Biz niye kendi zamanımızı yaşayamıyoruz?
Niye hep başka zamanlar ve başka kendimiz? (Kırmızı Kahverengi Defter, Nilgün Marmara)
Ne zaman bir kadına şiddet haberi gündeme gelse öncelikle kadının medeni hali, giyimi-kuşamı, hayat tarzı, ekmeğini kazanma biçimi, saçının rengi, tırnağındaki ojesi ya da üzerinde taşıdığı dövmesi tartışma dinamiği haline geliyor. Barbarlığı tartışacakken, barbarlığı meşru kılma yolunda gayrı insani dinamiklere açıklama getirmeye çalışmak zorunda kalıyoruz.
Özgecan Aslan, Rabia Naz, Emine Bulut, Ceren Damar Şenel, Şeyda Yılmaz, Duygu Delen, Aysun Yıldırım, Esin Güneş, Sezay Koçak Özahi, Aleyna Çakır, Şule Çet, Pınar Gültekin, Gamze Esgicioğlu… ismini sayamadığım yüzlerce kadın… bizim kadınlarımız… kimilerinin ölümü ardındaki sır perdesi hala aralanamamış olsa da kimilerinin intihar ettiği söylense de bu kadınları öldüren, belki de kendilerini öldürmeye mecbur bırakan bir şey olmalı.
İstanbul Sözleşmesi tartışmasının hararetli bir şekilde devam ettiği şu günlerde Sözleşme’nin de temel dayanak noktasını oluşturan toplumsal cinsiyet kavramı kadın şiddetinin ve kadın ölümlerinin altında yatan ana sebeplerden biri bana göre. Toplumsal cinsiyet terimi; süreç içerisinde Feminist teorilerin temel argümanlarından biri haline geldiğinden toplumun belli kesimlerince algılanmaya ve anlaşılmaya kapalı, bu toplum yapısıyla bağdaşması mümkün olmayan hatta bazı manipüle edilmiş söylemlerle eşcinsellikle örtüştürülen bir teorinin ürünü gibi görülmektedir. Toplumsal cinsiyeti daha iyi anlayabilmek için cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farkı idrak edebilmek gerekmektedir. Cinsiyet kavramı, yaratılışımız gereği edindiğimiz fiziksel özellikleri vurgular: erkek ya da dişi doğmak gibi. Toplumsal cinsiyet kavramı ise sosyolojik ve kültürel bir temelde kadın erkek rollerini tartışır. Haliyle her toplum içinde farklı özellikler gösterir. Toplumsal cinsiyet özünde bir erkeğe; gelenekten, kültürel altyapıdan, sosyolojik toplum mirasından, aile geçmişinden gelen erkek olma özelliklerini ve aslında gerekliliklerini yükleyerek onu o toplum yapısı içinde erkeklere uygun rollere yerleştirirken aynı şekilde kadınları da tüm o dinamiklere dayanarak kadına uygun rollere yerleştirmeyi ifade eder.
“Eşini dövmek erkeğe tanınan bir haktı. Hem alt hem yüksek tabaka tarafından utanmazca uygulanılıyordu…” (Deniz Feneri, Virginia Woolf)
Yalnızca bu topraklarda değil, dünyanın birçok yerinde insanlık olarak aşamadığımız bazı dayatılmış roller ve gereklilikler ne yazık ki mevcut. Bugün bunca psikolojik şiddet gören, istismar edilen, dövülen ve öldürülen kadının ardından öncelikli tartışma konumuzun hala kadının bütünlüklü hayat tarzı olması bu çiğliğimizin en net göstergesi bana göre. Aslına bakarsanız şiddet dediğimiz ilkelliği yalnızca kadınlar ya da hayvanlar üzerinden tartışmaya mecbur bırakılıyor olmamız daha yapısal bir sorun. Çünkü kadın ve hayvanlara yönelik şiddet öyle çığırından çıkmış vaziyette ki biz şiddeti özel bir çerçevede tartışmak zorunda kalıyoruz adeta. Oysaki her türlü canlıya yönelik, her türlü şiddet karşısında tek ses olabilmek bizi medeni kılabilir ancak.
4 Yorum
- Yorumların Sıralanışı
- Yeniden Eskiye
- Eskiden Yeniye
Harika. İlk kez olaya bu yönden bakan bir yazı okudum. Yaratıcı.
Yazar yaptığı iş gereği bencildir. Yani kapanır yazar, yazamama bunalımlarına girer, anlaşılmadığını düşünür, uzaklaşır, vs. Bir de buna ruhsal sorunları eşlik ediyorsa..Bir de cinayetle suçlamadan önce olayı Kağan Bey tarafından görmeye çalışın. Ha bir de, evliliğinde yalnız kalan her kadın intihar mı ediyor? Eşini gönderdiği caz partileri de kar etmemişse Kağan Bey n’apsın?
Duygu dolu bir yazı olmuş, yüreğinize sağlık…
Üç kadın yazarın ölüme itildiğini söyleyerek diğer kadın cinayetleriyle onların ölümünü aynı kefeye koyuyor yazı. Diğer yazarlar hakkında detay vermiyor ama Marmara hakkında daha emin gibi. İtti demek için elde yeterli kanıt yoksa da kocanın suçu sabit: İntiharına zemin hazırladı.Ne güzel, toparladık diyerek, sanat ve sağlık dolu günler dileyerek sonluyor yazıyı .