Cem Gürdeniz yazdı…
Bilindiği üzere Cumhuriyet Donanması 1923 yılında kurulduğunda Osmanlı döneminden önemli bir miras devralmadı. Atatürk’ün direktifleri ile 1 Mart 1921’de kurulan ve Kuvayı Milliyenin Karadeniz’deki savaş lojistiğini temin etmekle sorumlu Bahriye Dairesi, Cumhuriyetle birlikte kurulacak donanmanın geliştirilme sorumluluğunu üstlendi. İlk Bahriye Reis’i Albay Abdürrahim Fevzi, donanmaya yayınladığı prensip mesajında şunları söylemişti: “Hiçbir milletin Deniz Kuvvetleri bizim bugün içinde bulunduğumuz zorluklarla karşılaşmamıştır. Deniz Kuvvetlerimizin materyali bugün Abdülhamit istibdadının bıraktığı mirastan daha sönük ve daha azdır. Buna rağmen personelin subay kısmı en yeni bir donanmayı en üstün bilgilerle sevki idare edecek kifayet ve kabiliyettedir. Halen Deniz Kuvvetlerimizin kadrosunu teşkil eden subaylar Deniz Kuvvetlerini ve Donanmayı ölümsüzlük sırrına eriştirmekle mükelleftirler.”
KARACILARIN GÖZÜNDE DONANMA
Kurtuluş zaferinin büyük heyecan ve gururu; kuruluşun devrimlerinin büyük enerjisi ile genç Cumhuriyet, Atatürk liderliğinde gerek donanma gelişimi gerek denizcilik gücünün kalkındırılmasında mucizeler yarattı. 15 yıllık Atatürk döneminde 300 yılı aşkın duraksayan, gerileyen ve çöken bir imparatorluğun donanmasızlığını gidermek için olağanüstü gayretler sarf edildi. Özellikle II. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı boyunca donanmaya gerek kuvvet yapısı gerekse kurumsal kültür açısından verdiği zararın kapatılması zaman aldı. Donanmanın gelişimini hızlandırmak için Bahriye Bakanlığı dahi kuruldu. Ancak Atatürk’e rağmen devletin sosyo genetik kodlarına işlemiş olan baskın karacı karakteri değiştirmek mümkün olmadı. Bahriye Bakanlığının ömrü 2 yıl oldu. Bakan şahsen yolsuzluğa bulaşmadığı halde adeta emsal olsun diye 2 yıl hapse mahkûm edildi ve tüm bakanlık personeli yargılandı. Bir daha denizciler karacılar karşısında sesini yükseltmedi. Deniz Kuvvetlerinin gerçek değerini ve jeopolitik özgül ağırlığını Atatürk dışında tam anlayan zaten yoktu. Pek çok karacı general gözünde, donanma fantezi bir kuvvetti. Onlara göre Donanma Türk Boğazları savunmasını Marmara içinden yapmalı, çok masraflı olacağı nedeniyle Ege ve Akdeniz’de uzun süreli varlık göstererek yarımadaya ilerden savunma sağlanması düşünülmemeliydi. Donanma buna rağmen Montrö Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması ve egemenliğinin tam olarak geri alınmasında kilit rol oynadı.
1939 ÜÇLÜ İTTİFAK ANLAŞMASI
Atatürk’ün vefatından 10 ay sonra II. Dünya Savaşı başladı. Türkiye, başta 3 yaşındaki Montrö Sözleşmesi olmak üzere usta bir diplomasi ile savaşın dışında kaldı. Ancak savaşın başında Atatürk’ün prensipleri dışında Sovyetler ile yollarını ayırdı ve 12 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile ittifak anlaşması imzaladı. Çok değil 1920 Ağustos’unda Sevr ile Anadolu’nun parçalanmasını ve Türklerin Asya’ya itilmesini dayatan iki güç ile stratejik ortak olundu. Fransa kısa süre içinde Almanlara teslim oldu ve denklemden çıktı. Alman saldırışı karşısında Türkiye üçlü ittifak için savaşa girmedi. Tam aksine savaşın ilk yıllarında Almanya’ya yaklaştı. Buna rağmen savaş devam ederken Ankara hem aktif tarafsız statüde kaldı hem de ittifak anlaşması gereği İngiltere’den savunmamıza destek için harp silah ve araçları sipariş etti.
İNGİLTERE’DEN GEMİ ALIMI
İngiltere ile Osmanlı döneminde 19. yüzyılda başta müşavir paşalar olmak üzere deniz kuvvetleri alanında iş birliği üst seviyede idame edilmişti. Kırım Harbi sonrası yoğun İngiliz etkisine giren Osmanlıda Çanakkale Boğazının savunması bile İngiliz müşavirleri tarafından belirlenmişti. 19. Yüzyılın sonlarına doğru Almanya’nın yükselişi ile Alman müşavirler davet edilmiş, kara ve deniz kuvvetleri, Alman eğitim, doktrin ve donanım sistemine tabi olmuştu. Bu ilişki Birinci Dünya Savaşı arifesinde ve sırasında en üst noktaya çıkmıştı. Örneğin 1915-18 arasında mezun vermeyen Bahriye Mektebi 30 deniz talebesini 1917-18’de 2 yıllığına Alman Donanma gemilerinde eğitmişti. O nedenle Cumhuriyet kurulduğunda donanmada hem Alman hem İngiliz ekolünden gelen subaylar vardı. Cumhuriyet kurulduğunda donanmaya Alman müşavirler davet edildi. Bu dönemde İngiltere’den veya ABD’den hiçbir gemi ısmarlanmadı. Asıl tedarikçiler İtalya ve Almanya idi. Gölcük’teki tersane ve tesisler Fransız ve Hollandalılar ile inşa edildi. Atatürk sonrası denklem değişti. 1939 yılında İngiltere’ye denizaltı ve muhrip siparişi verildi. Aynı yıl iki mayın toplama botu ve 1 mayın dökücü gemi donanmaya katıldı. 1942’de, 2 denizaltı ve 2 muhrip ile 8 taşıt gemisi (arabalı vapur) transfer edildi. Böylece 1914 sonrası yaşanan 28 yıllık aradan sonra İngiltere ile yeniden buluşma sağlandı. Son savaşta 150 yılın deniz hegemonu İngiltere, ABD’nin 1941 Aralık ayında yaşanan Pearl Harbor Baskını sonrası harbe girmesiyle yenilgiden kurtuldu. Yoksa Almanya karşısında diz çökmesi büyük bir olasılıktı.
YENİ DÜNYA DÜZENİNDE TÜRKİYE
1946 sonrası dünya üç blok üzerine kuruluyordu. ABD liderliğinde Anglosakson dünya, Sovyetler Birliği liderliğinde komünist blok ve bağlantısız devletler. Türkiye Atatürk’ten itibaren yani başlangıçtan bu yana komünist rejimi benimsememişti. İnönü liderliğindeki Türkiye, savaşta uyguladığı bağlantısız, bağımsız politikayı sürdürmek yerine ABD liderliğindeki dünyayı seçti. Bunda pek çok neden vardı. Dönemin en özgür ve müreffeh devleti ABD tüm dünya için bir vizyondu. Amerikan rüyası herkesi, her devleti büyülüyordu. Türk halkında 19. Yüzyılda başlayan İngiliz ve genelde batı hayranlığı yerini Amerikan hayranlığına bırakmıştı. Ancak bu dünyaya girmek için çok partili demokrasiye geçmek gerekirdi. Anadolu’da siyasi katılım kolayca sağlanabilirdi, ancak kurumsal alt yapı ve siyasi olgunlaşma hazır değildi. Ekonomi zaten savaş nedeniyle yerlerde sürünüyordu. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşına 1939 İttifak Anlaşmasına rağmen İngiltere ve Fransa yanında girmemiş olmanın galipler karşısında yarattığı kompleks ve kurulmakta olan yeni dünya düzeninde batı yanında yer alamama korkusu ile çok acele edildi. Eğitim devrimi, planlı ekonomik kalkınma, yurt sathında devrimlerin yaygınlaştırılması sağlanmadan ve Kemalizm öğretisinin içi doldurulamadan karmakarışık bir konjonktürde çok partili sisteme geçildi ve Serbest Fırka döneminin karşı devrimci rövanşistleri ile etnik ve dinci bölünmenin temsilcileri 1950’li yıllarda Türkiye’nin rejimini devraldılar. ABD ve Avrupalı müttefiklerinin yani kısacası batının kontrolüne giren Türk siyaseti Atatürk’ten ve onun dış politikasından koşar adım uzaklaştı. Toprak reformuna karşı olan zengin toprak sahiplerinin ve karşı devrim unsurlarının ortaklığında oluşan yeni siyasi yapının izleri bugüne kadar devam edecekti.
AMERİKAN YARDIMLARI
1946 sonrasında Türkiye, Amerikan yardımı ile tanıştı. İkinci Dünya Savaşının muzaffer nükleer gücü, 20. Yüzyılın ortasında Osmanlının yıllarca merkeze koyduğu 18. ve 19. Yüzyıl hegemonu İngiltere’nin yerine geçmişti. Her ikisi de güçlerini okyanus ve denizlere hakimiyetten alıyordu. Her ikisi de Protestan Kapitalist ahlak ve pratik ile emperyalist teori ve geleneğe sahipti. Anadolu ve çevre coğrafyasını önce Rusya ve daha sonra SSCB’ye karşı koruma bahanesi ile davet edilmişlerdi. Sanayi devrimlerini ve aydınlanmayı kaçıran, din taassubunun karanlık sarmalında kaybolan Osmanlı İmparatorluğu savunmasının aklı ve ruhunu bile yabancılara devretmişti.
OLTADAKİ BALIK: TÜRKİYE
ABD, İngiltere ve Avrupa’nın savaşta yardımına gitmesinin karşılığını küresel hegemonyanın yeni sahibi olarak geri aldı. 1946 sonrası ABD, Sovyet etki alanı dışındaki tüm dünyaya hâkim olmak üzere hazırdı. 1946 sonrası ABD Türkiye’ye yaklaştı ve yardımlara başladı. ABD için Türkiye’nin önemi Amerikan Genelkurmay’ının 15 Ağustos 1946 tarihli ‘’Griddle Planı’’ ve sonrasındaki değerlendirmelerde öne çıkıyordu. Bu plana göre Türkiye’ye yönelik Sovyet tehdidi 1945-1946 Moskova notaları kapsamında canlı tutulmalı ve Türkiye’nin bir savaş durumunda tarafsızlığı mutlaka önlenmeliydi. Sovyetlerin Türkiye’yi işgal planı olmadığı Amerikan ve İngiliz istihbarat raporlarında belirlenmiş olmasına rağmen ABD bu tehdidi kullanarak Türkiye’yi kenar kuşak içine çekmeliydi. 19. Yüzyılda İngiliz Hükümetlerinin yaptığını tekrar ediyorlardı. Sovyetler Akdeniz’e inmemeliydi. Bunun için Türkiye’nin mükemmel askeri coğrafyası her koşulda ABD askeri stratejisinin yararına kullanılmalıydı. 1948 yılında Amerikan Genelkurmayından Amiral Conolly şu yorumu yapıyordu (The US, Turkey and NATO 1945-1952, Melvyin Leffler, Oxford Journals, 1985 http://www.jstor.org/stable/1888505): ‘’Büyük bir savaşta Sovyetler, Türklere saldırırsa savaşırlar. Ancak saldırmazlarsa tarafsız kalırlar…Türkiye ile ittifak çok önemlidir. Onlardan ikili ittifak anlaşması imzalamamız gerekir. Bu anlaşmada kendi topraklarına veya kendi topraklarına mücavir bir devlete saldırı olduğu taktirde savaşa girecekleri taahhüdünü almamız önemlidir.’’ 1948 yılında ABD Türkiye Müşterek Askeri Yardım Misyonu (JAMMAT) Başkanı General McBride’ın raporu da her şeyi özetliyor (US Foreign Policy in The Middle East, G.Gresh, T. Keskin, Routledge 2018): ‘’Türkiye’ye yardım paketinin amacı Türk Ordusunun muharebe potansiyelini artırmaktır. Mevcut yardımın çapı Rusları durdurmaya yetmez. Ancak yardımcı olur. En azından Türkiye işgali Sovyetlere pahalıya mal olur. Çok fazla sayıda Rus ölür. Ana fikir budur. Buraya Amerikan çocuklarını getirip savaştırmaktansa, Türklere cephane ve silah vererek bizim yerimize savaştırmak çok daha ucuzdur.’’ General açıkça telaffuz etmese de ‘’Türk kanı Amerikan kanından çok ucuzdur’’ diyor. Diğer yandan ABD’ye göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından daha çok Anadolu’nun ABD- SSCB çatışmasında savaş alanı olması önemliydi. Kısacası Türkiye Oltadaki Balık Olmalıydı.
NATO ÜYELİĞİMİZ
Türkiye’nin NATO üyeliğinin yolu, 12 Mart 1947 tarihinde açıklanan Truman Doktrini ve paralelinde gelişen ABD’nin küresel hakimiyet vizyonu çerçevesinde kenar kuşak jeopolitiği ve Sovyetleri Çevreleme stratejisi ile gelişti. Kenar kuşakta Türk Boğazlarını kontrol eden Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Basra Körfezi ve Süveyş eksenlerinde Sovyetlerin güneye inişini askeri insan gücü ile geciktirecek; temin edeceği hava üsleri vasıtasıyla ABD ve müttefiklerine Sovyetlerin içlerine saldırı imkânı sağlayacak; güçlendirilecek denizaltı filosu ile Karadeniz’de deniz kontrolüne destek sağlayacak çok değerli bir devlet idi. Kore Savaşına Meclis onayı bile olmadan asker göndermemizin temel sebebi, ABD tarafından gözü boyanan Türkiye’nin büyük batı kulübüne kabul edilmeden önce kendini ispat etmesi gereği idi. Yeter Söz Milletin diyen Hükümet, Milletin onayı olmadan Türk Tugayını Kore’ye gönderdi. Orada kabaca 15000 asker görev aldı. Yaklaşık 1000 asker geri dönmedi. Zayiat oranında ABD’den sonra ikinci ülke olduk. Ödülü NATO üyeliği oldu.
TESLİM OLAN TÜRKİYE
1946’dan bugüne kadar Osmanlının müşavir paşaları yerine, ABD ve NATO’nun askeri ve sivil bürokrasisi ile yerli müesses medya ve akademi dünyası cumhuriyetin aklı ve ruhunu teslim aldı. Ülkemizde neredeyse beyinlerinin yıkandığı ve esir alındığı 3 ayrı kuşak emperyalizmin emrine binlerce hizmetkar sundu. 1946 sonrası Amerikan askeri yardımının yani savaş gemisi hibelerinin donanmada üst seviyede çok olumlu karşılandığını (E) Amiral Afif Büyüktuğrul’un hatıratında (Cumhuriyet Donanmasının Kuruluşu Sırasında 60 Yıl Hizmet) 2 Temmuz 1947 tarihli girdinin şu satırlarından anlıyoruz: “Donanma Komutanında da Kurmay Başkanında da görülmemiş bir neşe var, Donanma büyüyecek diye çok seviniyorlar. Ben ise farklı düşünüyordum. Bu materyalin Donanmaya girmesi, bizi gelecekte ABD’nin pahalı pazarlarına müşteri edecek. Elimiz kolumuz Amerika’ya bağlı kalacak. En tehlikeli şekil, memleketimizdeki Amerikalı personel giderek artırılırsa İkinci Dünya Savaşında, Almanların İtalyanlara yaptığı gibi Amerikan hükümranlığı ve politikasına gireceğiz…” Öyle de oldu. 1949 yılında müstakil bir Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ilk kez kurulmuş olsa da ilkeli ve vizyonlu bir denizcileşme politikası uygulanamadı. İç cephede karacı baskısı dış cephede ABD baskısı donanmanın büyümesine ve kurumsallaşmasına mâni oldu. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Donanması NATO emrine girdi. Kuvvet ve Komuta yapısı Amerikan çıkarları paralelinde şekillendi. Demokrat Parti 1950 sonrası darbe girişimi paranoyası ile tasfiye yaptı ve Deniz Kuvvetlerinin başına 7 yıl görev yapacak Tümamiral Sadık Altıncan getirildi. Altıncan Demokrat Partiye son derece sadık bir amiraldi. Bu nedenle 1957 yılında istifa ederek DP milletvekili oldu ancak 1960 müdahalesi sonrası yargılandı ve kendi kurduğu Yassıada’da tutuklu kaldı. Deniz Kuvvetleri NATO’ya onun döneminde girmişti. Eğitime ve kara yatırımlarına çok önem veren bir yönetici idi. Ancak planlara ve prensiplere uymadığı için eleştirilere maruz kalıyordu. Amiral Afif Büyüktuğrul hatıratında şöyle diyor: ‘’Amiral Sadık Altıncan, hemen örgütünü kurup yetkileri dağıtmak zorundaydı. Bunu yapamayınca yapı işlerini bile günlük görüşlere terk etti. Bugün bir dikim evi yapmayı uygun buluyor, yarın Hidrografi binası yapayım diyor, öbür gün Yassıada’yı imar edeyim diyordu…Belki Amiral daha da başarılı hizmet yapabilirdi. Artık kuvvetin tek bir elden idaresi insan kifayetinin üstüne çıkmıştır. Tek bir Kuvvet Komutanı hem politika hem eğitim hem idare hem de teknik sorunları çözemez. Deniz Kuvvetlerinin yetkileri kesinlikle komutanlara bölünmeli ve daire başkanları çalışmalarında tamamıyla serbest bırakılmalıydı.’’ Bu dönemde Karadeniz’de Montrö Sözleşmesi nedeniyle denizaltı bulunduramayan ABD, Türkiye’ye çok sayıda modern denizaltı verdi. NATO komuta sorumluluğunda Akdeniz ve Ege’yi Türkiye’nin sorumluluk alanı dışına çıkardı ve sadece Türk Boğazları ve Karadeniz’i sorumluluk alanı olarak belirledi. Kıbrıs’ta 1963 Kanlı Noel’i olmasa Deniz Kuvvetleri Komutanlarının Ege ve Akdeniz’e yönelişi söz konusu olmayacaktı.
ABD GÜÇLÜ TÜRK DONANMASI İSTEMEZ
Diğer yandan 50’li yıllarda Deniz Kuvvetlerinde çoğunluk amiral ve subaylar su üstü gücümüzün gelişmesini talep ediyorlardı. O kadar ki ABD’den yardım paketi kapsamında 1949 yılında temin edilen 4 G sınıfı muhrip dışında yaşlanan Yavuz muharebe kruvazörünün yerine büyük ve modern bir kruvazör talep edilmişti. Ancak henüz ABD’yi tanımıyorlardı. ABD, Türkiye’nin denizcileşmesini ve donanmasının güçlenmesini istemezdi. Çünkü ona yeni dünya düzeninde biçilen rol farklıydı. Bağımsızlığı destekleyecek bu tip istekleri fantezi buluyordu. Akdeniz’de su üstü gücünü ABD ve İngiliz Donanmalarının temin edeceği gerçeği üzerine Türkiye ve Yunanistan gibi kenar kuşak ülkelerinin büyük donanma yapmasını asla teşvik etmiyorlardı. O nedenle Türkiye’nin bırakalım kruvazör temin etmesini 1959 yılına gelindiğinde aradan geçen 10 yıla rağmen yeni muhrip almasına bile karşı çıkıyorlardı. İngiltere ise hala denizlerdeki eski hegemon olmanın kompleksi ile hareket ediyor, Türkiye’nin Amiral Lord Mountbatten’ın yakın dostu Amiral Refet Arnom aracılığı ile yeni gemi temini için kendisine yaklaşmasını olumlu görüyordu. Nitekim 1959 yılında 4 Paşa Sınıfı 4 muhrip İngiltere tarafından uygun finansal borçlanma ile verildi. Deniz Kuvvetleri hem kendi içindeki karacı lobisini hem de dışındaki Amerikan lobisini yenerek 4 kullanılmış muhribi çok geç de olsa envanterine katmıştı. NATO akıl yapısına ve karacı kurmayların pek çoğuna göre mantık basitti. Madem NATO üyesi idik, o zaman Akdeniz ve Ege’de Sovyet tehdidi olursa NATO bunun çaresine bakardı. NATO daha doğrusu ABD, bizden üstün bir kara gücü muhafaza etmemizi istiyordu. Türkiye Boğazları koruyacak ve Karadeniz’de denizaltılarımız sayesinde Sovyetleri engelleyecek yeteneği korumalı ve bu yeteneklerin dışına çıkmamalıydı. Ancak şöyle bir sorun vardı. ABD’nin her dediğini ancak onun Alman işgalinden kurtardığı Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkeler yerine getiriyordu. Peki Türkiye’yi ABD mi kurtarmıştı? Diğer yandan çok değil NATO’ya girdikten 3 yıl sonra 6-7 Eylül olayları üzerine Türk Yunan ve daha sonra Kıbrıs meseleleri ortaya çıkmıştı. Atatürk sonrası Yunanistan’la yaşanan yumuşama artık bitmişti. Bunun anlamı şuydu. Ege’de ve Akdeniz’de yeni tehdit ve güvenlik krizleri ortaya çıkıyordu. Bu krizlere müdahalede asli unsur donanma idi. Ancak donanmaya gereken önem ne Ankara’daki karacı baskın yapı ne de NATO tarafından veriliyordu. Deniz Kuvvetleri adeta öksüz idi.
İNGİLİZ RAPORLARINDAKİ DENİZ KUVVETLERİMİZİN DURUMU
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalında doktora çalışması yapan Sayın Hamza Bilgü’nün, 2023 yılında yazdığı ‘’İngiliz Askerî Ataşe Raporlarında Türk Silahlı Kuvvetleri (1949-1960)’’ başlıklı tez, İngiliz arşivlerindeki resmî belgelerle o dönemi anlatan Türk yazarlara ait eserleri bir arada değerlendiriyor ve yakın askeri tarihimize ışık tutuyor. Bu tezde İngiliz belgelerinden alıntılar ve yazarın yorumları ile dikkat çeken kısımlar şöyle: ‘’1948 yılından 1955 yılına dek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aktarılan askerî yardım miktarında Deniz Kuvvetleri’nin payı %11 civarındadır. Yine 1948’de Türkiye ve Yunanistan’a sağlanan 275 milyon dolarlık askerî yardımdan Deniz Kuvvetleri’nin payı %10 bile değildir…Deniz Kuvvetleri’nde harp gemileri ve teçhizat bakımından standardizasyon mümkün olmamıştır. Bunun sebebi olarak Deniz Kuvvetleri’nin diğer kuvvetlere nazaran İngiliz askerî ataşelerinin deyimiyle “Külkedisi (Cinderella)” pozisyonunda oluşu gösterilebilir. Bundan kasıt Deniz Kuvvetleri’nin Kara ve Hava Kuvvetleri’ne nazaran ikinci planda kalışıdır. İngilizler bu fırsatı iyi değerlendirmiş, bilhassa Türk donanmasının Yavuz sonrası bir kruvazöre sahip olma arayışlarını fırsata çevirerek Deniz Kuvvetleri’ne dört muhrip ihraç etmeyi başarmıştır…Türk donanmasının Yavuz sonrası amiral gemisi hüviyeti gösterecek bir kruvazöre sahip olma hayali ise gerçekleşmeyecektir.’’
Aynı doktora tezinde yer aldığı şekilde İngiliz Deniz Ataşeleri 50’li yıllarda Deniz Kuvvetlerinin içinde bulunduğu konjonktürü Londra’ya şöyle rapor ediyorlar: İngiliz Ataşenevaller, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki aşırı merkeziyetçi idari yapının ve Genelkurmay Başkanlığı’nın her üç kuvvet üzerindeki geniş tasarruf yetkisinin Deniz Kuvvetleri’nin özerkliğini ortadan kaldırdığını düşünmektedir. Hava Ataşeleri de Hava Kuvvetleri için benzer yorumlarda bulunmaktadır…Genelkurmay’ın temelleri iki dünya savaşı kaybetmiş, katı ve arkaik eski Alman sistemine dayanmaktadır. Üstelik bu kurumun Türk ordusuyla alakalı her türlü tasarrufa gücü yetmektedir. Genelkurmay hiyerarşisindeki subayların neredeyse tamamı karacıdır. Genelkurmay Başkanlığı, kuvvetler arası ilişkiyi, kuvvetlerin görev ve sorumluluklarını doğru idrak edememektedir. Örneğin Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı tarafından hazırlanan NATO planlamaları nadiren hayata geçirilmektedir. Çünkü bu planlamalar önce onay için Genelkurmay’a gönderilmektedir. Genelkurmay’da yalnızca beş deniz subayı bulunmaktadır ve bunların en üst rütbelisi bir Yarbay’dır…Genelkurmay Başkanı Orgeneral Tunaboylu’nun kendisini Barbaros Hayreddin Paşa gibi gördüğünü söylemek yanlış olacaksa da kendisinin ve generallerinin de denizcilik meselelerinde söz söyleme haklarının olduğunu düşünmeleri aynı oranda yanlıştır. Genelkurmay, deniz planlarını değiştirmese de sadece planları görmek istemeleri dahi zaman kaybına, öfke ve hayal kırıklığına neden olmaktadır.’’
DONANMA GELİŞTİREN NESİLLERE KUMPAS VE TASFİYE
Cumhuriyet Donanması 1963 Kanlı Noel’inde Kıbrıs’a müdahaleye hazır değildi. Zira devlet kendi donanmasını bu olasılık üzerine hazırlamamıştı. Haziran’ında Johnson mektubu alındığında zaten adaya güç intikal ettirecek amfibi kuvvetimiz yoktu. Kıbrıs sorunu donanmanın gelişim refleksini tetikledi. 1974’te milli strateji uygulamanın ödülünü Kıbrıs Barış Harekâtı ile aldık. Eğer 1964 krizinden ders çıkarılmamış olsaydı 1974’te adaya yine çıkamazdık. Sadece hava kuvvetleri birkaç gösteri uçuşu yapar ve konu kapanırdı. Başarılı Kıbrıs Barış Harekatının ardından 1975 Ege kıta sahanlığı, 1982 Ege karasuları krizi ile donanmanın geliştirilmesinin duraksamadan devam etmesi gerçeği ortaya çıktı. Buna NATO yani ABD doğal olarak onay vermezdi. Ankara geleneksel kara baskısına rağmen bıçak kemiğe dayandığı için donanmanın gelişimine onay verdi. Soğuk savaşın bitmesi ile donanma hem kuvvet yapısını hem de harekât temposu ile çapını geliştirdi. Akdeniz ve Ege nin dışına çıkıldı. 1995 Kardak Krizi ile Ege’de egemenlik sorunları birinci lige taşındı. Karadeniz’de üst üste Türkiye liderliğinde deniz güvenlik girişimleri başlatıldı. 2001 sonrası NATO’nun Etkin Çaba Harekâtının Karadeniz’e genişletilmesine karşı çıkıldı. Akdeniz’de Mavi Vatan sınırlarının korunması için proaktif politikaya geçildi. MİLGEM başta olmak üzere milli savunma sanayinin deniz platformlarını geliştirmesi ve üretmesi için düğmeye basıldı. Donanma 1990-2011 arasında kuantum sıçraması yaşadı. Bu başarı ABD ve AB için son derece ciddi bir tehditti. 2002’de iktidarın el değiştirmesi ile yıllardır üzerinde yatırım yapılan FETÖ devreye sokuldu ve devletin olanakları kullanılarak Türkiye’nin deniz kuvvetleri alanında başarı sağlamasına neden olan öncü 40 Amiral ve 400 üstün nitelikli deniz subayı kumpas davalarla tasfiye edildi. Ardından gelenleri caydırmak için de bu kişilerin pek çoğu 3-5 yıl arasında hapiste tutuldu. Hükümet ve FETÖ ortaklığı böylece Türk tarihinin görüp görebileceği en büyük tasfiyeye imza attılar.
FETÖ BAŞARILI OLSAYDI
15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi devletimizin en ciddi krizlerinden birisi oldu. Bu darbe girişimi başarılı olsaydı şüphesiz 16. Türk devletinden bahsedemezdik. Zira FETÖ ve ortakları ABD jeopolitiğine hizmet etmek için hazırlanmışlardı. Kıbrıs’tan geri çekilen; Mavi Vatan sınırlarından vaz geçen; Güneydoğumuzda denize çıkışı olan kukla Kürt devletine izin veren; Karadeniz’de Rusya ile savaşa hazır İkinci bir Romanya olmaya razı bir Türkiye. 15 Temmuz 2016 sonrası ABD ve AB’nin Türk jeopolitiğine en büyük tehdit olduğu ortaya çıktığı halde bugün hala ABD ve AB’ye kul olanların varlığı geleceğimiz için son derece büyük bir risktir. Zira ABD ve AB bağımsız bir Türkiye’ye asla izin vermez. Tamamen ABD jeopolitiğine kendini adayacak bir Ankara isterler. Maalesef bugün Hükümet ve muhalefet söz birliği etmiş gibi Amerikan ve AB etki alanına girmekten son derece memnundur. ABD ve AB alınmasın diye Akdeniz’de Mavi Vatana yönelik her türlü faaliyet durmuştur. İsrail’in Batı Şeria’da yeni katliamlara giriştiği hafta sonunda, Hükümet hem de zafer haftamızda İsrail’in yardımına gelen USS Wasp isimli Amfibi Hücum Gemisini İzmir’de ağırlamıştır. Ana muhalefet partisi bu gemi aleyhinde tek satır yorum bile yapmamıştır. Hükümet zaten davet etmiştir. Bu son derece utanç verici ve düşündürücüdür. ABD ve AB’nin tarihlerinin en zayıf ve geri çekişme dönemine girdiği bir konjonktürde Ankara yine hata üstüne hata yapıyor. 1950’lerde yaşananlar tekrar ediyor. Batının gözüne girmek için sorgusuz sualsiz meclis onayı bile olmadan Kore’ye gönderilen askerlerimiz ve geri gelmeyen 1000 şehidimizi kaç kişi hatırlıyor? 2004 yılında ABD ve AB’nin gözüne girmek için Kıbrıs’ta KKTC devletine son verecek Annan Planı rezilliğine Yes Be Annem diyenler o ada ve Türk kardeşlerimiz için 1100 şehit verdiğimizi bilmezler mi?
SON SÖZ ATATÜRK’TEN
Ortalama insanlar bugünü düşünür ve yaşar. Yarın ve uzak gelecek birikim ve tecrübe gerektirir. Barışa ve refaha alışan toplumlarla, cahil bırakılan ve sorgulamayan toplumlar eğer nitelikli ve liyakatli yönetici ve akademik çevrelere sahip değillerse, doğru rota çizemezler. Onların yerine hegemonya çizer. Atatürk bu tehdidi Kurtuluşun başında görmüştü. 1919 Yazında Mazhar Müfit’e manda isteyenler hakkında şunları söylemişti: “Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz himayesine terk etmekle kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar!”
Türkiye’nin 1939’da Fransa ve İngiltere ile antlaşma imzalamasının nedeni o yıllardaki jeopolitik durum ve savunma ihtiyaçları ile yakından ilgilidir. Yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta olduğu 1935-36 yıllarında düşünülmeye başlanmış ve Türk Ordusu’nun modernizasyon çalışmaları başlatılmıştır. Bu yıllarda hem Fransız uçaklarının istenilen performansı yakalayamaması hem de Hatay Meselesi nedeni ile Polonya’dan PZL 24 avı uçakları sipariş edilmiş, bunu 1937’de Alman Heinkel 111, İngiliz Blenheim, ABD’den Martin B10 ve Vultee uçakları takip etmiştir. 1939’da savaşın çıkacağı kesinleştiğinde silah temini tam bir sıkıntı haline gelmiştir. Almanya ile ticari ilişkiler clearing esasına dayandığı ve Hitler her silah satışında Türkiye’den siyasi taviz beklediği için büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Hitler Türkiye’nin sipariş ettiği 60 adet BF 109 avcı uçağının, 12 adet He 111 bombardıman uçağının, 15 cm. ve üzerindeki ağır topların, 20 mm.lik uçaksavar toplarının ve bir adet denizaltının gönderilmesini engellemiştir. Fransa ve İngiltere ise silahlanmaya geç başladıkları ve Polonya’ya da yardım etmeye çalıştıkları için bu ülkelerden de silah temininde güçlükler yaşanmıştır. Buna rağmen Fransa’dan 400 adet 20 mm.lik tanksavar topu, 100 adet Renault R35 tankı, 40 adet Morane Saulnier 406 avcı uçağı, İngiltere’den 3 adet Spitfire I, 15 adet Hurricane I avcı uçağı ile 16 adet Vickers 6 tonluk tankları satın alınarak ordu savaşa hazır hale getirilmeye çalışıldı. Savaş süresince aksayarak da olsa silah teminine devam edildi. Bu tek taraflı olmadı. Her iki taraf ile de ticaret anlaşmaları, kredi anlaşmaları, silah anlaşmaları yapıldı. Bir yandan İngiltere’den güç bela da olsa silah tedarik edilirken bir yandan da Almanya’dan 1943’te 22 adet Pzkw 3 tankı, 35 Pzkw 4 tankı ile 72 adet Focke Wulf 190 A3 uçağı satın almıştır. Ama 1944 ve sonrasında Almanya gerilemeye başladığı için tek silah temin kaynağı olarak bir çoğu kullanılmış ABD uçaklarını ve tanklarını Türkiye’ye transfer eden İngiltere kalmıştır. Savaş sonunda da envanterdeki silahların çoğu yedek parça ihtiyacı nedeni ile İngiliz ve ABD silahlarıydı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da dünyada sadece iki güç kalmıştı. ABD ve SSCB. Fransa işgalden yeni kurtulmuş, İtalya ve Almanya ise yıkıntılar içindeydi. SSCB ve Stalin Atatürk döneminin dost ülkesi değildi. İngiltere de eski gücünden fersah fersah uzaktı ve hem savaş yaralarını sarmaya ve hem de savaş sonrasının dünya düzenini şekillendirmeye çalışıyordu. Dolayısı ile savaş sonrası dönemde ABD’ye yakınlaşmak bir tercih değildi. Bir düşünün milyonlarca asker beslemiş, yüzlerce uçak ve tank satın almışsınız, hazineniz bomboş, paraya, krediye ihtiyacınız var, millet hastalık, bit, yetersiz beslenme ile karşı karşıya. Gıdaya ve ilaca ihtiyacınız var. Milyonlarca erkek askerde olduğu için tarımsal üretim azalmış. Hızla gelişen bilim ve teknolojiyi takip etmek için, üniversitelerinizi çağa uydurmak için, bilim, teknoloji ve mühendislik eğitimi için yurt dışına öğrenci göndermek zorundasınız. Kullandığınız silahların, kamyonların, gemilerin, traktörlerin yakıtları ve yedek parçaları hep yurt dışından geliyor. O dönemde teknoloji yıldırım hızı ile ilerlemişti. Örneğin Türkiye’nin lisans altında ürettiği uçakların motor gücü 200 B.G. civarında iken o dönemde ABD, İngiltere gibi ülkelerin ürettiği uçakların motorları 1500-2200 B.G. arasındaydı. Supercharger denilen şeyden haberimiz bile yoktu. Bütün bunları karşılayabilecek tek güç ABD idi. ABD’yi beğenmiyorsanız Stalin’in kucağına oturmanız gerekiyordu. Dolayısı ile “teslim olan Türkiye” gibi lafların hiçbir geçerliliği yoktur. Yıllar sonra 1959-1960’ da SSCB ile yakınlaşmaya çalışan Menderes’in ve 1971’de kalkınma ve yine SSCB ile yakınlaşma çabaları içine giren Demirel’in başına gelenler malumdur.
Türkiye tamamen teslim olur gözükse de zaman zaman içindeki Bozkurt’un uyumadığını gösteren hamleler yapmıştır. Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması, kültür emperyalizmine direnilmesi, Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında ASELSAN, ASPİLSAN
gibi savunma sanayi kuruluşları ile ithal ikamesi modeli ile sanayi ve ticaretin geliştirilmeye çalışılması bazı örneklerdir. Kucağa oturmakla suçlanan bu ülke o şartlarda ekilebilen tarım arazilerini, traktör sayısını, yıllık elektrik üretimini kat kat arttırmıştır.
Gelelim bugünlere. Yüzlerce subayın kumpas mağduru olması sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük zaafa düştüğü fikrinize katılmıyorum. Elbette Türk subaylarının böyle kumpas davalar ile mağduriyete uğratılması çok üzücü ama bunda kozmik belgelere erişime izin verenlerin veya emir subayının FETO’cü olduğunu yıllarca fark edemeyenlerin hiç sorumluluğu yok mu? Milli gemi ve milli silah projeleri bu yıllarda büyük bir ivme kazandı. Hem sayı ve hem tonaj olarak savaş gemisi ve destek gemisi sayısında büyük artış olmasına, önceki yılların aksine savaş gemilerimizin Libya ve Somali açıklarında da görevlendirilmesine rağmen
emir ve komutada bir zafiyet görülmedi. 15 Temmuz Darbesi’nden 1 ay sonra Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başarı ile gerçekleştirdik. Yani bu dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri kurumsal yapısının ne kadar güçlü olduğunu ve hiç kimsenin vaz geçilemez olmadığını gösterdi.
Donanmanın 1990-2011 arasında kuantum sıçraması yaşadığını söylemiş ama İstif sınıfı firkateynlerden, TCG Anadolu’dan, KKTC’de SİHA üssü kurulmasından, Çanakkale’de amfibi kolordu kurulmasından, Dalaman’daki 16. Ana Jet Üssü’nden, Aksaz Tersanesi’nden, 3000 tonluk denizaltı havuzundan ve Mersin’de kurulması planlanan tersaneden hiç bahsetmemişsiniz. Tarihin akışını 2011’de durdurmuşsunuz. Ayrıca 28 Şubat bin yıl sürecek diyenlerin, Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye Atatürk ilkelerini sloganlara boğanların sahip çıkmadığı Atamız’dan yadigar Savarona’dan da iki cümle ile bahsetmenizi beklerdim. Saygılarımla.
Muazzam bir yazı. Komutanımın kalemine sağlık.