zaman ki dağın tepesine varır Sisifos, binbir zorlukla yuvarladığı kaya yeniden aşağıya yuvarlanıverir. Ne yaparsa yapsın kaya asla dağın tepesinde durmayacak, böylece Sisifos da tanrılarla dalga geçmenin cezasını sonsuzluğa mahkum bu cezayla ödeyecektir.

“Asla gelmeyecek olan günlere atıfta bulunan günler.” (İnsanın Taşrası – Elias Canetti)

Camus, Sisifos Söyleni kitabı ile bu ibretlik mitosu, insanın varoluşsal savaşı düzleminden ele alır. İnsanın, kendisine biçilen süre boyunca yaşamın anlamlılığı/anlamsızlığı üzerine kafa yorduğunu ve yaşamın kendisini aştığını düşünenlerin bir açmaza girerek hayatla bağlantısını kesmeyi tercih ettiğini ancak anlamsızlığın bir bilince dönüşmesi sağlanabilirse anlamsızlık baskısına rağmen yaşamı yenmenin mümkün olduğunu savunur. Burada da sırtını kurnaz kahramanımız Sisifos’a yaslar.

Camus’ye göre Sisifos kayanın düşüşünü seyrederken kaderiyle yüzleşir. Bu yüzleşme bir uyanışı da beraberinde getirir. Sisifos pekala bu sonsuz ceza karşısında umutsuzluğa da kapılabilirdi. Ancak Camus’ye göre Sisifos yazgısını aşarak, ona ceza diye dayatılanı bir mücadele arenasına dönüştürür ve hayatı boyunca yaptığını yapmaya devam eder aslında: anlamsızlığa meydan okumak! Kayanın her düşüşünde yeni bir yol keşfeder, her seferinde bu başka yollardan taşır kayayı tepeye ve kendiyle barışır aslında tüm bu iniş çıkışlar boyunca.

“Yaşamak uyumsuzu yaşamaktır.” (Sisifos Söyleni – Albert Camus)

Camus, Sisifos’la metaforize ettiği bu algıyı gerçek hayatta uyumsuz (absurde) insan tanımıyla sunar bize. Yaşamın absürtlüğünü kabullenmiş ve bu bilince rağmen mücadeleye devam etmeyi seçen insanlar yaşamı yenmeyi başaran insanlardır Camus’ye göre. Ama bu farkındalık beraberinde yabancılaşmayı ve belki de toplumun birkaç mesafe uzağında kalmayı da beraberinde getirir.

Sisifos’un yaptığı, belirsiz bir umuda bel bağlanmaktansa içinde bulunduğu gerçekliği tüm olası dikenleriyle kavramak ve bu bilinçle öreceği deneyimi mücadelesi için güçlü bir silah haline getirmekti. Bu alegori günümüz toplumuna kolaylıkla uyarlanabilir. Hayat, bir sorun döngüsünün içinde çözüm geliştirmeye çalışırken edindiğimiz deneyimler toplamıdır bir yerde. Hemen her sabah aynı saatte uyanır, aynı saatte kahvaltı yapar, aynı işe gider ve günün geri kalanını da daha önceden sınırını çizdiğimiz o rutin döngünün içinde sürdürürüz. Bu rutinlerin arasında hayatın önümüze koyduğu sürpriz sorunlar ve bu sorunların çözümü için verdiğimiz mücadele bilinçlilik düzeyimizi yükseltir – belki de yükseltmez… Bilincini yükseltebilenler uyumsuzu yaşamayı başarabilenlerdir bana göre…

Bu uzun girizgâh aslında ödipal karmaşa düzleminden okunan bir filmin başka bir Yunan miti üzerinden okunabilmesini sağlamak için yapıldı. Ahlat Ağacı’nın kendi varoluşuyla dahi Sisifos’u işaret ettiği bu denli açıkken ikisini aynı elekten geçirmemek olmazdı. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı ve uyumsuzları…

 /></p><p>2018 yapımı Ahlat Ağacı filmi, <a title=Nuri Bilge Ceylan’nın son filmi. Cannes’daki gösteriminin ardından dakikalarca ayakta alkışlanması, bu alkış tufanına rağmen ödülsüz dönmesi, oyuncu kadrosu, teknik eksiklikleri ve daha birçok farklı noktayla adından uzunca bir süre söz ettirdi.

Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle birlikte, Bakhtin’in Söyleşimcilik yaklaşımının da etkisinin hissedildiği bir sinema diline doğru eğilim göstermeye başladı. Bu filme değin diyaloglardan ziyade Çehovyen bir refleksle durum analizlerinin ve dolayısıyla uzun sessiz sekansların önplanda olduğu daha görsel bir anlatım söz konusuyken Bir Zamanlar Anadolu’da ile birlikte Nuri Bilge Ceylan, yine Çehovyen durum analizlerini sürdürürken artık diyalogların, uzun tiratların seyircileri yönlendirdiği farklı bir sinema diline geçiş yaptı. Daha öncesinde diyaloglar o eşsiz taşra görüntülerinin birer tamamlayıcısı iken artık taşra görüntüleri diyalogların içinde gizlice vurgulanan mesajların birer ileticisi konumuna gelmiştir adeta. Bu dönüşüm kimi NBC seyircileri için eleştirel bir sorunken benim gibi kimileri içinse dinamik bir sinema dilinin tezahürüdür. Ben NBC’nin her filminde yeni bir şeyler deneme cüretini ve aslında kendine olan bu özgüvenini biz seyirciler için çok kıymetli buluyorum. Kendini tekrar eden bir üslubun değil hem özgülenmiş hem de yeniliğe uyum sağlayan bir üslubun göstergesi bu bana göre.  

“Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” (Worstward Ho – Samuel Beckett)

Ahlat Ağacı’nın öyküsü yerel bir öykü gibi görünse de evrensel bir insanlık durumunun dramatizasyonudur. Hikaye şehirde okumuş bir üniversite öğrencisinin (Sinan Aksu) taşraya baba ocağına dönmesinin ardından taşrayla, ailesiyle ve kendi yazgısıyla olan hesaplaşmasını konu edinmektedir. Kurgusu itibariyle Ahlat Ağacı; Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleriyle uzamsal olarak bağlantılı gibi görünse de biçimsel anlamda bu iki filmden oldukça farklı olduğunu söylemek mümkündür.

Film, edebiyat düzleminde bir Bildungsroman (Alman edebiyatında bireyin gelişimini ve ulaştığı ideal durumu anlatan oluşum romanları) gibi nitelense de ben daha da özelleştirerek Künstlerroman (bir sanatçının gelişim sürecini anlatan oluşum romanları) olarak nitelemeyi tercih ediyorum. Zira hikâyenin yükünü üstlenen Sinan karakteri, tuzu kuru bir yazar olarak varolma çabası vermektedir.

Filmle ilgili en beğendiğim noktalardan biri Ceylan’ın müzik seçimindeki Barok tercihi ve hatta Barok müzikte de özel olarak Bach’ı tercih etmiş olması. Sanıyorum bu insani mücadeleyle bütünleşebilecek en doğru besteci ismi Bach. Barok müziğin şatafatına rağmen Bach’ın yumuşak müzik dili filmdeki çelişkilerle tam bir uyum sağlamış.

Işıkla ilgili yapılan eleştirileri pek yerinde bulmasam da bu konuda ehil olduğunu düşünenlerin yorumlarına saygı duyuyorum öte yandan ışıkların patlamasına ilişkin yapılan eleştirileri desteklemediğimi de belirtmek istiyorum. Bu durumun Ceylan tarafından özellikle tercih edildiğini düşünenlerdenim. Çünkü Sinan’ın içinde bulunduğu ruhsal karmaşa itibariyle gölgede kalmış bir yanının bulunduğuna ve ışık tercihlerinin bu gölge algısını desteklediğine inanıyorum.

Filme yönelik tek bir eleştirim mevcut. Aslında tam anlamıyla herhangi bir yere oturtamadığım bir sahne demek daha doğru belki de. KPSS çıkışında Sinan’ın çay bahçesinde Milli Piyango bileti satan ihtiyarla yaptığı sohbet esnasında ihtiyar adamın iki kelimesinden birinin cinsiyetçi küfür olmasına, deyim yerindeyse noktalama işareti ve sus payı yerine küfür tercih edilmesine kurgunun gidişatı açısından ben bir anlam veremedim. Filmin birçok yerinde konuşmaların akışı içinde küfür mevcut, bunlar aktarılmak istenen insan portreleriyle belli bir uyum içerisinde olduğundan tolere edilebiliyor ancak bahsi geçen sahnede oldukça sakil durduğunu düşünüyorum.

Ahlat Ağacı’nın öne çıkan karakteri Sinan’dır evet, ancak Sinan; babası İdris, annesi Asuman, telefonda konuştuğu arkadaşı, kapısına gittiği belediye başkanı ve inşaatçı İlhami, yolda karşılaştığı imamlar Veysel ve Nazmi, tarladaki Hatice ve sohbet ettiği yazar Süleyman ile Sinan’dır aslında. Hatice’nin eski sevgilisi Rıza ile yumruk yumruğa girdiği sahne öncesinde kendi içindeki o müthiş tiradıyla tanırız Sinan’ı. Bütün bu karakterler olmasa Sinan’a dair bir izlenim edinmek mümkün değildir. Bu akış itibariyle Ahlat Ağacı’nın söyleşimcilik üzerinden temellendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Her karakter kendine özgü bir görev üstlenmiştir. Hepsi küçük bir taşra kasabasında olmalarına rağmen kendi içlerinde çelişkilerle dolu, bambaşka istekler üzerine hayatlarını temellerinden ama ortak bir kaygının ki bu kaygı paradır, pençesinde mücadele eden birer yan figürdürler. Öte yandan baba karakteriyle ki Murat Cemcir sinema tarihine adını bu filmdeki performansıyla altın harflerle yazdırmıştır bence, İdris, Sinan’ın mücadelesindeki anti figürdür. Sinan’ın dönüşmekten korktuğu, bu nedenle belki taşraya da düşman olduğu, öte yandan derinlerde bir yerde sevgi duyduğu ve yeniden saygı duymak için bir umut ışığı aradığı bu baba figürünün varlığı nedeniyle film genel olarak ödipal bir bakışla okunur.

“Dar kafalı, hoşgörüsüz, bezelye taneleri gibi bir sürü birbirine benzeyen insan…” (Ahlat Ağacı – Sinan)

Sinan üniversite eğitimini tamamladıktan sonra taşraya döner. Taşraya dönmesi burada kalıcı olacağı anlamına gelmemelidir. Zira Sinan’ın yerele saplanıp kalmama gibi bir kaygısı vardır. Bunu da yazar Süleyman’la yaptığı sohbette dosdoğru söyler Sinan. Peki bu durumda taşra neresidir? Filmin genel akışında aslında birden fazla taşra olduğunu söylemek mümkün. Şehirden Çan’a gelen Sinan için taşra, Çan’dır. Öte yandan Çan’da yaşayıp arada sırada köye giden babası için taşra, köydür. Burada taşranın göreliliği üzerine biraz düşünmek gerek sanırım. Her yer bir ötekinin taşrası belki de. Ama mekânsal izdüşümünü bir yana bırakarak içimizde taşıdığımız taşrayı fark edebilmek belki de varoluşsal sancılarımıza bir nebze olsun merhem sunar. Taşra dediğimiz şey ancak merkezle varolan ve dahi merkez dediğimiz şey de ancak taşra oldukça anlam kazanan bir durumdur. Coğrafi bir tanımın ötesinde insanın kendi içinde başlattığı bir ayrımdır belki de merkez taşra ayrımı. Kendimizi koyduğumuz merkezde, yaşam mücadelesi verirken her tökezlediğimizde bir dış sorumlu yaratma ihtiyacından doğmuştur belki. Bireyin varoluş mücadelesi esnasında kasıtlı ya da tamamen bilinçsiz olarak yaşadığı eksen kaymasının bir sonucu da olabilir taşra arayışı…

Sinan, gençliğin toyluğuyla ve henüz hiçbir gerçek hayat tokadı yememiş olmanın tuzu kuruluğuyla, okuduğu kitaplardaki süslü cümlelerin ardına sığınarak, dönüp geldiği taşra insanına tepeden bakan, o insanları rahatlıkla kategorize eden ukala bir görüntü çizer. Yazdığı bir kitap vardır. Bu kitabı yayımlatmak için bir mücadeleye girişir. Ailesinden maddi destek görmesi mümkün değildir. Zira öğretmen olan babası kumar batağına düşmüş, içindeki çocuğu büyütmemiş bir vurdumduymazdır. Annesi Asuman ise 40 yaşından sonra elalemin çocuklarına bakıcılık yaparak evin gündelik ihtiyaçlarını görmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Sinan kitap çıkarma serüvenini aile desteği olmaksızın sürdürecektir. Onun Sisifos ile benzerliği de belki böylelikle başlar. Nasıl ki cezaya ilk çarptırıldığında Sisifos’un tek amacı kayayı dağın tepesine yerleştirmekse Sinan’ın da tek amacı kitabını yayımlatmaktır. Bu uğurda da zaten hiçbir insana, olguya, duruma kopmaz bağlarla bağlı olmayan Sinan amacına ulaşma uğrunda her türlü mücadeleye girişecektir.

“Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla.” (Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley)

Önce belediye başkanına gider Sinan. Belediye başkanı, hak etmediği güçle donanmış her cahil insanın göstereceği tavırları sergiler. Makamında kapının olmayışı üzerine derin bir nutuk çeker ve ne kadar şeffaf bir şahsiyet olduğunun altını uzun uzun çizer, sonra entelektüel derinlikten yoksun ama her türlü bilgiye vakıf olduğunu sanan bir birey olarak Sinan’ın kitabını kategorize eder. Kapanış olarak da Sinan’a maddi destek sunamayacaklarına ama ona bu konuda yardımcı olabilecek birini tavsiye edebileceğini söyleyerek Sinan’ı uğurlar.

Sinan, belediye başkanının refere etmesi üzerine inşaatçı İlhami’nin kapısını çalar. Belediye başkanına göre İlhami okumayı çok seven ve üreten insanları da hep destekleyen bir kişiliktir. İlhami’nin ofisi okumaya duyduğu ilginin sınırlarını göstermesi açısından önemli bir mekân bence. Raflarında bolca eski ansiklopedi birkaç da kitap bulunan kitaplık yarım bir görüntüyle bu sekansta verilir. İlhami, geniş geniş yayılarak oturduğu koltuktan sorduğu sığ sorularla Sinan’ı çileden çıkartır. “Misal sen bu kitabı kaç günde yazdın?” sorusuna karşılık Sinan, “bu öyle kaç kilo kum geldi bir olay değil” diye cevap verir ve İlhami’nin içindeki kompleksi dışavurumu başlar. Okumamıştır İlhami. Arkadaşlarının çoğu tahsillerini sürdürmüş, eğitimli insanlar olmuş ancak üç kuruş maaşla sürünmektedirler hatta birkaçı İlhami’nin maaşlı çalışanıdır. İlhami okumak yerine çalışmış, ticarete atılmış, inşaat işine girmiş ve tüm okumuş arkadaşlarına haddini bildirmiştir. Entelektüel açığını kapatacak çok sağlam bir gücü vardır: para… Parayı verenin düdüğü çaldığı bir dünyadır burası. Diplomalar, okunan düzine düzine kitaplar paranın yanında geçer akçe sayılmaz…

Bu iki sekansla yayıldıkları koltuklar üzerinden ahkam kesen insanların ikiyüzlülüğünü görürüz. Bol bol konuşan ancak icraat söz konusu olduğunda yalnızca kendi cebine çalışan ikiyüzlüler, Türkiye’nin yalnızca taşrasının değil, herbir metrekaresinin tiksindirici gerçeğidir.

“…Ancak bunların çekiciliği yazarlıklarından değil, en özelin kapı bekçiliğini yapmalarından kaynaklanıyor ve insanın içinden bunların renklendirdikleri ve kendi özgün ürünleri diye tanıttıkları porseleni kırmak geliyor.” (İnsanın Taşrası – Elias Canetti)

Kitabını yayımlatmak için dedesinin evindeki unutulmuş Kuran’ı alır ve kitapçıya satmaya karar verir Sinan. Elyazması olduğunu düşündüğü kitap için iyi bir para alabileceğini böylelikle kitabı bastırmak için gereken miktarı elde edebileceğini düşünür. Kitapçıya geldiğinde üst katta tanıdığı bir yazarın olduğunu fark eder. Önce kitabı satar, ne yazık ki kitap el yazması değildir ama yine de belli bir meblağ geçmiştir eline.

Yazar Süleyman’ın yanına çıkar ve vakti varsa onunla biraz sohbet etmek istediğini söyler Sinan. Süleyman da vaktinin olduğunu, sohbet edebileceklerini söyleyerek cevaplar Sinan’ı. Süleyman, tıpkı Sinan’ın şu an verdiği mücadele gibi mücadele etmiş ve taşradan merkeze uzanmayı başararak isim edinmiş bir kalem üstadıdır. Bu nedenle Sinan için hayranlık duyulan biri olmaktan çok kıskanılan bir figürdür. Kaldı ki Sinan tüm sohbetleri boyunca çeşitli dokundurmalarla Süleyman’ın adeta sinir uçlarıyla oynar. Buna rağmen Süleyman kararlı bir şekilde mimiksiz ifadesini ve tekdüze ses tonunu korumayı başarır. Yükselmeden cevap verir ve sorular sorar. Ancak bir yerde artık sabrı taşar ve muazzam bir tiratla Sinan’ın ısrarla dayatmaya çalıştığı determinist imajı yıkar geçer. Bu sahnede Süleyman’ın tavrını kibirli bulanlar mevcutsa da ben oldukça mütevazı ve sabırlı bir insan portresi seyrettiğimi düşünüyorum. Türk sinema tarihindeki en müthiş tiratlardan biri olan tiradı da dahil olmak üzere Süleyman’ın doğru bir aydın imajı çizdiğine inanıyorum.

Bu sahnenin hemen akabinde köprü üstündeki heykelin kırık kolunu suya attığını görürüz Sinan’ın. Süleyman ile yaşadığı gerilimin bir dışa vurumu mu yoksa estetikliği artık bozulmuş bir figürü kurtarma çabası mı bilinmez kırık kolu suya iter ve bu yaptığının bedelini ödemekten de aciz olduğu için kaçarak Truva Atı heykelinin içine saklanır. Sinan’ın çelişkili karakterinin en net şekilde göründüğü sahne bu sahnedir belki de. Daima kitabi cümleler kuran, isyankar genç Sinan, yaptığı küçücük bir hatanın dahi sorumluluğunu alamayacak kadar korkaktır aynı zamanda.

Sinan’ın bir başka karşılaşması ise ergenliğinde belli ki platonik bir aşk duyduğu, Hatice ile olur. Bu karşılaşma sahnesi taşranın, taşrada yaşayan için ne demek olduğunun da bir örneğidir. Hatice’ye göre taşra en yakındır ve seçilmesi en mümkün, en konforlu olandır. Bu nedenle belki de eğitim hayatını bile sürdürmemiş, en yakının güvenli alanında kalmayı seçmiştir. Öte yandan Sinan oradan çıkmış ve ışıklı caddelerin, renkli hayatların olduğu şehre gitmiştir. Hatice’ye göre çok büyük trikleri olan şehir hayatını Sinan tecrübe etmiştir ve herhangi bir enteresanlığını görmemiştir.

Bu sahnenin akabindeyse Sinan, Hatice’nin eski erkek arkadaşıyla karşılaşır. Irmak kıyısında onu gördüğünde Sinan’ın içinde muhteşem bir iç sorgulama gerçekleşir. Sinan’ın Sisifos olabileceğine dair algımın oluşması da bu sahne sayesinde olmuştur. O tiradı aynen aktarıyorum:

“Aslında o kadar önemli biri olmadığımız ortaya çıktığında neden üzülüyoruz ki? Bunu temel bir aydınlanma hali olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı? İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir. Ve güzelliğe, aşka inanmak kadar ayrılığa da inanmak, hazır olmak gerekir. Yani her güzelliğin sonunda bir kopuş, ayrılık pusuda bekler. Madem öyle, başımıza gelen bu gibi tatsızlıklara bizi kendi bilinmeyenlerimizle yüzleştiren hayırlı felaketler gözüyle bakmamız gerekmez mi?”

Sinan’ın bu iç konuşması filmi seyrederken doğrudan Camus’nün yorumladığı Sisifos figürünü getirdi benim aklıma. İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir, diyerek Sinan, uyumsuzluk haline selam çakıyor gibiydi. Tatsızlıkları bizi kendi bilinmeyenlerimizle yüzleştiren hayırlı felaketler olarak yorumlama temennisi ise tam Sisifos’a yakışır bir bilinç hali bana göre. Bu nedenle Sinan, benim gözümde bu sahneyle Sisifos olma yolculuğunu başlatmış oldu.

Filmin bir diğer enteresan kısmıysa Sinan’ın iki imamla sohbet ettiği sekanstır. Ahlat Ağacı, eski-yeni, muhafazakâr-reformist kurgusu üzerinde temellenmiş olsa da ve tüm akışta bu çatışmayı hissettirse en bariz sunduğu yer sanırım bu sekans olmalı. Din özeline taşınmış bu çatışma, muhafazakâr ve aslında tam tabiriyle fundamentalist imam Veysel ile reformizme sıcak baktığı belli olan genç imam Nazmi arasındaki tartışmaya yer yer Sinan’ın da dahil olmasıyla seyirciyi de adeta sohbetin bir tarafı gibi konumlandıran bir akışla sunulur. Veysel’in aslında oportünist biri olduğundan emin olan Sinan alttan alta yaptığı dokundurmalarla Veysel’in gerilimini tırmandırır.

Ceylan, Sinan ve babası arasındaki gerilimi adeta bir teslis sunumuyla baba-oğul ve kumar üçgeni üzerinden anlatır. Bu uçurum ve gerilim filmin son sahnesine kadar varlığını hissettirir. Sinan’ın ödipal bir refleksle babasını cezalandırma dürtüsü ve kitabını yayımlatmak için gereken her şeyi yapmaya hazır hali, babasının can dostu av köpeğini bir avcıya satmasına neden olur. Buradan gelen parayla kitabını bastıran Sinan bir yandan da babasından intikamını alıyordur.

“Kolay vazgeçerek hiçbir şey elde edemezsin.” (Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley)

Sinan amacına ulaşmıştır. Artık bir kitabı vardır. Ama dünya değişmemiştir. Hayat değişmemiştir. Herkes aynıdır. Kaygılar olağanca baskısıyla sürüp gitmektedir. Evet, kitap artık elindedir. Ama hala işsizdir Sinan ve onu bekleyen kader belki de bu ülkenin çoğu atanamayan gencinin tutunduğu gibi polislik mesleğidir. Çünkü geçim sıkıntısından kurtuluş kapısı, diplomalı işsizler için polisliktir. Nitekim Sinan’ın edebiyat fakültesi mezunu arkadaşı da o mesleği seçmiştir. Hiç sevmese de sırf maaş garantisi olduğundan bu mesleği yapmaya mahkûm etmiştir kendini. Nuri Bilge Ceylan birkaç repliğe sıkıştırdığı polislik vurgusuyla bu ülkenin gençlerinin kanayan yarasına parmak basmayı da bilmiştir.

Sinan kitabın basılmasının akabinde askere gider. Ve filmin en sinematografik dakikaları da başlar böylelikle. Askerliği esnasındaki muhteşem karlı görüntülerle adeta bir rüya düzlemi yaratır Ceylan. Bu düzlemi askerlik dönüşü Çan’ı saran ve köyde de devam eden sis görüntüsüyle sürdürür.

Eve döndüğünde annesi ve kız kardeşinin kitabını okumadığını öğrenir. Daha da kötüsü evdeki baskılar küflenmiştir. Ertesi gün kitapçıya giderek kitabının satılıp satılmadığını sorar. Ne yazık ki o güne değin hiç taliplisi çıkmamıştır. Bu hezimet hisleriyle, emekliye ayrıldıktan sonra hayvanlarla iç içe yaşamaya başlayan babasının yanına, köye gider Sinan.

Asla gerçekleşmiyoruz. Karşı karşıya duran iki uçurumuz biz – Cennet’i hayranlıkla izleyen bir kuyu. (Huzursuzluğun Kitabı – Fernando Pessoa)

Babasının kaldığı yere gelen Sinan onun cüzdanını karıştırırken bir gazete kupürü bulur. Sinan’ın kitabının tanıtım yazısıdır bu… Sinan’ı film boyunca ağlarken gördüğümüz tek sahne de bu sahne olur. Dönüşmekten korktuğu babasını anlamanın verdiği huzur mu, hayatta onu gerçekten önemseyen birini bulmanın sevinci mi bilinmez ağlar Sinan. Sonra babasının yatağına yatar ve babasının bebekliğini görür rüyasında: tıpkı dedesinin anlattığı gibi karıncalar sarmıştır ama o uyumaktadır… Uyanınca babasının yanına gider. Babası koyun ve kuzularla tüm film boyunca su çıkarmak için uğraştığı kuyunun olduğu yerdedir. Sinan kuyudan su çıkıp çıkmadığını sorar. Oysaki tüm film boyunca babasının yardım çağrılarını geçiştirip taşraya saplanıp kalmayacağını, taşra işleriyle ilgilenmeyeceğini dile getirmişti Sinan. Babası su çıkaramadığını söyler esprili bir dille. İkili arasındaki en uzun ve en anlamlı sohbet de bu sekansta yaşanır. İdris oğlunun kitabını okumuştur. Hatta köydeki bu yalnız hayatında en büyük dostu oğlunun yazdığı bu kitaptır. Sinan da Ahlat Ağacı öyküsünü babasının anlatılarından yola çıkarak yazdığını söyler. İkili belki hayatları boyunca hiç olmadıkları kadar yakındırlar birbirlerine.

“Sisifos’un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, uyumsuz insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur.” (Sisifos Söyleni – Albert Camus)

İdris bankta uyuyakalmıştır. Kadraj birden kuyuyu gösterir. Kuyunun içine kendini asmış Sinan’ı görürüz önce sonra İdris uyanır ve kuyudan gelen seslere bakmak için kuyunun başına gelir. Sinan kuyunun dibinde kazmayla çalışmaktadır…

Ahlat Ağacı bir yenilgi öyküsüdür. Bu yüzden bir gündüz düşü havasıyla önce kendini kuyuya asan Sinan’ı görürüz. Yani hayatın anlamsızlığıyla başa çıkamayan ve yenilgiyi kabullenen bir uyumluyu… Ancak Ahlat Ağacı öyle kadim bir ağaçtır ki tüm şekilsizliğine, kimsesizliğine ve kuruluğuna rağmen mücadelenin de en anlamlı simgesidir. Bu yüzden tek başına bir yenilgi öyküsü değildir bu film. Direnişin ve isyanın öyküsüdür aynı zamanda. Yenilgilerini biriktiren ama yenilgilerine yaşamını kurban etmeyecek kadar isyankâr Sinan ve İdris’in öyküsüdür.

Tüm film boyunca kitabını bastırmak için bir iniş-çıkış yaşar Sinan, tıpkı Sisifos gibi. Bir gün dağın tepesine konduruverir kayayı ama bakar görür ki bu kadar değil yolculuk. Yeni inişler yeni çıkışlar keşfetmek gerek. Hayatını özgülediği tek bir amacın anlamsızlığını idrak eden bir bilincin mücadele ruhu dolar Sinan’ın içine. Bu yüzden alır kazmayı eline ve başlar yeniden yenilmek üzere mücadele etmeye.

Hayat yengilerimizin mi yenilgilerimizin mi toplamından ibaret? Yolculuğumuz kalıcı bir iz bırakmak uğruna mı, bir servet aşkına mı yoksa yalnızca bir birey olarak kendi gerçekliğimizi mi arıyoruz tüm bu mücadeleyle? Yengiler, nefis sahibi bir yaratılmış olarak herbirimizin şevkine dokunsa da sanıyorum yenilgiler kendimizi bulmamız için daha yol gösterici. Yaşamın anlamsızlığına yenik düşmemek için gereken bilinç halini de ancak yükü kabullendiğimizde elde edebiliriz. Her şeye rağmen Sinan gibi yükünüzü bulmanız ve idrak etmeniz umuduyla, tekrar Camus’nün cümleleriyle: “Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum. Kişi yükünü eninde sonunda bulur.”

Sanat ve sağlık dolu günler…

Kuyunun dibindeki Sisifos

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

7 Yorum

  1. 28 Aralık 2020, 23:10

    Kamil bey niçin LAN diye hitap ediyorsunuz ?

  2. 28 Aralık 2020, 20:58

    Yuvarlıyor!
    Taşımıyor!
    Açıp bakarsanız; büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır.

  3. Sisifos da tıpkı insan gibi… Bir şey olacağı yok ama yaşıyor tıpkı onun kayayı sürekli taşıması gibi

  4. Lan etyemez şu yazıda takıla takıla oraya mı takıldın vizyonsuz cahil

  5. Demokrasi kavramından ne anlıyorsunuz acaba? Orijinal demokrasinin içinde eşitlik, hak, hukuk adalet yoktur; yalnızca ve yalnızca bir kesim insanın oybirliği yoluyla bir devlet varlığını yönetmesi vardır. Sizin demokrasinin içinde olduğunu düşündüğünüz tüm kavramlar aslında Fransız Devrimi’nin demokrasiye ekleyerek geliştirdikleridir.

    Ayrıca, Sümer medeniyetinin memleketimizde bu kadar savunulmasının sebebini de pek bir doğru yanı olmayan “Güneş Dil” hipotezine bağlamak gerekiyor sanırım. Sümerler Türk değildir, ama Sümer kültürü Antik Yunan kültürünü epey etkilemiştir. Yani Sümerler de bir anlamda “Batı”nın öncülüdür.

  6. 26 Aralık 2020, 20:05

    Duyda inanma antik Yunan demokrasinin besigiymis. Demokrasinin bilinen en kadim beşiği sümer kenger. Bırakın artık Batı’nın antik Yunan Roma rönesans masallarini. Sadece soyluların söz hakkının olduğu kadınların kafeslere tikildigi sapkın ve çocuklarla ilişkiye girmenin doğal sayıldığı yerde demokrasi ne gezer. Batı herşey gibi demokrasinin de kendi kitasinda doğduğunu kendisine ait olduğunu iddia edecek ki bize alçak teröristi serbest bırakın diyebilsin.

  7. 26 Aralık 2020, 18:37

    Teşekkürler sayın Göbel…

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!