Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Kırk katır Batı ile kırk satır Doğu arasında Cumhuriyetimiz

Kırk katır Batı ile kırk satır Doğu arasında Cumhuriyetimiz

featured

Şahin Filiz yazdı…

Sarah Bakewell, “hastalıklarımızın en ağırı, varlığımızı küçümsemektir”, der.

Türkler, ulus olarak bugün Batı ve Doğu adı verilen iki farklı uygarlık ve kültür dünyalarıyla çok eskiden beri temas içinde olmuştur. Ayrıca bu bloklar içindeki pek çok kültür topluluklarıyla da sıkı alış-verişte bulunduğunu not etmemiz gerekir. Temasta bulunduğu ulus ve toplumlarla ilişkisinde barışçı ve insancıl karakterini korumuş; egemenliği altındaki çeşitli insan topluluklarına başka milletlerde pek az rastlanacak kadar hoşgörülü ve yardımseverlik duygularıyla yaklaşmıştır. Hümanizmin gayri resmi tarihi, Türk tarihinin İslam öncesi dönemlerine uzanır.

Başka ulus ve topluluklarla olan teması sonucu Türkler İslam öncesinden başlayarak çok çeşitli kültür birikimlerini tanıma, kendi kültürünü tanıtma ve bütün bunları kendi ulusal duyuş ve kavrayışına göre yorumlama fırsatı yakalamıştır. Ancak bu hoşgörü ve yardımlaşma kültürü, genellikle tek yanlı süregelmiş; İslam ile tanıştıktan sonra büsbütün kültür ve kimlik karmaşası baş göstermiştir.

İslam ile birlikte hatta onun adıyla gelen Arap ve Fars kültürünü benimsemekle “hastalıklarımızın en ağırı olan varlığımızı küçümsemeye” başlıyoruz. Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuran, geliştiren ve egemen kılan Türkler olmasına karşın, dil, inanç ve kültür neredeyse Farsça ve Arapça ile biçimlenmiştir. Gövde Türk; ruh ve zihin gayri Türk’tür. Kendi varlığımızı küçümsemeye önce inançlarımızdan, sonra dilimizden ve nihayetinde de kültürümüzden başlayalı beri neredeyse bin yılı aşkın bir zaman geçti. 196 yıl süren Haçlı Seferleri’ne ve ardından kopan Moğol İstilası’na canıyla, malıyla ve tüm varlığıyla göğsünü siper eden Türkler olduğu halde, kültür ve uygarlık başkalarının payına düşmüş; ‘yenilgi’ Türklerin üstüne kalmıştır. Yetmemiş; Müslümanlık adı altında Arap dilini ve kültürünü omuzlarında yükseltmiş; Saraylarında Farsçayı resmi dil kabul etmiş, bu da yetmemiş Osmanlılar döneminin büyük bir bölümünde “kafasız Türk” diye küçümsenmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türk diline çağrısı ise sönük kalmış; dünden bugüne adeta fantastik milliyetçiliğin züğürt avuntusundan öte gidememiştir.

Bin küsür yıllık süreçte, Batı, Antikçağ’dan aldığı esinle bilim ve teknolojideki üstünlüğünün felsefi temellerini Rönesans (14. Yüzyıl), Reformasyon (16. Yüzyıl), Modern Bilim ve Felsefe Dönemi (17. Yüzyıl), Aydınlanma (18. Yüzyıl), Bilim Devrimleri ve Uygulanması (19. Yüzyıl), Bilgi Çağı (20. Yüzyıl) ve bugün yani Transhümanizm (Artırılmış İnsan Çağı, gen teknolojisi vb), veya Bilişim ve Yapay Zeka Çağı ile atarken, Osmanlı, bırakın bu aşamaları izlemeyi, hiç birinden haberi dahi olmamıştır. Hıristiyanlığın insan yaşamına, bilim, kültür ve teknolojiye, kısacası Batı insanın mutlu ve müreffeh yaşamasına elverecek şekilde “ehlileştirilmesi” yolundaki mücadelelerini özellikle vurgulamak gerekir. Dinleri Orta Çağ’da tepelerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanırken 17. Yüzyıldan itibaren kendi belirledikleri yaşamın içine manevi bir figür olarak entegre edilmiştir. Din, insana ve yaşamına egemen ve üstün değil, aksine yaşamına bir renk olarak katkıda bulunan bir kültür öğesidir. Laik, sosyal hukuk devleti bu mücadelenin tatlı meyvesidir.

Düşünce ve vicdan özgürlüğü Batı için her şeydir. Türkiye’ye ve genel olarak Doğu’ya reva ve layık görmeseler de laiklik, demokratik hukuk devleti ilkesini kendi halkları adına ölümüne korumaktadırlar. Bu iki özgürlük Batı’da birbirinden ayrı görülmez. ABD ve Fransa anayasalarında, yurttaşlarına din özgürlüğü ile kamu düzeni ve güvenliğini bozmaksızın istedikleri kanaati taşıma ve ifade etme özgürlüğünü bir “hak” olarak aynı maddede veriyor. “Teokrasi” yani din devleti, Türklerin kültüründe olmadığı halde Batı kavramsallaştırmasıyla Doğu’nun inanç formundaki kültürünün eseridir. Şeriat ve hilafet gösterileri bunu doğrulayan örneklerdendir. Teokrasi terimi ilk defa Milat’ın ilk yüzyılında, Romalılara katılmış olan Yahudi tarihçi Josephus Flavius (37-100) tarafından, Hz. Musa’nın Yahudiler için buyurduğu, yetki ve gücün Tanrı’da olduğu yönetim biçimi için kullanılmıştır. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Batı’da beliren Grotius (1583-1645), Locke (1632-1704), Leibniz (1646-1716), Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778) ve Rousseau (1712-1778) gibi filozofların aydınlıkçı fikirlerinden beslenemeden kalmış Türk toplumunun, on dokuzuncu yüzyılda gerekli reformları gereken ölçüde gerçekleştiremeyiş nedenlerini açıklamaktadır. [1]

Türkler, bin yıllık inanç serüvenlerini binlerce yıllık tarihsel ve kültürel geçmişine yeğlemenin acı sonuçlarını Batı’ya karşı Doğu’yu; Doğu’daki din ve mezhep çatışmalarında şu ya da bu tarafı ölümüne destekleyerek “hoşgörü ve yardımlaşma” duygusunu kendi varlığını küçümseyecek kadar abartmıştır. Kendini Yavuz’un deyimiyle “Hadimu’l- Haremeyn” olmaktan daha fazla önemsemiş değildir. Ön saflarda, “dinin fedaisi” olarak vuruştuğu için Batı’nın bilim ve teknolojisinin; dil ve kültürünü, inancıyla gelen Arap ve Fars kültürüne tercih ettiği için de yabancı kültürlerin karşısında yenilgi etiketi Türklerin üzerine yapışıp kalmıştır.

Bu tarihsel süreç, Cumhuriyet kuruluncaya kadar Türk milletini sosyal psikolojik bir bunalımla karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı Devleti dağılma sürecine girdiği sırada, başta Araplar olmak üzere her millet bağımsızlığını ilan etmiş ve geride yalnız kurucu olan Türkler kalmıştır. Batı karşısındaki yenilgiyi Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük akımlarıyla bertaraf etme çabaları etkin olamamıştır. Bununla birlikte yalnız kalan Türk milleti, birbiriyle kesişen, bazen çatışan ve bazen de uzlaşan bu akımlardan beklediği sonucu alamamıştır. Elde kalan tek şey, Batı’daki gelişmeler karşısında çaresizlik, Sevr felaketine kadar uzanan Batı işgal ve istilaları ile Doğu’dan miras alınan kopkoyu cehalet olmuştur. Batı’nın hemen her alandaki üstünlüğü ve Doğu’dan kalan geri kalmış kültür ve geleneğin dogmatik hegemonyası Türk’ün kendi varlığını unutmasına hatta küçümsemesine neden olmuştur.

Cumhuriyet kuruluncaya kadar Batı’ya teslimiyet; Doğu’ya sorgusuz, sualsiz iman çıkış yolu olarak görülmüştür. Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk ve milli irade, asıl çıkış yolunun “çağdaş Batı medeniyetinin ötesine ulaşmak ve Doğu dogmatizmini-despotizmini aşmak” olduğunu vurgulamıştır. Türkler Cumhuriyet ile birlikte İslam öncesinden bugüne uzanan binlerce yıllık tarihsel ve kültürel kimliğini yeniden keşfetmiş; eşit, adil, demokratik, laik ve çağdaş bir kimlikle varlığının önemli olduğunu fark etmiştir. Batı’nın uydusu ve sömürgesi olmadığını Kurtuluş savaşı ile taçlandırmıştır. Doğu’ya, İslam ile Arap-Fars kültürünün aynı şeyler olmadığı mesajını kuvvetle vermiş; din adı altında bu milletlerin dil ve kültürlerine karşı Türk dili ve kültürünün vazgeçilmezliğini ilan etmiştir. Dindarlık ile dinciliği, İslam ile şeriatı, samimi dindarlıkla Siyasal İslamcılığı birbirinden ayırarak bu ayrımı, Türk milletinin ruhen ve zihnen apaçık bir şekilde kavraması için çok kısa zamanda çağdaş bir Cumhuriyet kültürü yaratmıştır.

Bağımsızlığı Türk’ün en esaslı karakteri olarak ifade eden Mustafa Kemal Atatürk, Batı medeniyetinin ötesine geçmeyi öğütlerken Ortadoğu’daki din ve mezhep çatışmalarına müdahil olmamak gerektiğini çok önceden görmüş ve Türk milletini bu yolda uyarmıştır.

Gazze’de gözü dönmüş katliama imza atan İsrail Suriye’yi elini kolunu sallayarak işgal ediyor. 2013’e kadar Işid terörizminin lideri Bağdadi’nin çırağı olan el- Colani, Esad ailesinin diktatörlüğüne alternatif demokratik bir lidermiş gibi parlatılıyor. El-Colani, siyasal İslamcı ve hilafetçi bir figür olarak, emperyalistlerin kendinden beklediği misyonun ne olduğunu çok iyi bildiği için Suriye’yi işgal eden, en kestirme deyimle Müslümanlara savaş açan İsrail için, “Suriye’nin, İsrail’e saldırı yapılan ülke olmasını istemiyoruz” açıklamasını yaparak İsrail adına BOP projesinin üyesi olduğunu ilan ediyor. Sınırımız boyunca PKK-YPG terör örgütü, bu tabloda yerini alıyor. ABD, İsrail ve Siyasal İslamcılığın tarafları, Suriye’de Müslüman kanı dökülmesinden pek de rahatsızlık duymuyor.

Cumhuriyetimiz son gelişmelerle büyük bir tehdit altına girmiştir. İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık, Cumhuriyet’ten sonra yeni bir kombinezonla ortaya çıktı. Türk-İslam Sentezi yanılgısı, kurgusu ne İslam’a ne de Türklüğe herhangi bir yarar sağlamadığı gibi, her ikisine de büyük bir darbe indirdi. Bu sentezden elimizde kalan, “Terörist başı Apo’nun Meclise davet edilmesi” ve El-Colani’nin muhatap alınmasıdır. Sentezin Türklük kısmı, etnik faşist terör örgütü elebaşısına zeytin dalı uzatmakla; İslamlık kısmı da el-Colani’yi aklama çabası”ile yıpratılmaktadır. Bu iki kavramdan sentez çıkarmak zaten ne mantıksal ne tarihsel ve ne de kültürel gerçekliklerle uyuşabilirdi. Atatürk posterinin ardında bölücülerle iş tutan ve onlara şirin görünmek için el yükseltip “Türk devletini bile vermeye hazır olan” kişiliksiz, kimliksiz ve ahlaksız bir kısım sol da bu sentezin gönüllü hizmetkarları olmuştur.

Şimdi Türk-İslam Sentezi yerine adeta “Kürt-İslam Sentezi” kurgusunu andıran gelişmeler yaşamaktayız.

Cumhuriyetimiz, hiçbir etnik, dinsel veya mezhepsel senteze izin vermez. Cumhuriyet birlik ve beraberliktir. Tüm yurttaşların eşitliğini öngörür. Laik, sosyal hukuk devleti ilkesinden hiçbir koşulda ödün vermez. Cumhuriyet yalnız bir rejim değil, bir çağdaşlaşma, bağımsızlaşma ve refah içinde yaşama ideolojisidir.

Siyasal İslamcılık ile Atatürk istismarcısı sözde sol, Kırk katır Batı’ya ram olurken, kırk satır Doğu ile de Türk milletini kendi dogmalarının tutsağı yapmak üzere tarikat ve cemaatlere karşı Türkiye Cumhuriyeti devletinin zayıf düşmesini izlemektedirler.

Cumhuriyet’i savunan vatansever Türk halkı, hiçbir etnik, dinsel ya da kültürel baskı karşısında varlığının küçümsenmesine razı olmayacağı gibi, kendini küçümsemeye zorlayan etmenlere de geçit vermeyecektir. Kırk katıra da kırk satıra da mahkûm değiliz. Bunun yanıtını Kurtuluş Savaşı ile verdik.

Batı ve Doğu, Cumhuriyetimiz nazarında birdir; hiçbirinin bağımsız Cumhuriyetimize önceliği ve imtiyazı olamaz. Asıl olan Türkiye’nin ve Türk milletinin yüce çıkarlarıdır.

 

[1] Ayrıntılı değerlendirme için bkz. Sadri Maksudi Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, Hazırlayan: Gönül Pultar, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2023, ss. 10-11.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Güzel özetlemişsin Şahin hocam. Umarım seni bir gün milletin meclisinde görürüz.

  2. Hocam ne güzel söyledin.İslam öncesi biz esas biziz.Sen bize Tengri’yi anlat.Binyıllardır ona buna hoşgörü yetti.Az da kendi özümüze hoşgörü.Sen bize Tengri’yi anlat.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!