Cem Gürdeniz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Lawrence’tan Colani’ye Suriye trajedisi-2

Lawrence’tan Colani’ye Suriye trajedisi-2

featured

Cem Gürdeniz yazdı…

Soğuk Savaş sonrası ABD ve NATO petrol ve doğal gaz zengini batı ve İsrail karşıtı dört ülkenin parçalanarak neo liberal ekonomiye entegrasyonunu ve sınırsız sömürülmesini hedeflemişti. Bunlar Irak, Libya, Suriye ve İran idi. Bu devletler ya Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Umman, BAE ve Kuveyt gibi kendi iradeleri ile ABD’ye teslim olacaklar ya da Amerikan askeri, siyasi, finans, ekonomik, istihbarat, kısacası hibrid gücü ile parçalanacaklardı. Ancak bu süreçte en çok kullanacakları enstrüman, 1980 sonrası Afganistan’da Sovyet işgali sırasında Vehhabi köktendinciliğiyle yoğrulan, Amerikan silahları ile donatılan Amerikalılara göre Özgürlük Savaşçıları sayılan ve Mücahiddin adı verilen köktendinciler oldu. Bunların teori ve doktrini Suudi Arabistan’dan gelen Vahabi köktendincileri ile İhvancılara aiti. İşte, Suriye’de bugün büyük zafer kazanan HTŞ’nin köklerine inmek için 1980’lere gitmek gerekir. Bugün CNN ve BBC tarafından Suriye’de özgürlük savaşçısı, demokrasi havarisi olarak alkışlanan köktendinci silahlı çetelerin ruhu o günlerde üflenmişti. 

YEŞİL KUŞAĞIN YARATTIĞI KANSER

1980’lerde Sovyetlerin Akdeniz ve Hint Okyanusuna inmesi önlemek üzere tasarlanan Yeşil Kuşak teorisinin sahibi Amerikalı Stratejist Brzezinski Sovyetlere karşı Afganistan’da kullanılan köktendinci özgürlük savaşçılarına süratle öldürücü ve ağır silahlar verilmesini istemişti. Ona göre Sovyetlerin yıkılması, Afganistan ve Pakistan’da ileride tüm dünyayı kanser gibi saracak ağır silahlı İslami köktendinciliğin gelişmesinden daha önemliydi. Bu süreç Pakistan üzerinden yürütülecekti. Yeşil kuşakla. Yani kızıl Marksizm’e karşı, yeşil İslamizasyon kullanılacaktı. Mücahiddin Sovyetlere karşı ilk başarıları sağladıktan sonra popülerliği yükselişe geçti. Hollywood bile ünlü Rambo film serisinin üçüncüsünü 1988 ‘de Afganistan’a ayırdı. Filmde (Slyvester Stallone) Rambo namaz bile kıldı.  Pakistan’da 1978 yılında darbe ile iktidara gelen Ziya Ül Hak ülkesinde Radikal İslam’ın yükselişini hızlandırmış ve Cinnah’ın modern Pakistan’ını İslami Cumhuriyete dönüştürmüştü. Buna yakın bir süreç 12 Eylül 1980’de Türkiye’de de yaşanacaktı. Peşaver bölgesi başta olmak üzere 33 bin medrese açılmıştı. Buralarda çiftçi ve köylü fakir Afgan gençleriyle dünyanın her köşesinden cihat çağrısına gelen binlerce selefi savaşçıyı önce doktrine edip, daha sonra ellerine ağır silahlar verip komünist avlatıyorlardı. Sovyet işgali ve iç karışıklık döneminde Pakistan’a geçen çoğu Peştu 1 milyon sığınmacıdan seçilenler savaşçıya dönüştürüldü. General Ziya sonradan Taliban’a dönüşecek savaşçıları Hindistan’a karşı Keşmir’de de kullanabilecekti. Pakistan üzerinden Mücahiddine dolar ve silah sel gibi yağmaya başladı. Vahabi Suud’lar da komünizmi önleme fonu altında Mücahiddine milyonlarca dolar yardıma başlamıştı. Riyad, sadece para değil, kendi ülkesindeki rejim karşıtı ihvancı ne kadar radikal İslamist varsa buraya savaşmaya yolluyordu. Bunlardan birisi de El Kaide’nin kurucusu Usame Bin Ladin idi.  Amerikalılar 1 birimlik yardımla Sovyetlere 10 birim zarar verildiğini anlamıştı.  Çok mutluydular. 1984’e kadar mücahitler 14.000 Sovyet askeri öldürmüş, 400 hava aracı düşürmüş, 2750 tank, 8000 kamyon imha etmişti. 

KANSERİN BÜYÜMESİ

ABD, soğuk savaş bittikten sonra elindeki bu silahı kendi çıkarları için yaratıcı kaos paralelinde kullanacaktı. Moderniteden ve hümanist kimyadan çok uzak bu silahlı köktendincileri istediği gibi şekillendirecek, isimlendirecek ve gruplandıracaktı. Zira elinde hem kendi bastığı dolar hem silah vardı. Arap aleminin gerek sosyal gerekse kadın erkek eşitliği ve seküler yaklaşımlar açısından en ileri üç ülkesini yani Irak, Libya ve Suriye’yi çok ilginçtir, demokrasi, insan hakları ve kişisel hürriyetler adına Mücahiddin, Taliban, El Kaide, IŞID, El Nusra, HTŞ vb. gibi isimleri dahi CIA/MI6 koridorlarında üretilmiş kafa kesen, şiddete tapan, kadını köleleştiren silahlı köktendinci çetelere yıktırmıştır. Birinci Körfez Savaşından sonra bu kanserli hücreler CIA, MI6, MOSSAD ve BND emrinde her yerde kullanılmaya hazır hale getirildiler. Ancak her zaman bu örgütleri kontrol altında tutamadılar. Örneğin Afganistan’da kendi yarattıkları Taliban’ı 11 Eylül 2001 sonrası baş düşman belleyip yendiler ve Afganistan’ı işgal ettiler. Aynı Taliban’a 2021 yılında koskoca ülkeyi terk edip kaçar gibi geri çekildiler. Ya da 11 Eylül 2012 günü Libya/Mısrata’da Amerikan büyükelçisini kendi yetiştirdikleri cihatçı teröristlerin öldürmesini önleyemediler. 

SONUN BAŞLANGICI

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası Amerikan dış ve güvenlik politikasını yeniden formatlayan Siyonist neoconlar, bağımsız Filistin devletine karşı oldukları gibi aynı zamanda İsrail etrafında tehdit ve risk oluşturacak hiçbir rejime izin vermeyecek şekilde Tel Aviv’e tam destek verdiler. 2004 yılında baş neocon Condoleezza Rice daha da ileri giderek 2003 yılında yazdığı bir makalede ‘Dünya, Ortadoğu’da 22 ülkenin uzun soluklu değişimlerine hazır olmalıdır’’ diyordu. 2006 yılında Amerikalı E. Albay Ralph Peters, ‘’Kan Sınırları’’ adlı kitabında bu değişiklikleri yazıyordu. Bu harita değişikliklerinin en büyük itici gücünün ABD için kenar kuşak jeopolitiği olduğu kadar enerji jeopolitiği ve en önemlisi İsrail’in güvenlik jeopolitiği olduğunu vurgulamak gerekir. 

İSRAİL’E GÜVENLİK KUŞAĞI

1978 Camp David Anlaşmaları ile Mısır; 1982 ve 2006 müdahaleleri ile kısmen de olsa Lübnan; 1991 ve 2003 Amerikan müdahaleleri ile Irak, İsrail’in yakın çevresindeki tehditlerden kontrol edilebilir riske dönüştürülmüşlerdi. Geriye İran ve Suriye kalmıştı. 1967 savaşında İsrail Suriye sınırındaki su zengini Golan bölgesi Suriye’den alındığı için en hassas durumda oldukları ve tehdit derecelendirmesinde en üst sıraya koydukları ülke Suriye idi.  Suriye, İran’dan gelen askeri lojistiğin Lübnan’a geçiş kapısıydı. İran, 1979 sonrası geleneksel ABD düşmanlığına İsrail düşmanlığını da eklemiş ve İsrail’i haritadan silmekle tehdit ediyordu. Bu kapsamda İsrail için en büyük üç askeri tehdit İran’ın potansiyel nükleer ve mevcut konvansiyonel ateş gücü; Lübnan Hizbullah’ı ve Gazze’de Hamas (Şii olmamasına rağmen) idi. Bunun için eyleme geçmeliydi. İsrail, öncelikle ABD’deki neocon iktidarın 11 Eylül 2001 sonrası konsolidasyonuyla 1993 yılında imzaladığı iki devletli çözüm anlaşması olan Oslo Anlaşmasını yok sayarak Arafat’ sız bir konjonktürü hedefledi. 2004 sonunda Arafat’ın ölmesiyle Filistin’in devletleşme ideali teoride var olsa da pratikte ortadan kalktı.  Diğer yandan İsrail, 1948 Savaşından bu yana yanında olan Ürdün’ü tamamen kontrolü altına aldı. Öyle ki Ürdün, İran’ın İsrail’e 2024 baharındaki hava saldırılarında kendi unsurları ile İran füzelerini durdurmada rol aldı. Diğer yandan ABD’nin Saddam’ı kitle imha silahları vb. sahte gerekçelerle iktidardan düşürüp idam ettirmesi ile tamamen işgal ettiği bu ülkedeki Şii’lerin Lübnan Hizbullah’ına olan yardımları kesilmeliydi. Kısacası Şii etkinliği kırılmalıydı. Bunu yapmak için sadece İsrail’in askeri gücü değil Amerikan gücü de yanında olmalıydı. İsrail’in çok kısıtlı nüfusu bir zafiyetti ancak ABD’nin finansal, askeri, ekonomik, siyasi ve sınır tanımayan tek taraflı hukuki gücünün koruması İsrail’in çıkarları için kuvvet çarpanı olarak kullanılmalıydı. Amerikan savunma sanayinin hassas hedeflemeli bomba üretim gücü ateş gücünü hava kuvvetlerine dayandıran İsrail’e sınırsız destek sağlamalıydı. ABD de İsrail’i mızrağın ucundaki en önemli elit komando birliği gibi kullanmalıydı. Neticede bu güç baskısı ile ABD ve İsrail düşmanı dikta rejimleri eğer demokrasiye dönüşürlerse risk ve tehditler azalırdı. Bu uğurda halklar isyana teşvik edilmeli ve rejim değişikliği sonunda ABD ve batı tarafından desteklenecek rejimlerin İsrail yanlısı olması sağlanmalıydı. Turuncu devrimler, darbeler, köktendinci ya da neo Nazi terör örgütleri yaratmak ve yürütmek neoconların en iyi bildiği konulardı. 

ARAP BAHARI VE SURİYE

Neoconların Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi tam da buydu. Arap Baharı 2010 yılından sonra bu amaca yönelik önemli bir eylemdi. Bu projede rejim değişikliği istenen başat ülke Suriye idi.  Obama döneminin Dışişleri Bakanı ve Libya Parçalanmasının mimarı neocon Hillary Clinton’ın Wikileaks Belgelerinde ortaya çıkan yazışmaları şöyle idi: “İsrail’in İran’ın artan nükleer kapasitesiyle başa çıkmasına yardımcı olmanın en iyi yolu, Suriye halkının Beşar Esad rejimini devirmesine yardım etmektir… İran ile Suriye’deki Esad rejimi arasındaki stratejik ilişki, İran’ın İsrail’in güvenliğini baltalamasını mümkün kılıyor…Washington, Suriyeli isyancı güçleri örgütlemek, eğitmek ve silahlandırmak için Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölgesel müttefiklerle çalışmaya istekli olduğunu ifade etmeye başlamalı… Ardından, Türkiye’deki ve muhtemelen Ürdün’deki toprakları kullanarak, ABD’li diplomatlar ve Pentagon muhalefeti güçlendirmeye başlayabilir. Zaman alacaktır…Zafer hızlı ya da kolay gelmeyecek, ama gelecek. Ve getirisi önemli olacak. İran stratejik olarak tecrit edilecek ve Ortadoğu’da nüfuzunu kullanamayacak. Suriye’de ortaya çıkan rejim, ABD’yi bir düşman olarak değil, bir dost olarak görecek… Ve yeni bir Suriye rejimi, İsrail’le dondurulan barış görüşmeleri konusunda erken harekete geçmeye pek ala açık olabilir. Lübnan’daki Hizbullah’ın İranlı sponsorlarıyla bağlantısı kesilecek çünkü Suriye artık İran’ın eğitim, yardım ve füzeleri için bir geçiş noktası olmayacak “.

SURİYE’DE KUMPASIN HIZLANMASI

2000’lerin başında Suriye’de Araplar, Bedeviler, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Sünniler, Aleviler, Ortodoks Hristiyanlar, Katolikler, Dürziler mevcuttu. Hafız Esad’ın son yıllarına kadar ülkesel bütünlük korunabiliyor ve kademeli şekilde batı dünyası ile ilişkiler geliştiriliyordu. Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000’de ölümünden sonra iktidara gelen ve asıl mesleği göz doktorluğu olan oğlu Beşar Esad, Suriye gibi çok milletli, çok dinli ve İsrail ile sınır komşusu olan ülkeyi yönetmeye hazır değildi. Ancak en önemlisi 11 Eylül 2001 sonrası neoconlar, yeni Amerikan Yüzyılı için düğmeye basmışlardı. Suriye dönüştürülmeliydi. ABD Kongresi Suriye’nin Lübnan ve Irak’ta teröre destek veriyor ve kitle imha silahları barındırıyor iddiası ile 12 Aralık 2003 tarihinde “Suriye Hesap Verebilirlik ve Lübnan Egemenliğinin Restorasyonu Yasası (2004)” olarak bilinen yasa üzerinden pek çok yaptırımlar yanında ekonomik yaptırımlara da başladı. Böylece sosyal ve kültürel açıdan Arap alemi içinde en gelişmişler arasındaki Suriye halkı, kademeli şekilde fakirliğe ve içine kapanmaya itildi. Bu süreçte daha sonra 2006-2010 arasında Suriye modern tarihinin en uzun ve kötü kuraklığı yaşandı. Irak’a Amerikan müdahalesinden sonra zorunlu göç eden 1,5 milyon sığınmacının yarattığı külfet de ekonomik dengeleri alt üst etti. 

İÇSAVAŞIN BAŞLAMASI VE DEĞİŞEN DENGELER

2003 sonrası 8 yıldır kıvranan ve ekonomik ve siyasi baskılara maruz kalan çok katmanlı Suriye halkı en ufak kışkırtmaya hassas haldeydi. İç savaş bu hareketle 2011 Mart ayında başladı. Beşar Esad süreci yönetemedi. Esad yönetimine karşı ‘‘demokrasi” talebiyle başlayan ayaklanmalar, etnik ve mezhep ayrılıklarının kışkırtıldığı şiddetli çatışmalara dönüştü. Esad rejiminin ayaklanmaları bastırmada aşırı güç kullanması karşılıklı şiddeti artırdı.  ABD ve İngiliz istihbaratı Afganistan, Libya, Irak ve Suriye’de yıllardır beslediği terör örgütlerini iç savaşta Esad rejimini yıkmak için kullandı. 2011 Temmuz’unda Sünni ağırlıklı muhalifler Özgür Suriye Ordusunu (ÖSO) ve Sürgündeki Hükümeti kurdu. 2012 Mayıs’ından itibaren ABD rejim karşıtı güçlere yardıma başladı. Bu yardım 2014 sonrası Pentagon’un Eğit ve Donat programına dönüştü. 2014 yılı başından itibaren kökleri El Kaideye dayanan IŞID (DAEŞ) terör örgütü Suriye’de kısa sürede pek çok yerde etkili oldu. 2013 ‘ten itibaren İran Hizbullah’ı; 2015’ten itibaren Rusya, rejim güçlerine fiilen askeri destek vermeye başladı. Aynı yıl ABD de Suriye devleti davet etmediği halde IŞID ile yani kendi ürünü terörle mücadele kapsamında kendi kendini Suriye’ye davet ettirerek Fırat’ın doğusunda petrol ve doğal gaz havzalarının bulunduğu bölgede sonradan sayıları 11’i bulacak üs ve karakollara yerleşti. Petrol havzalarının emniyetini Kürtlerle birlikte sağladılar. Bu gelişme üzerine Esad, Rusya ile babası zamanından kalan askeri iş birliği anlaşmasını 2017 yılında güncelleyip 49 yıllığına uzatarak Rusya’nın Tartus’taki deniz üssü ile Lazkiye‘deki Hmeymim hava üssüne uzun vadeli erişimini güvence altına aldı. Aynı yıl Rusya Türkiye ve İran Astana süreci hızlandı. Diğer yandan Kürtler PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye bağlı Suriye Demokratik Güçleri (SDF) çatısı altında örgütlendi. Suriye’de Fırat’ın batısında PYD’nin Akdeniz’e erişimini Türkiye 2016, 2018 ve 2019 ‘da icra ettiği harekatlar ile önledi. Bu harekatlarda Türkmenlerin de yer aldığı Suriye Milli Ordusu (SMO) Türk ordusuna destek verdi. Ancak radikal unsurlar IŞID, El Kaide, El Nusra gibi son derece tehlikeli terör grupları İdlib ve Hama’da örgütlenmeye, Libya’dan getirilen silahlar ile donatılmaya devam edildi. Bir nevi iç ayaklanmayı başlatacak muhalifler ülke dışından bölgeye getirilen terör unsurlarına eklendi. Aynı senaryo Afganistan’da da yaşanmıştı. İdlib’deki köktendinci silahlı terör örgütlerinin yapılanması 2015 sonrası Rusya ve Türkiye arasında gelişen iş birliğine rağmen önlenemedi. Bu süreç içinde en önemli gelişmelerden birisi Akdeniz’de yaşandı. Tartus’ta üslü Rus savaş gemileri Akdeniz’den IŞID hedeflerine Kalibr hipersonik füzelerini kullanarak 2017 mayıs ve haziran aylarında saldırılar düzenledi. 2016 yılında da Rus savaş uçaklarının yoğun saldırıları sayesinde Halep şehri muhaliflerden geri alınmıştı. Esad, Rusya’nın en gelişmiş savaş uçakları, savaş gemileri ve füze sistemleri ile yaptığı bu güç gösterileri ile Suriye’nin savunmasına Rusya’nın her durumda kayıtsız şartsız güvence vereceğini kabullendi. Halbuki bir ülkenin asli savaş gücü kendi vatanı için ölmeye hazır askerlerinin mevcudiyeti ile ölçülür. İran ise daha başlangıçtan itibaren Irak Şii coğrafyasını kullanarak Suriye’ye kesintisiz muharip askeri desteğine devam ediyordu. 2013 yılında Filistinliler tarafından kurulan Kudüs Tugayları da Suriye rejimini korumak için en büyük askeri ve maddi desteği İran’dan temin ediyordu. İran, böylece Suriye üzerinden doğrudan Lübnan Hizbullah’ına da askeri desteğe devam ederek İsrail’in kuzeyden kuşatılması ve tehdit ekseni içinde tutulmasına yardım ediyordu. 

ORDUNUN ZAYIFLAMASI

İç savaştan bu yana geçen 13 yılda, Suriye ordusu hızla geriledi. Rus askeri ve İran Hizbullah’ının varlığı ile Suriye Ordusu neticede 8 Aralık 2024 tarihinde Şam’ın ve çevresinin pek çoğu ABD ve AB ülkeleri tarafından terörist listesinde tutulan ve hatta ödüle tabi olan köktendinci militanların HTŞ liderliğinde muhalifler adı altında hızlı ilerlemesi karşısında dayanamadı ve düştü. HTŞ (Heyet Tahrir El Şam -Şam Düşerse Tahran da Düşer) isimli grup El Nusra’nın BM tarafından yasaklı terörist grup olarak ilan edilmesinden sonra ABD tarafından yeniden markalaştırıldı. Liderleri Colani 2003’te El Kaide militanı olarak keskin ABD Düşmanı iken bugün ABD ve İsrail’in gözdesi konumunda bir militan. İsrail ve ABD aleyhinde tek bir eylemi söz konusu değil. Colani liderliğinde İdlib’de oluşan 50 bin civarında büyük çoğunluğu toplama köktendinci terör elemanına birkaç gün içinde ülkesini 8 Aralık 2024 tarihinde teslim eden Suriye Ordusu 9 yıl önce 2015’te çok başarılı savunma yapabilmişti.  Çok zor koşullarda Esad’ın Cumhuriyet Muhafızları ve Kaplan Kuvvetleri kendilerinden daha büyük ABD ve İsrail vekillerine karşı savunma yapmış, Lazkiye kıyıları ile kritik ikmal yolları savunmuştu. O günlerde Şam neredeyse her gün vurulmasına rağmen kararlı bir şekilde durmuştu. Bugün, aynı Şam savaşmadan neden düştü? Suriye ordusunun Şam’ın civarında Alevi ağırlıklı askerlerle güneyde Sünni ağırlıklı birlikleri tutması göz önüne alınırsa büyük bir çoğunluğun savaş irade ve azmini gelen muhalif dalga karşısında yitirdiğini söyleyebiliriz. İsrail daha sonra yok etmeden önce, pek çok savaş uçağı ve helikopterin Suriye askerleri tarafından gelen muhalif gruplara teslim edildiğini medyada gördük. Arapların geleneksel olarak savaş konusunda kötü karneye sahip olmaları da buna eklenebilir. Irak ve Libya savaşlarında da her iki ülke ordusunun askerlerinin birkaç istisna dışında direniş ve kahramanlıklarından bahsedemeyiz. Ayrıca bu süreçte özellikle 2018 sonrası sahada tecrübeye sahip generallerin yerlerini rejimin sadık askeri liderlerinin almış olması ve ordunun savaş eğitiminin azlığı da rol oynamış olabilir. Suriye askerleri başta insansız hava araçları olmak üzere yeni teknolojilerden uzaktılar.  Halbuki karşılarındaki yabancı istihbarat ajanslarından destek alan düzensiz ordular Ukrayna dahil, dışardan sadece silah değil, eğitim de alıyordu. Suriye için gayret harcayan Rusya’nın 2018 yılında, 7 yıllık iç savaş yorgunluğu çeken orduda reform talebinde bulunduğu biliniyor. Benzer talebin İran tarafından da yapıldığı biliniyor. Ancak Esad bu tekliflere yaklaşmadı. Esad savaş zamanı lider özelliklerine sahip değildi. Cepheye hiç gitmedi. Ekonomik ambargo altında karaborsanın zirve yaptığı ülkede yolsuzluk had safhaya çıktı. Orduya da sirayet eden yolsuzluklar ve ülkenin fiilen son 7 yıldır bölünmüş olmasının yarattığı fiili durum 100 bin kişilik Suriye ordusunu savaşamayacağı bir konuma sürükledi. Benzer durum Irak ve Libya’da da yaşanmıştı. Orada da CIA tarafından satın alınan generallerin Saddam’a ve Kaddafi’ye ihanetleri söz konusuydu. Askerler de tüm Suriye toplumu gibi, Batı’dan gelen yoğun yaptırımlar ve öz kaynaklarının acımasızca  çalınması sonucu yoksullaştılar. Buğday yetiştirilen ve petrol/doğal gaz üreten bölgeler, 2016’dan bu yana ABD ve Kürt vekillerinin işgali altındaydı. Sonuç olarak, çoğu Suriyeli günde sadece birkaç saat elektriğe sahipti. Eve ekmek götürmekte zorlanıyordu. Halbuki 2011’de iç savaş başlamadan önce Suriye hem gıda ve hem de enerji konusunda kendi kendine yeterliydi. Suriyeliler ücretsiz sağlık ve eğitimden de yararlanıyordu. Kısacası Suriye Ordusu ABD, Türkiye ve İsrail tarafından desteklenen muhaliflerin biriktirdiği enerji karşısında direnmek istemedi. Bunda İsrail’in Lübnan’da kullandığı orantısız ateş gücünün ve Gazze’de yaptığı soykırımın psikolojik etkisinin de olduğu söylenebilir. ABD’den temin ettiği sınırsız ateş gücünün kullanımı ve televizyonlarda sürekli ölen çocuk ve kadınların gösterilmesinin yarattığı psikolojik etkinin Suriye ordusundaki askerleri de etkilemesi kaçınılmaz olabilir. Esad’ın bu durumu görerek ne Rusya’dan ne de İran’dan yardım talep etmeden rejimi ve yönetimi muhaliflere terk etmesi kaçınılmaz olmuş olabilir.  

HTŞ’NİN TESADÜFİ ZAFERİ

Kökleri terör örgütü El Kaide bağlantılı El Nusra’dan devşirilen ve müesses nizam tarafından muhalefet olarak takdim edilen HTŞ isimli örgüt askeri tarihte örneği görülmeyen, yoğun askeri çatışmalara ve ölüm kalım mücadelesine girmeden çok hızlı bir ilerleme sağlayarak Esad rejimini 8 Aralık 2024 sabahı düşürdü. Çoğunluğu zamanında El Kaide, IŞID gibi Cihatçı terör örgütleriyle kol kola gelmiş insanlardan oluşan, pikaplara monteli silahlar dışında tankları, silahlı helikopterleri,  hava desteği olmayan söz konusu yapının kendisi de  bu zafere başlangıçta inanmamış olabilirler. Aslında başlangıç operasyonu, Halep’e yönelik sınırlı bir işgal ve tehdit olarak tasarlanmışken Suriye ordusunun varlığının bir anda yok olacağı beklenmiyordu. Bu aşamaya gelmede en önemli rol, rejimin savaşı sürdürme azim ve iradesini kaybetmesi ile oynandı. Esad’ın savaşarak on binlerce insanın ölmesini önlemek için teslim olmayı seçmiş olması olasıdır. (Ancak yeni gelenlerin rövanşist tutumla çok kişiyi öldürmeyecekleri ya da güç sarhoşluğuna kapılarak yeni bir iç savaşın başlangıcını tetiklemeyecekleri de belli değildir.) HTŞ’nin zamanlaması önemlidir. Batılı ve İsrail istihbaratının zamanlama için HTŞ’ye yardım ettiği göz ardı edilemez. İran’ın Irak üzerinden Şam’a gönderdiği askeri desteğin 2024 Lübnan İsrail savaşı sırasında İsrail Hava Kuvvetlerinin pek çok kez Suriye içlerine yaptığı hava saldırıları ile kesildiği gerçektir. Rusya’nın İsrail hava saldırılarını durdurmaması da ayrı bir gerçektir. İsrail’in 1967’den bu yana işgali altındaki Golan bölgesi ile Suriye sınırına ağır yığınak yapması da HTŞ’nin saldırı planını icra safhasına sokmasında rol oynamış olabilir. HTŞ, Kasım sonunda harekata başladığında Şam’ı ve rejimi düşürmeyi planlamıyordu. Ancak yolun dikensiz olması durmasını engelledi. Kendisine elektronik harp, SİHA desteği vb. alanlar da dahil olmak üzere yardım eden batılı istihbarat ajansları da devam etmesini önermiş olabilirler. 

RUSYA VE İRAN NEDEN SAVAŞMADI?

Rusya, Şam’ın düşmesinden önce İdlib bölgesine Hmeymim üssündeki 10 uçak ile çok sayıda sorti yaptı. Ancak bunun stratejik bir sonucu olmadı. Zaten 7 Aralık gecesi bu akınlar da kesildi. HTŞ’nin kolay zaferinin sebeplerinden en önemlisi şüphesiz Rusya’nın ve İran’ın savaşmayan Suriye ordusuna destek vermenin taktik sonuçlar doğursa da stratejik sonuçlar doğuramayacağını görmüş olmalarıdır. Rusya 3 yıldır Ukrayna’da Özel Askeri Harekâtını sürdürüyor. Ukrayna karşısında her geçen gün başarı sağlayan Rusya, Trump iktidara geldiğinde ateşkesin yaklaşacağını değerlendirdiğinden önümüzdeki 36 günde Dinyeper Nehrine kadar olan ilerlemesinde azami alan kazanmanın ve masaya bu şekilde oturmanın hesabını yapıyor olabilir. Tam bu kritik anda kendi vatanı için savaşmayı reddeden bir ordunun yanında durmamayı tercih etmiş olabilir. Benzerini Vietnam ve Afganistan’da Amerikan askerleri için de gördük. ABD her ikisini de kaçar gibi terk etmişti. Yaşanan bu durumu başka bir perspektifte 1944 yılında Kremlin’de ABD (Roosevelt) olmaksızın Stalin ile baş başa oturan Churchill’in Doğu Avrupa (Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Macaristan ve Yugoslavya’) nın etki alanlarını bölüşmesindeki yüzdeler anlaşmasına benzetiyorum. Yunanistan’da o günlerde Almanlar gitmiş ve komünistler iktidara gelmişken, Churchill’in batı %90 Sovyetler %10 önerisine, Stalin, kara sınırlarına çok daha yakın olan ülkelerde artmış Sovyet etkisi nedeni ile uzun düşünmeye bile gerek kalmadan dakikalar içinde evet demiş ve Akdeniz’in en kritik ülkelerinden birisi olan Yunanistan’ı İngiltere’ye bırakmıştı. Bugün de kendi ülkesel bütünlüğü ve başta insan kayıpları açısından çok daha önemli olan Ukrayna cephesi için Suriye’yi feda etmiş olabilir. Bu jeopolitik açıdan mantıklı görülebilir. İran’ın durum daha farklıdır. Lübnan’da İsrail’in el telsizleri ve çağrı cihazlarını patlatması; İran topraklarında suikast düzenlemesi, Lübnan Hizbullah’ının liderini ve diğer yöneticilerini dünya tarihinde bir grup kişiyi öldürmek için benzeri görülmemiş çok büyük bir hava saldırısı ve Dresden bombardımanını aratmayacak ateş gücü ile imha etmesi, yıllardır büyük ekonomik ambargolar ve yaptırımlar altında kıvranan İran’ın Levant bölgesinden gerilemesini tetiklemiş olabilir. HTŞ’nin bu askeri başarısının benzer bir örneği Irak’ta 10 yıl önce yaşanmıştı. 4 Haziran 2014’te sayısı 800 ile 1500 arasında İD militanları 30 bin asker ve 30 bin polisten oluşan Irak güvenlik güçlerinin varlığına rağmen Musul şehrini işgal edebilmiştir. 6 gün süren çatışmalar sonucunda Musul‘un tümü IŞID’e geçmişti. O günlerde 500 bin sivil çatışmalardan kaçmak için Musul’dan göç etmişti. Suriye’de yaşananlar da Musul örneğindeki gibi tipik bir düzensiz ordu ve istihbarat ajansları müşterek harekâtından farklı değildir. Sorun bu gruplar ve bu tip askeri zaferler devlete istikrar ve huzur getirebilir mi? 

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Teşekkürler

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!