Barış Doster yazdı…
İsrail; ABD emperyalizminden ve Avrupalı müttefiklerinden aldığı sonsuz ve sınırsız destekle, Filistin ve Lübnan’da katliamlarını sürdürüyor. Bu vahşeti ne İslam dünyası (57 üyeli) ne de Arap alemi (22 üyeli) durdurabiliyor. Dahası Lübnan; diğer unsurların yanında kimlik siyasetinin de etkisiyle devlet otoritesini, etkinliğini, kabiliyetini büyük ölçüde yitirdiğinden, ülkede yeni bir iç gerilimin çıkmasından endişe ediliyor. Ulus olamamak, devlet olamamak, kimlikler üzerinden siyaset yapmak ve bunu anayasal düzleme taşımak, Lübnan’ın en büyük sorunu olarak öne çıkıyor.
ABD’nin, 2003’te Irak’ı işgal ettikten sonra, bu ülkeyi de Lübnan benzeri bir anayasal ve siyasal yapıya büründürdüğü biliniyor. Zaten kabaca çeyrek yüzyıl önce ABD’de siyaset, bürokrasi, medya, akademi ve düşünce kuruluşları vasıtasıyla dolaşıma sokulan Büyük Ortadoğu Projesi de (kısaca BOP olarak bilinir, sonrasında adı GOKAP yani Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olarak güncellenmiştir) bölge ülkelerini alt kimlikler üzerinden bölmeyi, parçalamayı öngörüyordu.
Maalesef BOP; ülkemizde de siyasetin her cenahından ve her düzeyde geniş bir taraftar kitlesi bulmuş, dönemin başbakanı BOP eş başkanı olduğunu söylemişti defalarca. Akademide, iş dünyasında, medyada da çok alkış almıştı BOP, özellikle de siyasal İslamcılar, etnik ayrılıkçılar, numaracı cumhuriyetçiler ve sol liberallerden (ne demekse).
Şimdi asıl konumuza gelelim…
Biliyoruz, dış politikada çok sık sorulan sorulardan biridir, değerlerin mi yoksa çıkarların mı öncelikli olduğu. Bu soruya “ya o ya bu” yanıtını veren de vardır, “hem o hem bu” diyen de. “Ne o ne bu” diyene ise rastlanmamıştır. Değerler denince, doğuda daha çok kimlikler öne çıkar. Batıda ise emperyalizm; değerler denince, içini boşalttığı demokrasi, insan hakları, özgürlük kavramlarıyla çullanır mazlum milletlere.
Soruyu somut örnek üzerinden ve kendimize sorarak yanıtlamaya çalışalım. Cumhuriyetin kuruluş kodlarından, felsefesinden, değerlerinden adım adım uzaklaşmak, Türkiye’nin dış politikada elini güçlendirmiş midir? Çerçevesi çizilmiş, kodları belli dış politika ilkelerine burun kıvırmak, Türkiye’nin dışarıda itibarına, saygınlığına, etkinliğine, güvenirliğine, öngörülebilirliğine, algısına nasıl yansımıştır? Sadece iç siyasette değil, dış siyasette de laiklikten uzaklaşmak, iç ve dış siyasette etnik ve mezhepsel kimlikleri öne çıkarmak, örneğin Irak’ta Barzani’yle ilişkileri geliştirmeye çalışırken Kürtçülük yapmak, keza Suriye’de Esad karşıtlığında buluşmak adına PYD terör örgütü lideri Salih Müslim’i Türkiye’de balla, börekle karşılamak, ağırlamak, uğurlamak işe yaramış mıdır?
Peki ya mezhepçilik? Yıllar önce Turgut Özal’ın Azerbaycan için dediği “Onlar Şiidir, biz Sünniyiz” sözü belleklerdedir. O günden bu yana köprülerin altından çok sular akmış ve Türkiye; Azerbaycan’la ilişkilerini “iki devlet, tek millet” olarak tanımlamaya yönelmiştir. Fakat İran ve Suriye’ye bakışta halen mezhepçi önyargılar vardır, hem de güçlü şekilde. Dahası Türkiye; Türkmenleri bile Sünni-Şii diye ayırmış, birine daha yakın, ötekine daha mesafeli yaklaşmıştır. Sünni Hamas’ın lideri İsmail Haniye, İsrail tarafından öldürüldüğünde verilen tepkiyle (milli yas ilan edilmesi), Şii Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah İsrail tarafından öldürüldüğünde verilen tepki arasında da fark vardır.
Tekrar soralım: Özellikle Türkiye’de, özünde bir çöküş ve çözülme projesi olan “Açılım” sürecinde, kamu kurumlarının adından TC ibaresinin kaldırıldığı dönemde, iktidarla HDP’nin arasının iyi olduğu günlerde, Irak’ta Barzani’yle birlikte Kürtçülük yapmak, Suriye’de Esad’a karşı Sünnicilik yapmak, İhvancılığı öne çıkarmak hedefine ulaşmış mıdır? Mezhepçilik dünyada, batıda ve doğuda, Avrupa’da ve Asya’da, İslam ülkeleriyle, özellikle de Sünni Arap devletleriyle ilişkilerimizde, bu politikayı savunanların beklediği ölçekte işe yaramış mıdır?
Yanıt açıktır. Kimlik siyaseti, etnik ve mezhepsel temelli siyaset içeride nasıl bölücü, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ise yurttaş ve ulus kimliğini nasıl parçalıyor ise dış siyasette de aynı sonuçları doğurur. Başarısızlığa mahkûmdur. Ne doğuda işe yarar ne batıda. Ne ekonomiye katkısı vardır ne diplomasiye. Aksini öne sürenler Türkiye’nin yakın zamana dek Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’yle yaşadığı sorunları hatırladıklarında, bu yalın gerçeği daha net görebilirler.
Unutmayalım: Devletlerin çıkarları, hedefleri, öncelikleri, tehdit tanımları, stratejik planları, jeopolitik hassasiyetleri olur. Hedeflerine ulaşmak için iktisadi, siyasi, askeri güç unsurlarını, yumuşak güç unsurlarını en etkili, en verimli şekilde kullanmaya çalışan devletlerin kapasitesi, ölçeği, bu güç unsurlarının toplamıdır. O nedenle devletler, akılcı, gerçekçi, faydacı davranmak zorundadırlar. Hayal kurmak gibi bir lüksleri yoktur. Hırslı, hınçlı, hırçın değil planlı, hesaplı, kararlı olmaları gerekir.