Lozan zaferi ile kazanmış olduğumuz en değerli bağımsızlık sembolü, şüphesiz kapitülasyonlardan kurtulmuş olmamızdır. Kapitülasyonların kalkması demek, başta “Kabotaj” yani limanlarımız arasındaki seyrüsefer tekelinin Türk hükümetine geçmesi demektir. 1 Temmuz 1926 tarihine kadar bu hakkı, emperyalist denizci devletler kullanıyordu. Bir devletin doğum hakkı olan Kabotaj hakkının idame edilmesi, denizcilik yeteneği ve olanaklarının bir çıktısıdır. Bu yetenek ve olanaklarınız yoksa deniz ulaştırmanızı kendi bayraklı gemilerinizle yapamaz, Türk sahipli tersaneleri işletemez, liman geliştiremezsiniz. Dolayısı ile 96’ncı yıldönümünü kutladığımız Kabotaj Kanunu, Türkiye’nin yüzyıllarca geri kaldığı denizcileşme hamlesinin başlangıcıdır.
Üç tarafı denizlerle yıkanan muhteşem bir coğrafyaya sahip olan Anadolu, Osmanlı İmparatorluğu’nun deniz körlüğü ve jeopolitik vizyon eksikliği nedeniyle denizleri ülke güvenlik ve refahı için çok kısıtlı şekilde kullandı. XVI. yüzyıldan sonra şekillenen Garp Ocakları donanması da olmasa, gerçekte Türklerin Akdeniz denizciliğinden belirli dönemler hariç bahsetmemiz mümkün olamazdı. Aslında Türkler, çok hızlı denizci olabilen bir ulustu. Ancak bu yetenek, Osmanlı hanedanı tarafından hiçbir zaman kullanılmadı. İttihat Terakki hükümeti dönemine kadar kapitülasyonlardan kurtulmayı düşünmediler. Onlar da denediler, ancak Birinci Dünya Savaşı arifesinde altyapı, yetenek ve olanaklar hazır olmadığı için bu mümkün olmadı. Zaten kapitülasyonların kaldırılmasına en büyük muhalefet, o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki Almanya’dan gelmişti. Dolayısıyla denizcileşmenin anahtarının önce kapitülasyonlardan kurtulmak olduğunu gören büyük lider Atatürk, Lozan görüşmelerine giden heyete, kapitülasyonlar gündeme geldiği takdirde görüşmeleri sonlandırıp geri gelmeleri direktifini vermişti. Öyle de oldu.
Neticede ikinci görüşme dönemi sonunda kapitülasyonlar kaldırıldı ve “Denizcilik Gücü’’ boyutunda devrim yaşandı. Böylece Türk karasuları içinde yabancı firmalara olanak sağlayan yüzlerce yıllık düzenlemelere ve sömürüye “Dur” dendi. Artık Türklerin denizcileşme süreci başlamıştı. 1 Kasım 1937 tarihinde TBMM Beşinci Dönem açış konuşmasında denizciliğe yönelik direktifleri de onun deniz uygarlığına geçiş niyetinin açık bir ilanıydı:
“En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz; denizciliği Türk’ün büyük ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.”
Türkiye büyük liderin bu direktifine sadık kalamamıştır. Ancak bu menfi duruma rağmen kamuoyunda “Mavi vatan” kavramı üzerinden deniz jeopolitik farkındalığın her geçen gün büyüdüğünü söyleyebilirim. Diğer yandan son 99 yılda sadece donanma alanında ilerleme; denizcilik gücünün savunma sanayii ve gemi inşa sektörü boyutlarında kısmi başarılar sağlanabilmiştir. Bugün devletin bütüncül bir denizcileşme plan ve programı yoktur. Ticaret filomuz dış yüklerimizin %20’sini taşıyor. Ham petrolümüzün çoğunu Yunan tankerleri taşıyor. Limancılıkta ülke dışındaki Türk yatırımları iç yatırımlardan daha büyüktür. Pek çok limanımız yabancılara satılmıştır. Bazılarında Kabotaj Kanunu ihlal edilmiştir. Balıkçılık geri kalmıştır. Bir Japon yılda 90 kilo balık yerken, vatandaşımız 6 kilo yemektedir. Plansız balıkçılık ve olağanüstü deniz kirlenmesi sonucu balık stoklarımız erimiştir. Daha da kötüsü Akdeniz’de MEB ilan edilmediği için balık stoklarımız, gelişmiş balıkçı filoları ve komşu filolar tarafından sömürülmektedir. Deniz bilimleri ve deniz hukuku alanında dünya standartlarının çok altındayız. Denizcileşmenin en önemli bacağı olan denizcilik kültürü ve görgüsü, yani denizcileşmenin ruhu boyutu ise en geri kalan alan olmuştur.
Türkiye’de denizcilik kültürü ve görgü, özellikle amatör denizcilik dünyasında ciddi bir sorundur. Bu soruna karadaki genel kabalık ve görgüsüzlüğün birleşik kaplar misali denize yansıması da denebilir. Ancak denizin kendine has evrensel bir kültürü olması nedeni ile denizde kültürsüzlük ve görgüsüzlük daha farklı etkilere neden olmaktadır. Denizcilik örf ve âdetleriyle görgü kurallarına saygı, bir amatör denizcinin tecrübe ve bilgisinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Zira bu bilgi ve beraberinde gelen görgü kuralları düzen ve uyum sağlama özelliğine sahiptir.
Denizcilik kültürü ve görgüsü, sonsuz bir okyanustur. Denizi kalbi, aklı ve ruhu ile seven bir insan için denizcilik kültürü ömür boyu büyük bir ilgi alanıdır. Bu kültürün herhangi bir alanına tutku ile bağlanan bir insan, denizden ve yarattığı kültürden uzaklaşamaz. Görgü kuralları ise denizciliğin sonsuz faaliyet alanlarında insana, doğaya, topluma, tarihe ve kurumlara gereken saygının çerçevesini çizerek tekne, insan ve deniz etkileşimini düzene sokar.
Mümtaz yelkenci ve amatör denizcilerimizden Merhum Muhittin Öney, 5 Kasım 1973 tarihinde yayımladığı “Yat Bayrakları” isimli kitapçığın ön sözünde deniz görgüsünü şöyle özetlemiş: “Yatçılığın sadece iyi yelken kullanmak veya iyi navigasyon bilmeye inhisar etmeyip, temelleri asırlar öncesine varan bir gelenek ve ritüele dayandığı muhakkaktır.’’
Bugün gelir seviyesi artan pek çok kişi denize sadece deniz sevgisi nedeniyle çıkmıyor. Önemli bir kısmı özel tekne/yat sahibi olmak bir statü sembolüne dönüştüğünden denize çıkıyor. Pek çoğu da marinada ve koylarda teknesini yazlık ev gibi kullanmayı tercih ediyor. Bu durum kalabalıklaşan marinalarla, liman ve demir yerlerinde zaman zaman karşılıklı ihtilafları ortaya çıkarıyor. Denizde örf, âdet ve görgü kuralları, bilindiği ve uygulandığı takdirde bu sorunları asgaride tutacak bir reçetedir.
Kültürsüzlük ve görgüsüzlüğün iki nedeni vardır: Birincisi bilmemek; diğeri, bilmediğini bilmemektir. Zira bilen birisi denizde mutlaka usulü ile davranır, konuşur veya dinler. Kültür ve görgünün denizle buluşmasının somut sonucu denizde uyumdur. Denizde uyum; bilgi ve tecrübeye sahip olduğumuz varsayımı ile üç boyutta özetlenebilir. İlki doğa ile; ikincisi teknoloji ile ve üçüncüsü insan ile. Bu üç uyum sağlanmadan denize çıkılırsa savaş gemisinde savaşılamaz; ticaret gemisinde iseniz para kazanılamaz, amatör denizci teknesinde huzurlu ve mutlu olunamaz. Başlangıçta daima bilgi vardır. Tecrübe, bilgi ile kademeli bir şekilde gelişir. Bilgi ve tecrübenin bir boyutu daha vardır. O da kültür ve görgüdür. Her ikisi de içten gelen, karakter, öğrenme arzusu, aile terbiyesi, çevre, eğitim ve öğretimin bir sentezidir. İnsan ile ilişkilerde en önemli ve olmazsa olmaz unsurdur.
Denizin kültür boyutunda Türkiye, artan nüfusuna ve karacı devlet aklına teslim olmuştur. Deniz kültüründen çok uzak devlet aklı, kapitülasyonların yapamadığını yapmıştır. Kabotaj denizciliği zaman içinde, endüstriyel medeniyetin ve vahşi kapitalizmin yarattığı en büyük doğa düşmanı kara yolu taşımacılığına yenik düştü. Yurtiçi yüklerimizin sadece %4’ünü deniz yoluyla taşıyoruz (1938’de bu oran %67 idi). Bugün için ülkemizde yurtiçi yüklerin ulaştırılması için 700 bin kamyon, 2,7 milyon kamyonet kullanılıyor. Yurtiçi yük taşınmasında karayolunun payı %90. AB ülkelerinde bu pay %40. Deniz yolunun kardeşi demiryolunun yurtiçi yük taşımadaki payı da maalesef %5. Yurtiçi yük ulaştırmasındaki karayolu taşımacılığı, petrolü %90 ithal eden bir devlet olarak sürdürülebilir bir durum değildir. Sadece enerji faturası olarak senede harcanan 60 milyar doların önemli bir bölümü kara ulaştırması için kullanılıyor. Benzer hata, hava ulaşımına yapılan yatırımlarla devam ediyor. Havaalanı sayısı artışıyla övünüyoruz. Uçaklar ithal. Yakıtı ithal, en pahalı ve atmosferi en çok kirleten ulaşım aracına yatırım yapıyoruz. Bugün limanların yerini otogarlar; Karadeniz, Ege ve Akdeniz posta gemilerinin ve mavnalarının yerini de otobüsler ve TIR’lar aldı. Bugün şehirlerarası seyahat yapılacak ne bir yolcu gemimiz ne de düzenli hattımız vardır. 2002 sonrası başta yabancı ortaklıkları kapsayan liman özelleştirmeleri ile kabotaj haklarımız sulandırıldı.
Ne acıdır ki, denizcilikten ve deniz kültüründen önce sahil şehirleri uzaklaştı. Doğayı katleden, halkı denizden ayıran duble yollara, Anadolu’nun en denizci insanlarının yaşadığı Karadeniz bölgesi bile akıl almaz bir şekilde onay verdi. En güzel kıyılar betonla kaplandı. Pek çok sahil yerleşiminde, geleneksel balıkçı restoranları ve balık ekmekçilerin yerini kebapçı ve seyyar dürümcüler aldı. Yelken, yüzme ve kürek kulüplerinin yerini futbol kulüpleri aldı. Sahilde yaşayanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ileride milli yelkenci ya da yüzücü olmasını değil, zengin futbolcu olmasını hayal ederek denizin ufkuna baktı ve rakısını yudumladı.
Onlarca orta ve yüksek öğrenim kurumu statüsünde denizcilik okulumuz var. Ancak okul gemileri yok. Hiçbiri yatılı değil. Üniforma disiplini birkaçı hariç, yerlerde sürünüyor. Büyük bir zabit ve gemi adamı birikimine rağmen yabancı dil sorunu nedeniyle uluslararası pazarda istihdam edilemiyorlar. Ayrıca, Türk Uluslararası Gemi Sicil Kanunu (TUGS) ile 1999 sonrasında Türk gemilerinde yabancı uyruklu denizci çalıştırma yolunun açılmasına izin verilerek, kabotaj haklarımız ciddi şekilde sulandırıldı.
Kısacası, Türkiye çok ayrıcalıklı bir deniz coğrafyasına sahip yarımada devleti olmasına rağmen, Mustafa Kemal Atatürk dönemi hariç, denizcileşme sürecini değerlendirememiştir. Bütüncül bakış içinde jeopolitik alan dışında denizcileşme başarılı olamamıştır.
Dünyada hiçbir halk denizci doğmaz, denizci yapılır. Halkı denizci yapan da devlettir. Ancak gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Türkiye Cumhuriyeti denizci bir devlet olamamıştır. Bunun değişimi için temel şart, devletin denizcileşmeye ve denizci olmaya karar vermesidir. Türkiye’de bırakalım Denizcilik Bakanlığını kurulmasını, devletin denizciliğe yönelik henüz bir vizyon belgesi bile yoktur. Devletin denizcileşmeyi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasında vazettiği gibi ülkü olarak benimsemesi ve teşkilatlanması şarttır. Bu süreci daha sonra halkın denizcileşmesi takip edecektir. Ancak tüm bu süreç kültür değişimiyle gerçekleşecektir. Kültür olmadan ne denizcileşme ne de kabotajın korunması mümkün olur.
*Amiral Cem Gürdeniz’in Pankuş Yayınları’ndan çıkan Deniz Mecmuası’nın 25. sayısındaki yazısından alıntıdır.
Dergiyi satın almak için tıklayın
Amiralim “kabotaj bayramı” nın adı “Mavi Vatan Bayramı” olarak değiştirilirse milletimizin ve özellikle çocuk ve gençlerimizin sahiplenişi çok daha büyük olacaktır. Çünkü kabotajı ben çocukluğumdan beri adından dolayı anlamış değildim. Yabancı bir kelimeyi sahiplenemedim. Ne zamanki Mavi Vatan’ı anlattınız işte o zaman gönlümün en derininde bir sahipleniş ve bilinç uyandı.