Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…
Cumhuriyet rejimi ve onun eşsiz birikimleri Türk ulusu için vazgeçilmezdir. 16 Haziran 1926’da İzmir’de kendisine suikast yapılacağını öğrendikten sonra Atatürk, daha Atatürk soyadını almadan önce, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözüyle, kurduğu Cumhuriyet’in, vefatından sonra da sonsuza dek yaşayacağını vurgulamış; Cumhuriyet’i Türk ulusuna emanet etmiştir. Kendini değil, kurduğu Cumhuriyet’i düşünmüş; tek bir emirle her şeye sahip olabilecekken bütün ömrünü Türk ulusuna bu değeri armağan etmek yolunda feda etmiştir.
Osmanlı Devleti 600 yıla yakın yaşamış, ancak Batı’daki gelişmeleri izleyecek siyasal, sosyal, bilimsel ve teknolojik donanımı yaratamamıştır. Osmanlı ahalisi dahil olmak üzere, son yüzyıllarda Saray, dış dünyaya yabancı kalmıştır. Siyasi ve ekonomik nedenler bu gerilemenin gözle görülür etmenlerdir. Selçuklular dönemindeki Baba İlyas el-Horasani’nin başını çektiği Babai isyanlarından Osmanlı dönemindeki Konstantin ve Frujin İsyanından (1404-18) Arap Ayaklanması’na (1916-18) kadar 60’dan fazla başkaldırıda ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler genellikle belirleyici olmuştur. Bu doğrudur. Ancak bunlar sonuçtur, neden değildir. Çünkü Batı’da çeşitli mezhep savaşları, iç karışıklar, binlerce insanın yaşamına mal olan dört hatta beş kez veba salgını, savaşlar, kıtlıklar ve yokluklar yaşanmıştır. İnsanlık tarihinde bu iki dünya insanlığın başına gelebilecek sorunlarla yüz yüze kalmasına rağmen, kendi kaderini kendisi belirme konusunda birbirinden ayrışmıştır.
Peki Avrupa, kendi kaderini nasıl kendisi yaratmıştır? Bu sorunun yanıtını uzun uzadıya tartışmanın yeri burası değil ancak en belirleyici neden, aklı ve bilime olan yönelişti. 1088’de Bologna Üniversitesi ve 1150’de Paris üniversitesi (daha sonra Sorbonne ile ilişkilendirildi) kuruldu. Art arda diğerleri kuruldu. Patristik Felsefe (2.- 8. yüzyıl arası) Kilise Babaları’nın Platoncu felsefeyi yöntem olarak alıp Aziz Augustinus’un (ö. 630), Hıristiyanlığı akılla açıklayabileceğini düşünen felsefe akımıdır. 8.-15. yüzyıllar ise, Skolatistik Felsefenin egemen olduğu dönemdir ve Skolastik felsefe, Platonculuk yerine Aristoculuğu temel almıştır. Kilise babaları ya da Kilise merkezli düşünce, Batı’da kurulan üniversitelerde belirleyici rol almıştır. Üniversitelerin kurulmasında Kilise Babaları etkin olmuş; ders müfredatlarında Hıristiyan teolojisi okutulurken pozitif bilimler bugün bildiğimiz adlarıyla yerini almıştır. Genel olarak Kilise, üniversitelerin kuruluşunda ve dinsel-bilimsel müfredatlarının hazırlanmasında etkin olmakla birlikte, 15. Yüzyıldan sonra ağırlık pozitif bilimlerin okutulmasından yana gelişmiştir. Bu tablo bize, Bologna, Sorbonne, Cambridge gibi köklü üniversitelerin günümüze gelinceye kadar geçirdiği evrimi anlatır. Skolastik anlayıştan modern bilim ve teknoloji üretimine doğru izlenen eğitim-öğretim süreci, İslam dünyasında çok farklı işlemiştir.
İlk Nizamiye Medresesi Nizamülk tarafından 1067’de Bağdat’ta kurulduğunda, ilk Batı üniversitesi olan Bologna’nın kurulmasına 21 sene vardır. Düşünün, Nizamiye Medresesi Bologna’dan önce kurulmuştur ve bugüne hızla geldiğimizde, yerinde yeller esmektedir. Avrupa’daki bu üniversiteler bütün dünyanın çekim merkezi iken İslam dünyasında Nizamiye Medreselerinin esamisi bile okunmamaktadır. Ne var ki romantik dinci çevreler, Türkiye’de, özellikle Doğu illerimizde 21. Yüzyılda medreseler kurarak, anlayış ve müfredat olarak bizi yüzyıllarca geriye götürmeyi eğitim-öğretim adı altında marifet sayıyor. Osmanlılarda medrese Batı’daki üniversitelere bakınca hiçbir gelişme kaydetmediği gibi, tam tersine sürekli gerilemiştir; halk üzerinde iktidarların kurduğu dinsel baskıyı ardına alarak yapay solunumla yaşatılmaktadır. Batı’daki üniversiteler, yalnız eğitim-öğretim sorununu Batı ve hatta dünya ölçeğinde büyük oranda çözmekle kalmamış; Batı toplumlarının siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmasında büyük rol oynamıştır. Bilim ve teknolojinin kalbi üniversitelerde atmaktadır. Uluslaşmayı, eğitim öğretim birliğini, eğitim öğretimde laik, sosyal hukuk devleti anlayışını bu sayede yerleştirdiklerini görüyoruz. Bugün de bu gelişme göz kamaştırıcı hızla aynı şekilde sürmektedir.
Peki, taş üstünde taşı kalmayan Nizamiye Medreseleri, Batı’da kurulan üniversiteler gibi neden gelişip serpilemedi? Bunun nedenleri son derece karmaşık ve tartışmalıdır. Buraya girmeyeceğim ancak şunu belirteyim. Kilise ve Kilise Babaları, üniversitelerin kuruluşunda rol almakla, doğrudan veya dolaylı olarak bugünün Avrupa ulus devletlerinin, laik, bilimsel ve hukuk devleti ilkelerinin oluşmasında pay sahibidirler. Kilise’nin mabet olması ve din adamlarının belirli bir sınıfı teşkil etmiş olması, sanıldığının tam tersine, laik, bilimsel ve ulusal bir eğitim öğretim sürecine katkıda bulunmuştur. İslam’ın, mabet ve din adamı merkezli bir din olmaması, İslam dininin özgürlükçü, akıl ve bilime açık olduğu; laiklik uygulamalarına, sosyal hukuk devleti felsefesine daha kolay uyum sağlayabileceği öne sürülür. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Bütün bu değişim ve dönüşümleri Batı’da muhatapları belirli (Kilise ve Din adamları) bir din ile birlikte yürütmek, bazı zorluklarına rağmen, daha kolay olmuştur. İslam’da mabet ve din adamı sınıfı olmamakla birlikte her “Müslüman” bir mabet ve aynı zamanda bir “din adamı”dır. Bu nedenle değişim ve dönüşüm sürecinde her bir “Müslüman” kendisini mabet ve din adamı olarak muhatap alınacak taraf olarak görür. Bu yüzden laik eğitim ve hukukun kısa sürede yerleşmesi zorlaşmaktadır. Türkiye’deki sancıların nedenlerinden bir budur.
Bu gün ülkemizdeki medreseler ve ardındaki tarikat-cemaatler, Hıristiyanlıktaki Kilise ve Kilise Babaları rolünü üstlenmiş; Türkiye’de siyaset, ekonomi, bilim, kültür ve teknoloji adına hangi yaprak kımıldasa her türlü gelişme karşısında kendilerini biricik muhatap olarak görmektedirler. Osmanlı’nın son dönemlerinde eğitim-öğretim konusundaki yenileşme çabalarının karşısına yine bu çevreler ve yapılar dikilmiştir.
19. yüzyılda Osmanlı’da Sıbyan Mektepleri ve Medreseler olmak üzere iki çeşit okul vardır ve sıradan halkın çocukları burada okurken Saray zadeganının çocukları özel okullarda ve özel öğretmenlerin elinde yetişiyordu:
“Sıbyan okullarında eğitim ve öğretim parasızdı. Derslere ve çocukların eğitimine dini bilgiler egemendi. Öğretimin temeli çocuklara Müslümanlığın ana ilkelerini belletmekti. Öğrenciler, okullarında Kur’an okuyor, namaz başlıklarını öğreniyor, biraz da yazı görüyorlardı. Ama yazı dersi güzel el yazısı öğrenmekten öte geçmiyordu. Kur’an ve namaz başlıkları Arapça olduğu halde, bu okullarda, bugünkü anlamıyla bir Arapça öğretimi de yapılmıyordu. Çocukların yaptıkları iş anlamadıkları bir dilde yazılmış metinleri körü körüne ezberlemekti. Ders kitapları Kur’an, Elifba ve bir ilmihalden meydana geliyordu. Sıbyan okullarında öğretmenlik yapacak kimselerin medreseyi bitirmiş olması gerekirdi. Aslında, bütün Sıbyan okullarının medreseli öğretmeni hiçbir zaman bulamamış oldukları söylenebilir. Okuyup yazması olan imamlar, hatta okuyup yaması bile olmayan fakat Kur’an ve namaz başlıklarını ezberlemiş olan yaşlılar, Sıbyan okullarında öğretmenlik yapmışlardır.”¹
Türkiye’deki medreseler kurum, ders içeriği, müfredatı ve eğitim-öğretim yöntemi bakımından -daha doğrusu yöntemsizliği- zerre kadar fark olmaksızın aynı körlük ve aymazlıkla yola devam etmektedir. Neden geri kaldık sorusunun yanıtı tam da buradadır.
Kangren olmuş eğitim öğretim sorunu, 1935’lerden sonra kurulan Köy Enstitüleri ile gözle görülür biçimde çözüme kavuşturulmuştur. Bu konuyu daha sonra bağımsız birkaç yazı ile ele almak yerinde olur. 1936-1946 yılları arasında İlköğretim Umum Müdürlüğü yapan, Köy Enstitüleri’ne hayat veren İsmail Hakkı Tonguç, Başgöz’ün bu saptamalarını ileriye götürür:
“…bu okullarda çocuklar çoğu Arapça olan bilgileri anlamadan ezberlerlerdi… Çocuklara pek sert cezalar tatbik olunurdu. Bu okullarda onları dövmek, falakaya yatırmak suretiyle terbiye etmek yolu tutulmuştu. Hayat telakkisi olarak çocuğa aşılanmak istenen değerler Allah korkusuna dayanan dini mahiyetteki hurafelerdi. Hastalık insanlar için birer alınyazısı ve fukaralık, sefalet Allah tarafından verilmiş ceza sayılırdı.”²
Laik eğitim-öğretim, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yasal zemine dayanıyor olsa da bugün ülkemizde eğitim-öğretim birliği fiili bir ikilikle yıpratılmakta; cemaat ve tarikatların desteklediği, beslediği ve beslendiği medreseler, yurt veya vakıf görüntüsündeki tarikat okulları Cumhuriyet öncesi sefaleti aynıyla sürdürmektedir. Neredeyse 1946’dan beri Türk siyasetine egemen olan sözde muhafazakâr kanat, ekonomik, bilimsel ve kültürel sefaletin ana nedeni olan bu çağdaşı kurumlara oy deposu gözüyle bakmaktan vazgeçmiş değildir. Osmanlı’nın son iki yüz yılından Cumhuriyet’e devredilen eğitim öğretim sorunlarına yakından bakılınca köy nüfusu %87, kent nüfusu %13; 40 bin köy öğretmensiz, okuma yazma oranı yerlerdedir. Bunca geri kalmışlığın temel nedeni olan medrese ve tarikat zihniyeti bu acı gerçeğe rağmen giderek güç kazanmaktadır. Osmanlı’nın yıkılışında bu yapılar ve zihniyet birinci derecede etken olmasına rağmen, aynı sefaleti doğuran aynı araçlar rağbet görmektedir.
Siyasiler yakın tarihi bilmiyor olamazlar. Öz olarak verdiğim bilgilere herkes ulaşabilir. Ancak herkes aynı bilgilerle aynı sonuçları ortaya koyacak zihinsel bir kombinasyona dayalı çözümlemeler yapamayabilir. Ne var ki bunu yapmak zorundayız. Din eğitimi ve öğretimi bu haliyle yanlıştır. Pozitif bilimlerin öğretilme yöntemi eksik ve hatalıdır. Medrese kafası, tarikat körlüğü neredeyse bütün eğitim öğretim hayatımızın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandıkça kök sorunlar yerine, emperyalistlerin uydurduğu “Kürt Sorunu” palavrası bütün yaşamımızı, geleceğimizi ipotek altına alacaktır.
Yeni seçilen Trump, “Kürtler Türkiye’nin ezeli düşmanıdır. Bana birinin dediğine göre yüzyıllardır savaşıyorlar. Ama ben, Kürtlerin güvenliğini sağlamayı deneyeceğim. Türkiye Rahip Brunson’u bırakmak istemediğinde ekonomisini nasıl zarara uğrattığımı anlayınca çarçabuk bıraktı…”diyerek Kürt Sorunu’nu tıpkı Ermeni Soykırım yalanı gibi nasıl uydurduklarını açıkça itiraf etmiştir. Emperyaller bunu yapar, ancak bizde iktidar ve muhalefet partilerinin çoğunun bu tehlikeli palavrayı iç politika malzemesi yapması son derece tehlikedir. Kürt sorunu Ermeni soykırımı kadar büyük ve aşağılık bir yalandır. Kürtler ile Türkler şeklinde bir ayrışmadan söz etmek ihanettir, ahlaksızlıktır, vicdansızlıktır. Kürt’lerin büyük çoğunluğu da, Türklerin büyük çoğunluğu asla Cumhuriyet’le ve birbiriyle sorunlu değildir. Bu palavraya, bu emperyalist yalana artık bir son verin.
Trump’un şımarıklığı, tepeden konuşması ve Türkiye’ye ayar verme hakkını kendinde görmesi, ne kadar aşağılayıcı bir tutumdur: İçimizde ağırına gitmeyen kimse yoktur.
Peki Trump ve benzerleri neden bize bu denli küstah olabiliyor?
Yanıtı mı?
Medreseleri üniversiteye (zihniyet olarak) dönüştürebilsek, ya da medrese kafasından kurtulabilsek,
Eğitim-öğretim birliği yasasına hem kuramsal hem pratik olarak uysak,
Din eğitim-öğretimini cahil, yobaz ve Cumhuriyet düşmanı tarikat ve cemaatlerin etkisinden kurtarsak,
Osmanlı’yı çökerten cehaleti, yobazlığı ve karanlığı Cumhuriyetimize daha sıkı sahip çıkarak ortadan kaldırsak,
Kürt Sorunu değil, beka ve gelecek sorunumuz olduğunu anlasak,
Din ve ırkı, yurttaşlığa yeğlenecek bir ayrıcalık ya da itilmişlik olarak görmesek,
Türk Milleti kavramının, her türlü etnik adlandırmanın ötesinde, kucaklayıcı, birleştirici ve güç birliği oluşturucu tarihsel, kültürel ve bilimsel anlamını kavrayabilsek,
Etnik kökenimize, din ve ideolojimizin farklılığına bakmadan 85 milyonluk iç cepheyi bir an önce berkitsek…
Atatürk ilke ve devrimlerini, ondan bize emanet Cumhuriyetimizi ve şehit kanlarıyla sulanmış vatan topraklarımızı sevip savunsak…
Dincilik ve etnik bölücülüğe milli bir ruhla karşı dursak…
Türk milli ahlakını bütün çocuklarımıza okutsak…onları sürünün, tarikatın köleleri değil, özgür ve sorumlu bireyler olarak yetiştirsek…
Hiç değilse ekmeğini yiyip suyunu içtiğimiz yurdumuza teşekkür etmeyi, bu yurdu bize armağan eden ve olmasaydı olmayacağımız başbuğ Atatürk’ü rahmetle anacak kadar insanlığımız olsa…
Türklüğün yalnız ırk değil, koskoca bir dünya, kadim bir tarih, uygarlıklar dünyası, evrensel bir kültür olduğunu araştırarak öğrensek…
İşte o zaman Trump, Türkiye’nin iki yüz yıllık bir kovboy devleti olmadığını anlar. Onun anlaması yetmez; Bahçeli de terörist başı Öcalan’ı aklından bile geçiremez.
Cumhuriyet bilinci yükseldikçe, Türkiye ve Türk düşmanları alçalacaktır.
¹ İlhan Başgöz, Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Kültür Bakanlığı-Başvuru Kitapları, 2. Basım, Ankara 1999, ss. 4-5.
² İsmail Hakkı Tonguç, Kitaplaşmamış Yazılar, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Y., 2. Basım, Ankara 1997, Cilt: 1, s 214.
Güzel ve Aydın insan..
Cumhuriyet gurur duyuyor senin gibi insanlarla…@