Mihriban Ünal yazdı…
Delice koşuyorum, beni daha da coşturuyor uzun yol yorgunu, cilveli akasya kokusu.
Ellerim, yüzüm, papatya sarısı, buğdaylar henüz delikanlılık çağında, yemyeşil. Bu yağmur olamaz, bu olsa olsa kendinden başka her şeyi unutturan bir kara sevda, bir kara büyü.
Avuçlarımda taze toprak kokusu, kulaklarımda tarlakuşlarının bitip tükenmez umudu.
Yaklaştıkça büyüyen, büyüdükçe güzelleşen öyle bir mavi. Mutluluktan sarhoş, ahmakıslatanla sarmaş dolaş kanatlanıyorum.
Kim demiş, insan uçamaz diye! Öyle bir uçar, sonra öyle bir düşer ki mucizenin tam ortasına! Stendhal düşseydi benim yerime, yine de Kırmızı ve Siyah der miydi devriminin adına? İncecik bir yeşil gövdede kıldan da ince tüyler, parlak, gür, kızıl saçlar, utangaç, kapkara gözler. Mecnun sana mı Leyla dedi yoksa, insanlık sana bakıp Leyla’yı mı gördü bunca yıl? Şair Baba Piraye’ye değil sana mı yazdı o mektupları Bursa Kalesi’nden? Nasıl hem bu kadar ince, kırılgan ve güzel olunup hem de bu kadar güçlü olunabiliyor öğret bize, ölümsüzlüğün sırrı bu mu?
Kaç rüzgar, fırtına, kaç yağmur, bela, hastalık, savaş geldi geçti üzerinden anlat baştan aşağı incelik, anlat iki gözümüzün çiçeği, umudumuzun direği gelincik! Geldik başucuna konduk işte anlat! En ümitsiz, en zayıf anlarda sana bakarak utanıp daha kaç kez kanatlanacağız türkülere? Yüce dağ başında yanar bir ışık, düşmüşüm derdine olmuşum aşık… Çamlığın başında tüter bir tütün, acı çekmeyenin yüreği bütün…
Lambada titreyen alev üşüyor, aşk kağıda yazılmıyor Mihriban… Neyim ne olacak elde neyim var, Karac’oğlan dertli Yunus soyum var, Mansur’a benzeyen bazı huyum var, ne sen var ne ben var bir tane Gaffar… Tut elimizden türkülerle, ağıtlarla, çığlık çığlığa koşalım yağmurların peşinden, görsün, bilsin cümle alem aşk ne, incelik ne.
Yorulursan söyle, resmini yapar başucumuza asarız, bayrağımız olur dalgalanırsın.
Ninelerimizin şefkatli kucaklarında uyursun diğer çiçeklerle bir. Bir bakmışsın Bedri Rahmi’nin ellerinde rengarenk bir balık olup mavi yolculuklara uğurlanmışsın, bir bakmışsın Edip Cansever’in iki dudağının arasına konmuş Anadolu’yu geziyorsun. Sana kan çiçeği derler Çanakkale’de! Sen Albay Mustafa Kemal’in, sen Zafer’in, sen Anafartalar’ın, sen bu toprağın ölümsüz çiçeğisin! Sen dağların, ovaların sahibi, sen bu toprakların baş eğmez gelini! Hangi çılgın sana zincir vuracakmış şaşarım!
Üzerinde güneş batmaz denen imparatorluğu batırdın sen! Onun için sana kinleri, nefretleri, bu yüzden seni vahşice kökünden sökmek istemeleri. Oysa senin kalemin toprak, kâğıdın gök, dostun Allah! Bilmiyorlar ki sen kanaya kanaya, düşe kalka, ilmek ilmek var olansın, sen romanını, öyküsünü kanıyla yazan, yazdıkça ölümsüzleşen bir kadim ustasın, bilmiyorlar! Onlar seni öldüremediklerinde en fazla senin reçelini, şerbetini yapıp satmayı düşünür, onlar bizden değil, biz seni karşılıksız sevdik! Biz seni Yunus gibi, Pir Sultan gibi yanarak sevdik! Kan oldun döküldün, toprak oldun yeşerdin, umut olup yükseldin! Bizi
çocukluğumuza götür sözcüklerinle, bizi arındır, temizle, yıka elimizi yüzümüzü Karadeniz’in, Toroslar’ın buz gibi serin sularıyla. Biz Tanrı’nın, dünyayı unutup oyuna dalmış yaramaz, saf çocukları haykıralım: “Gülleri solduran gülebilmezmiş…”
Sevgili Nihat Genç’e tüm içtenliğimle şifa diliyor, o müthiş kalemiyle bizi yine yine buluşturmasını bekliyorum.
Nihat Abiyi özledim. Tekrar aramızda olmasını diliyorum. Yazınız çok güzel, duygulandım. Var olun…
Kaleminize sağlık. Nihat Gence daha nice uzun sağlıklı yıllar dilerim. Varolun
Bir an once iyilesmesini dilerim.
Güzel olmuş Mihriban hanım. İlhamı Nihat babadan aldığınız çok belli.
Müthiş… Nihat Genç’in kanatlarıyla uçabilmek herkese nasip olacak birşey değil bence!