Avatar
Mihriban Ünal
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Diğer
  4. Homo Ludens… Oyun oynamak ciddi bir iştir!

Homo Ludens… Oyun oynamak ciddi bir iştir!

Mihriban Ünal yazdı...

featured

Oyun, günümüzde eğlence, gerilim, rekabet, yarışma, çocuk işi gibi “ciddiyetsiz” çağrışımlara sahip daha çok. Peki kültür, sanat, felsefe, müzik, şiir, hukuk ve hatta savaş ve inancın, yani tüm yaşamın aslında “oyun”un içinde yer aldığını ve oyunun tüm bunlardan önce var olduğunu düşündüğümüzde o zaman da sadece bu anlamlarla sınırlı ve “ciddiye alınmaya değmez” bir şey olarak mı düşünürüz onu?

Hollandalı tarihçi Johan Huizinga, 1938 tarihinde yazdığı ve “Homo Ludens (Oyun Oynayan İnsan)” isimli eserle: “Oyunun diğer kültürel olgular arasındaki yerini incelemek değil de kültürün hangi ölçülerde oyunsal bir karakter gösterdiğini araştırmak” istediğini belirtir.

Huizinga, oyunu “kültürel hayat içindeki önemi” açısından değerlendirmediği gibi “oyunun zaman içinde kültüre dönüşmesini” de incelemez, aksine kültürün “oyunun içinde” ve en baştan itibaren “oynanan bir şey” olduğunu ileri sürer.

Bu doğrultuda Huizinga, “Oyunun kültürden eski olduğunu, çünkü kültürün her halükârda bir insan toplumunun varlığını gerektirdiğini, ancak hayvanların kendilerine oyun oynamayı öğretmesi için insanın gelmesini beklemediklerini ve kendilerine has kurallar içinde insanın ve kültürün ortaya çıkmasından önce de oynadıklarını” söyler.

Yavru kedilerin sokakta kendi aralarında oynadıkları oyunları düşünelim; onlar Huizinga’nın belirttiği gibi gerçekten insana veya bir öğreticiye ya da başka herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan kendiliğinden oyuna başlayıp birbirlerinin üstüne hoplayıp zıplarlar, boğuşurlar, kovalaşırlar, patileriyle itişirler, kucaklaşıp dönerler, birbirlerini yalarlar ve bu böyle bir süre devam eder.

Bu oyunlarda eşitlik, eğlence, mücadele, yarış, zekâ, ciddiyet, öğrenme, kimlik ve kişilik kazanma ve kendine göre kurallar vardır, ancak hile ve oyunbozanlık yoktur. Oyun hepsini içine almış, kuşatmıştır, çünkü oyun kendine has kurallarıyla ve sadece kendi için var olabilen, kendinden başka hiçbir amacı olmayan, herkesi kendi şartları ve kuralları içinde eşitleyen bir şeydir.

Onun için oyun, sanılanın aksine “basit, çocuk oyuncağı, ciddiye alınmaya değmez, anlamsız, gereksiz” bir şey değildir. Oyun oynamayı bilmeyen, her şeyden önce eşitliğin ne demek olduğunu da diğeriyle eşit olmanın değerini de anlamaz ve bu eşitliği hiçbir zaman talep etmez. O, imtiyaz, övücü sözler, parlak kıyafetler, oyuna yukardan hile ile müdahale edebilecek saray, taht, iktidar, güç, para, şöhret, unvan ister!

Bu sebeple sokakta birbiriyle oynayan yavru kedilerin her birinin kendine has özellikleri ve kişilikleri vardır, ancak evde tek başına büyümüş ve oyundan habersiz, sürekli şımartılmış bir kedi için durum bundan çok farklıdır. Böyle bir kedinin sokağa kaçması halinde oyunun içinde eşit şartlarda büyüyen diğer kediler arasında işi zordur. O, sokakta da evdeki imtiyazlarını arayacak, diğerleriyle eşit olmayı kabul etmeyecek ve sokağı anlayamayacaktır.

İnsanlar arasında da oyun ve eşitlik nedir bilmeyen, imtiyazlarla şımartılmış, emeksiz yiyen kişiler, sokağı, diğerlerini, bağımsızlığı, cumhuriyeti, bir hayale sahip olmayı anlayamaz! Bunları anlayamayan ve beceriksizliklerine rağmen sürekli imtiyaz talep edenler de komplekslerinin peşinden sürüklenerek hilekâr ve oyunbozan olurlar! Böyleleri için hayati mesele, beceriksiz, akılsız, ama buna rağmen ayrıcalıklı olmak istediklerini saklamak amacıyla oyunu kuralına göre oynamamak ve eşitlik içinde ilerleyen oyunu ne yapıp edip bozmaktır!

İşte tüm yaşamı içine alan bu “oyun” ve onun aksine “yaşamı dışlayan oyunbozanlığı” anlamak için en başa, çocukluğumuza dönelim ve önce çocukken kendimize sorduğumuz sorulara sonra da yetişkinken dert ettiğimiz şeylere bakalım.

Henüz çok küçükken evrenin bir sınırı var mı, evren içinde dünya nerde, ay, güneş, yıldızlar ne işe yarar, dünyaya nasıl geldik, niçin falanca anne babanın çocuğu olduk, ölüm neden var, öldükten sonra nerde olacağız, yaşamamızın amacı ne, niçin belli başlı insanlarla arkadaşlık edip ilişki kuruyoruz, güzel nedir, iyilik ne, eşitlik, adalet var mı, neden bazı insanlar ve hayvanlar sakat doğar, sanatın amacı ne gibi uçsuz bucaksız, ama aydınlık bir sorular tarlasıdır zihnimiz…

Peki daha çocukken yaşam, evren ve insana dair daha temel ve anlamlı olarak sorduğumuz bu aydınca soruların yerini sonradan ne oluyor da filanca üçüncü sınıf şarkıcı kiminle sevgili olmuş, kim kimi aldatmış, daha iyi dolandırıcı nasıl olunur, çalışmadan, üretmeden kazanmanın yolları nelerdir, rüşvet nasıl alınıp verilir, hukuk nasıl ortadan kaldırılır, para pul, unvan, şöhret budalası nasıl olunur gibi oyunbozan, aptal, ilkel, soysuz, hilekar sorular alıyor? Bizi kimler, neler aptallaştırıyor, oyunbozan yapıyor ve kötülük çukuruna itiyor böyle?

“Bütün dünyanın bir sahne olduğunu” unutup oyun oynamadan, hayal kurmadan büyüyen, Nazım Hikmet’in “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın… Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin…” dediği gibi oyunu ve kurallarını hiç ciddiye almayan, düzenbaz, hilekâr, yeteneksiz, kişiliksiz, kimliksiz, diğeriyle eşit olmayı aklından bile geçirmeyen çocukların yetişkinliğinin sonucu ve belası tüm bu yaşayıp çektiklerimiz!

Yoksa daha dün yüzüncü yılını kutladığımız 30 Ağustos Zaferi’nde emperyalizmin başına çuvalı biz geçirmemişiz ve tüm dünyaya aydınlık bir yol açmamışız gibi adliyeler, duruşma salonları, ibadethaneler, camiler, tüm televizyon ekranları, baştan sona sosyal medya, bizi beşik gibi sallayan dünya, yazdığımız kâğıt kalem, sokaklarımız, “yani büyük bir ciddiyetle ve kuralına göre diğerleriyle eşit şartlarda oynamamız gereken tüm varlık alanlarımız” eşitsizliklerin, hukuksuzlukların, yozlaşmanın, gerilemenin, çöküşün, yangının, karanlığın, yalan ve manipülasyonun mekânı haline gelir miydi?

Bugün adliyelerde bile eşitliği arayıp bulamayışımızın sebepleri üzerinde hepimiz düşünmek ve oyunu, yaşamı ciddiye almak zorundayız! İşte Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde “cumhuriyet” bize bu soruları sordurmuş, hepimize oyunu kuralına göre oynamayı ve oyunu ciddiye almayı, en önemlisi de hukuk karşısında eşit olmayı öğretmiş, bizlere aydınlık bir yol açmıştır!

Kendimizi kandırmayalım, adına modern veya postmodern diyelim fark etmez, bugün acaba kültür, sanat, hukuk, medya, inanç dediğimiz şey cahillik, eşitsizlik ve imtiyazların sonucunda daima kuralların dışına çıkıp büyük bir ciddiyetsizlikle oyuna hep hile katarak “oynuyormuş gibi yapma hastalığına tutulma” değilse ne?

Oyunu büyük bir ciddiyetle ve kuralına göre oynayan hukuk devleti yerine, sürekli kendine imtiyaz alanları yaratan oyunbozan, hilekâr örgüt, cemaat ve çetelerin cirit attığı suç makinesi bir ülkede yaşamanın ağırlığını iliklerimizde hissediyor, buna rağmen düzelme umut ve hayalinin peşinde koşacağımıza her yerde aptallık üretiyoruz!

Hayatı ciddiye alan, tarlasında, fabrikasında, sokağında, evinde üreten, eken, diken, yazan, sorgulayan, çalışan, temiz, aklına ve bileğine güvenen insanlara medya dahil hiçbir yerde ve kurumda alan açmayıp popülerlikle kendine imtiyazlı alanlar yaratmış ve şov dünyasının nesnesi haline gelmiş insanlara itibar etmenin bizi getirdiği yer devasa bir çöplük!

Kendimize soralım, sabahtan akşama dek şaklabanlık eden, beş saat konuşup hiçbir şey anlatamayan bin küfürbaz “youtuber” mı bizim için değerli yoksa buğday üreten bir çiftçi mi? Hangisini kaybettiğimizde felaketimiz olur?

Bağıra bağıra ben hainim, bölücüyüm diyen insanları program program gezdirip onlara aynı şeyleri papağan gibi tekrar ettirmek mi yoksa bilim, sanat, kültür alanında çalışmalar yapan ama büyük kabahatleri (!) gereği popüler olamamış kişilere söz vermek mi bizi yüceltip ilerletir?

Boyumuzu aşan, acilen çözüm bekleyen sorunlarımız var, ancak aptallık, cahillik, budalalık sürekli beslenerek yaygınlaşıyor, popülerlik bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor!

Bir an için gözlerimizi kapayıp milletvekillerinin, siyasetçilerin, medya şaklabanlarının, sosyal medya budalalarının, danışmanların, şeyhlerin, müritlerin, hacı hocaların, başkanların, müdürlerin sustuğunu, sadece yaşamayı ciddiye alan, herkesle eşit olmayı dileyen, çalışan, üreten, “oyunun hakkını veren” insanların emeklerinin seslerini duyduğumuzu hayal edelim; işte ruhumuza iyi gelen müthiş müzik, cumhuriyetimiz, dünya cennetimiz!

Bizi o cennetten kovan ve hepimizin sesini boğup bastıranlar yüzünden iyi ve güzel nedir hiç bilmeyen ve dolayısıyla iyiyi, güzeli talep etmekten aciz, hayal kuramayan, oyunu, yaşamı ciddiye almayan ve bu sebeple hep başkalarının oyunlarında oyuncak olan nesiller yetişiyor…

Sabahattin Ali katlediliyor, Attila İlhan bize kaygıyla veda ediyor, İlhan İrem küsüp gidiyor, yerleri dolmuyor… Sonra hepimiz bir yabancı kelimeye Türkçe karşılık bulamayacak kadar sığ, kısır bir toprağın her geçen gün çölleşmesini, oyunun, hayalin tası tarağı toplayarak yaşamlarımızdan çekilmesini seyrediyoruz…

Hukuksuzluk ilke haline geliyor, cemaat kapılarında hâkim ve savcı olmak için torpil dilenenlerin adaleti(!) boğuyor hepimizi! Hayatımızda artık oyun ve hayal değil, oyunbozanlıklar yer buluyor! Sınavlarda, işe alımlarda, davalarda, ihalelerde ve yerden göğe her yerde adaletsizlik tek ilke kabul ediliyor! Onun için yalan ve gerçek ayırt edilemez oluyor!

Herkesin oyunbozanlığın peşinden gittiği ve oyunu, yaşamı ciddiye almadığı, aptal da olsa kötü de olsa popüler olana itibar ettiği bir ülke ne kaybettiğini uçurumdan yuvarlandıktan sonra anlar mı onu da bilmiyoruz.

Halbuki çözüm basittir, ilmek ilmek işleyenin, değerli olanın, yıllara meydan okuyanın, eser üretenin aksine popüler ve hilekâr insanların en büyük korkusu gündemde kalamamaktır, onların tanrısı gündemde kalmaktır, gündemden düşmek ölmekle eşdeğerdir onlar için! Bu sebeple yapılması gereken tüm oyunbozanları gündemde tutmayarak oyunun dışına atmak, değerli olana itibar etmek ve bu sayede başka değerler yaratmanın önünü açmaktır!

Burada da en büyük destekçimiz yine tiyatromuz, edebiyatımız, müziğimizdir, çünkü bunların hepsi, bizden ciddiyet ve dürüstlük bekleyen yaşam oyunumuz içinde kendimize bir an olsun dışardan bakabilmemizi, nasıl oynadığımızı görebilmemizi, en sonunda da daha iyiyi hayal edip gerçekleştirmemizi sağlayan pencere içinde pencereler, oyun içinde oyunlardır!

Onun için bu alanlar yozlaştıkça daha renksiz, ruhsuz, neşesiz, tahammülsüz, çorak, kurak bir ülke haline geliyor, oyunu, kültür, sanat, edebiyatı değil şovu, oyunbozanlığı, manipülasyonu, popülerliği istiyor, yaygınlaştırıyor ve alkışlıyoruz.

Oysa kültür, sanat, edebiyat emek, düşünmek, gayret, dürüstlük, ciddiyet, konfor alanından çıkmak ister, şov ve popülerlik için ise sadece bir ekran ve bir boyalı yüz gerek… Ama kazanan, zamana meydan okuyan, bir bayrak gibi, cumhuriyet gibi başımızda dalgalanan hep ilkidir! Bu sebeple birkaç yıl öncesinin şov dünyasından popüler bir ismi kimse hatırlamıyorken Yunus Emre’nin sözleri yüzyıllar sonra da hepimizin dilindedir. Yine aynı sebeple zamanında kimsenin basmak istemediği Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını bugün okumayan kalmamıştır! Tutunamayanlar’ın kendisi de basım öyküsü de oyunbozanlığa karşı önünde sonunda oyunun kazandığını gösteren çok güzel bir örnektir.

Konuyla ilgili ülkemizin çok büyük değeri ve aslında bu karanlık günlerde sesine en çok kulak vermemiz gereken aydınlarından biri, saygıdeğer eleştirmen ve yazar Hayati Asılyazıcı’nın konuşmasını dinlemiştim bir ara.

Bu kayıtta Hayati Asılyazıcı, bir dönem sahibi olduğu Sinan Yayınları tarafından Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı eserinin basılması sürecini anlatıyor ve o zaman kitabını kimsenin basmak istemediği Oğuz Atay’a: “Satılır, satılmaz, para kazanırız kazanamayız bilmem, ama Seni Türk Edebiyatı’na armağan ediyorum.” dediğini belirtiyor. İşte para pul ve unvanı bir kenara iterek emeğe, dürüstlüğe, çalışmaya itibar etmenin, oyunu ciddiyetle ve çok çok güzel oynamanın, yaşamın hakkını vermenin bir örneği!

Bu örnekle beraber aklıma Tutunamayanlar’da Oğuz Atay’ın Selim Işık ile Turgut Özben’i konuşturduğu aşağıdaki satırlar geliyor, bugün de değişen bir şey olmadığını, iyinin, değerlinin, güzelin popüler olana kurban edildiğini görerek duygulanıyorum, ama biliyorum ölümsüz olan, daim yaşayan, ruh taşıyan hep ilkidir!

“…Evinize alışamadım herhalde. Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salamanjeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan karyolayı, aynı takımın yaldızlı gardrobunu ve gene aynı takımın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim. Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı. Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin.

Kelime oyunu yapıyorsun Selim.

Benim bütün işim oyundu, bunu biliyorsun Turgut. Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu…”

Evet, “hayatımız ciddiye alınmasını istediğimiz bir oyun” ve onun için evlerinde Türkçe kalmayanlara Gülten Akın’ın dizeleriyle haykırıyoruz:

“Bir büyük oyun bu yaşamak dediğin, beni ya sevmeli ya öldürmeli!”

 

NOT: Kapakta kullanılan resim, ressam İbrahim Balaban’ın “Çocukların Oyun Sevinci” isimli eseridir.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!