Avatar
Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Diğer
  4. Tarihi insanlar yapar, dinler paylaşır

Tarihi insanlar yapar, dinler paylaşır

featured

Tarih kavramının üç anlamı vardır: İlki, insanlık yeryüzünde var olalıdan beri, yine onun eliyle yaratılmış olan olgu ve olaylar dizgesidir. Bu dizge, insanın kendi eliyle yaptığı şeyin, yine kendi kaderini belirlemesinin öyküsüdür. Ne var ki bu, kayıt-dışı tarihtir. Belgeleri, arşivi, tanıkları henüz yoktur. Bunlardan ancak bir kısmı tarih biliminin dökümüne girmiştir. Girmiştir ama yalnızca çok küçük bir kısmı için bu saptama doğrudur. Kayıt altına alınmış bu kısım, tarih bilimin uğraş alanını oluşturur. Şu halde, bilim olarak tarih de diyebileceğimiz bu saptanmış dizge, tarih kavramının ikinci anlamını verir. Üçüncü anlamı, ideolojiktir. Yapma tarih veya öznel tarih, ilk ikisine göre, bilim-dışıdır. Buna milli tarih de denir. Neden bilim-dışıdır? İlk iki anlama taban tabana aykırı olması yanında, bilim olarak tarihin olgusal dayanak ve gerekçelerini bulanıklaştırır; anlam kaymaları yaratır, değiştirir, hatta yeni bir tarih kurgular. Kurgulanan her tarihsel kesit, bir millet, bir din ya da bir ülke tarafından paylaşılır.  Oysa kayıt-dışı (ilki) ve kayıt altındaki (ikincisi) tarih, kurgusal ve inşai değil, doğal olarak var olmuştur. Doğallığı ve kendiliğindenliği açısından ilk iki tarih, bütün insanlığın tarihidir; paylaşılamaz, değiştirilemez ve dayanakları görmezden gelinemez.

Türk filozofu Ziya Gökalp, bilim olarak tarihe, “şey’i tarih” (nesnel), kurgu olarak tarihe ise “milli tarih” (öznel) adını verir. Ona göre, bilim olarak tarih, Aristoteles’in de vurguladığı gibi, zorunlu bilimsel bilgi alanını imler. Milli tarih ise, yine Aristotes’in dediği gibi, eylem (ahlak) ve yaratma (sanat) alanına girer. Gökalp, her milletin milli tarihe ihtiyacı olduğunu belirtir. Ancak sonuncusu, ilkini ortadan kaldırmamalıdır. Üstelik Gökalp terminolojisinde milli tarih, yalnız dinler tarafından belirlenmez. Onun bu tarih felsefesi, Atatürk Cumhuriyeti’nin tarih pratiğinde ortaya çıkacaktır.

Kayıt-dışı tarihin alanı, kayıtlı kısmi tarihin alanına göre geniştir, uçsuz bucaksızdır. Bilim olarak tarih bu geniş alanı kayıt altına aldıkça, bilimsel tarih, ideolojik tarihe göre daha güçlenir. İdeolojik tarihin en belirleyici paradigması din ya da dinlerdir. Yeryüzündeki bütün uluslar, insanlığın ortak tarihinin-kayıtlı olsun ya da olmasın-şu ya da bu biçimde öznesidir. İnsan yapımı tarih, tıpkı sanat gibi, özne-insanla nesne insanı birlikte içerir. Paradoksal bir durum olsa da, tarih ve sanatın öznesi de nesnesi de insandır. Çünkü her iki alan da simgeler ve semboller dizgesini oluşturan kültürel öğelerdir. Başka bir şekilde dersek, tarih ve sanat, insanın yarattığı en yüksek kültür öğeleridir. Herhangi bir ulus, kayıtlı ya da kayıt-dışı bilim olarak tarihin doğal bir parçasıdır.

Ne var ki yine her ulus, bu doğal öznelik ve nesnelik paradoksunu, kendine özgü “milli tarihler” yaratarak tek biçimliliğe dönüştürme gereksinimi duyar. Bu gereksinimin sonuçta milli tarih yaratarak geleceğin tarihinde salt özne olma düşüne umut aşılayacağının ayırdında olması beklenen nesiller yetiştirmek, ulusal bir hak ve ödevdir. Ama en büyük sorun, bilim olarak tarihi millileştirmek mi yoksa yoktan bir milli tarih yaratmak mı, sorusuna verilen yanıtta saklıdır. İlkinde, kayıtlı tarihte salt özne olmak çabası göze çarpar. İkincisinde ise, kayıt-dışı tarihin henüz keşfedilmeyi bekleyen sırlı geniş alanının hala kayıt altına alınmamış olması, önü-sonu belirginleşmemiş bir insanlık öyküsü olmayı sürdürmesi, milli öznelerin devreye girmesinin yolunu açmış olur. İlki, kayıtlı tarihin keşfedilen ve bilinen kısmını dönüştürürken, ikincisi, henüz keşfedilmeyenin yerine tamamen kurgulanmış yapay bir tarih yerleştirir. Milli olmaları bakımından ortaktır. Ancak bilimsel bir tarih olmazlar. Başka türlü denirse, insanlık tarihinin özne-nesne paradoksuyla paylaştığı iyi-kötü, yengi-yenilgi, egemenlik-kölelik, çağdaşlık-çağ-dışılık gibi insanlığın ortak kaderinin türlü renklerini, yalnız milli bir renge sığdırmaktan kaçınılamaz. Oysa bilim olarak tarih, insanlığın özne-nesne diyalektiğinin doğurduğu bütün renkleri yansızca yansıtır. Ruhunu ise milli tarih sağlar.

Milli tarih kavramını, özellikle dinsel tarih anlamında kullanıyorum. Çünkü tarih ve sanat kadar, hatta bunlardan daha güçlü kültür öğesi, dindir. İşte tam bu noktada şu soru usumuzu gelir: Tarih, bilimler ve kültürlerin, medeniyetlerin, kendisi altında toplandığı bir şemsiye kavram iken, nasıl olur da, din tarihle eş düzeyde, hatta ondan daha güçlü bir insanlık kültürü olabilir? Soru şaşırtıcıdır, ancak insanlığın kaderi, binlerce yıl birikmiş ve hala da biriken insanlık tarihinin yalnızca çok az bir kısmını kayıt altına alabilmiş tarih biliminin değil, kayıtlı-kayıtsız tüm tarihi, dinlerin büyüleyici tarih yazımının elindedir. Genel olarak bilim, günlük yaşamımızda bile, din kadar etkili olamamaktadır. Çünkü dinler, bilimin değil, insanlığın değil ama kendi tarihlerini yazmakta ve her biri, insanlık tarihinden kopardığı parçayı, tüm insanlık tarihi olarak yeniden üretmektedir. Bilim olarak tarihin daha gerçek olması, dinin gücünü etkilememektedir. Burada, dinsel tarih kurgularının bilimsel tarihe veya insanlık tarihine göre daha az gerçekçi olması, ne ki, ilkinin yerine ikincisinin tercih edilmesini garantilememektedir. Çünkü tarihi insanlar yapsa da, onu dinler paylaşır.

Dinler, tarihe yalnız kendi renklerini vermekle kalmaz, onu bizzat oluşturur. Bu aslında dinlerin tarih biliminin özellikle kayıt-dışı tarihin sonsuz keşfedilememişliğinde daha belirleyici olduğunu gösterir. Nasıl göstermesin ki? Bu sonsuz kayıt-dışı tarihin ancak çok küçük bir kısmını arkeoloji, sanat, etnoloji, antropoloji, iktisat vs. bütün bilim kollarının yardımıyla asırlar boyunca kayıt altına aldığı kesitini bile, insanlığın ortak tarihinden koparıp dönüştüren dinler, bilinemezlikte ortak oldukları kayıt-dışı tarihi çok daha kolay belirleyebilmektedirler. İşte bu saptama, tarihi insanlık yaparken, paylaşımı dinlerin gerçekleştirdiğini gösterir. Kısa bir köşe yazısında ayrıntısıyla incelenecek bir konu olmamakla birlikte somut birkaç örnek vereyim:

Yahudi tarihi, tarih kavramının üç anlamını da içerir. Ayrıca farklı mezhep ve düşünceleri paylaşıp dinleri konusunda ciddi ayrılıkları su yüzüne çıkaran yorum çatışmaları olsa da, neredeyse bütün Yahudiler için tek ve aynı tarihsel geçmiş söz konusudur. Ama nesnel tarihleri genellikle öznel tarihlerinin gölgesinde kalır. Milli tarihleri, zaman içinde, bu yekpare tarihlerinin zaman içinde dinleşmesi sonucunu doğurmuştur.

Müslümanlar tarih yazımı ve tarih felsefesine, neredeyse 600 yıldır ilgi göstermemektedirler. Tek ve bütün bir İslam tarihi yerine, birden çok İslam tarihi olması bu ilgisizliği azaltıyor olabilir ancak modern çağda, itikatta olmasa bile, ortak bir tarihsel geçmişte anlaşmaya henüz varılamamış olması, İslam tarihinin Müslüman guruplar arasında parça parça edilip iç içe geçmiş öznel tarihler üretilmiş olduğunu izlenimini vermektedir. Bu yüzden Müslümanlar, talihsiz olmaktan çok, tarihsiz kalmışlardır.

Kudüs’ü İsrail’in dinsel başkenti ilan etmeleri, insanlık tarihinin ortak kültürel ve dinsel mekanının tarihini kendi lehlerine parçalayıp paylaştıklarını gösterir. Aynı iddiayı  başka bir din adına öne sürmek, benzer bir durumu yaratır. Örneğin Kudüs, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için de kutsal bir şehirdir. Bunlardan herhangi birisi, karşı tez öne sürerse, benzer şekilde öznelleştirici bir tarih kurgusu ortaya atmış olur. Öyleyse, Kudüs için tarih, en azından üç dinin ortak insanlık tarihidir, hele buna bir de, İ.Ö. 15. Yüzyıllar öncesini eklerseniz,  Kudüs’ün tarihi yeryüzündeki tüm insanların özne-nesne olarak katıldıkları bir insanlık tarihinin kayıtlı-kayıtsız tarihsel dökümünü ele verir.

Biz yine de Kudüs’ün tarihine üç dinin ilki olan Yahudiliğin doğuşundan bu tarafa oluşturdukları tarih olarak baksak bile, Kudüs, bu dinlerin ortaklaşa katıldıkları bir tarihin ürünüdür diyebiliriz. Çünkü şehrin her bir köşesi, her üç dinin kayıtlı tarihine tanıklık etmektedir. İnsanlık hiç olmazsa, üç dinin tarihinin kesiştiği Kudüs’ten, kopardıkları parçaları, yeniden ona iade ederek nesnel tarihe bir adım atmış olur.

Gelelim Cumhuriyet tarihine… Atatürk’ün askeri ve siyasi bir deha olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Askeri ve siyasi tarih, onun daha önemli özelliği olan filozofluğunu gölgeleyebilecek hiçbir kurguya ihtiyaç duymaz. O, felsefenin her alanında filozoftur. Tarih kavramını, Türk ulusunun özne-nesne diyalektiği içinde kendi doğallığı ile oluşan bir süreç olarak tanımlar. Realist bir tarih felsefesi yoluyla, din ya da dinlerin ulusun kayıtlı tarihini kurgusal bir kavim tarihine indirgemesine izin vermez. Türklerin tarihini, dinle başlatmadığı için, Türkleri insanlığın doğal bir parçası olarak görür. Buna karşılık İslam tarih yazıcılığını öznel tarih anlayışıyla kayıt dışına taşıran ideolojik tarih paradigması, diğer Müslüman milletler gibi Türklerin tarihsel varoluşlarını, İslam’ı kabulleri ile başlatır. Türkler, tarihi, Müslüman olmadan öncesinden yapmaya başlamış olsalar da, din, onları bu doğal, kayıtlı ve nesnel tarihten kopararak, insanlık ailesine yabancılaştırır. Müslüman olan her milletin başına gelen şey, aynıdır. Ismarlama milli tarihler, aynı dine mensup milletleri yalnız insanlık ailesine değil aynı zamanda kendi dindaşlarına karşı da yabancılaştırmaktadır.

Atatürk, İslam öncesi Türk tarihinin köklerine inerek Türkleri hem kendilerine hem de başka milletlere yeniden yakınlaştırır. Öyle ki, her Müslüman millet kendine öznel İslam tarihlerini yaratıp birbiriyle din görünümlü tarih hesaplaşmasıyla tarih dışı kalırken, filozof Atatürk,  Türk milletini tarih içine yeniden çekmiş; diğer Müslüman milletleri de, öznel tarihten insanlık tarihine çağırmıştır. Bu sayede Türk milleti diğer milletler arasında onurlu bir yer edinmiştir.

Müslüman dünya, bırakın insanlıkla ortaklaşa yarattığı nesnel tarihi, kendilerinin yarattığı öznel tarihe bile yabancılaşmaya son verebilecek Atatürk’ün bu çağrısını henüz anlamış değildir. Tarih, andığım bütün anlamlarıyla Cumhuriyet tarih felsefesinde vücut bulmuştur.

Cumhuriyetimizin tarihi, bu bağlamda tarih felsefesi açısından ayrıntılı olarak ele alınmayı hak etmektedir.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Eğer bir yerde din ve tanrı varsa;
    Orada en sıradan ve en mutluluk veren kölelik, en kimliksiz, en zayıf insanın gönüllü köleliği başlar. Birilerinin poposunun kılı olurlar.
    Kimliksiz kişi, kölelikle yani “din ve tanrı inancıyla” kimlik kazanır… Olmayan, varsayılan, gerçekliği asla kanıtlanamayan.
    Kendisi ve yakınları hakkında, ne yapacağı konusunda karar vermekte zorlanan insan, karar verme sorumluluğundan kurtulur, verilen kararlara uymanın keyfini yaşar…
    O artık bağımsız ve özgür bir birey değil, “din ve tanrı inancı” olan birörnek insanlardan oluşan bir sürünün “köleleşmiş” bir parçasıdır.
    Gönüllü kölelerin, bir başka deyişle “tanrı ve din inancı” olanların, içinde yaşadığı toplumu daha iyiye, daha güzele, daha doğruya, daha mutlu olmaya doğru götürmek konusundaki girişimci değeri, katkısı sıfırdır. Ötesi eksidir.
    O toplumu yöneten “diktatör” açısından da marjinal değerleri sıfırdır, ama “prototip” (örnek insan, örnek vatandaş) olarak değeri çok yüksek, sonsuza yakındır:
    Çünkü toplumu yöneten diktatör herkesin bu “prototip”e uygun olmasını ister.
    Diktatörler (tek adamlar), sayıları çok fazla olduğundan marjinal değerleri sıfıra yakın olan sıradan gönüllü kölelere, bir başka deyişle “din ve tanrı inancı olan” insanlara pek değer vermez, onları pek önemsemezler.
    Onlar için değerli olan, önemsedikleri köleler, aydınlardan ve yargıçlardan devşirilen kölelerdir…
    Tek çözüm dini ve tanrıyı bir yana bırakıp, “usu ve bilimi” egemen kılmaktır. Tıpkı Japonya, İsveç, Norveç, Finlandiya, Hollanda, Fransa, İngiltere… gibi. İngiltere’de belediye otobüslerinde “There is probably no god…” diyen ilanlara İngiliz halkı neden karşı çıkmadı? Bu ülkelerde kiliseler kütüphane, sergi veya konser salonu, müze vb. yerlere dönüştürülmektedir. Dinin ve tanrının olmadığı ülkelerde hırsızlıklar, yolsuzluklar, namussuzluklar yok denecek kadar azdır. Bu insanlar da cehennemi düşünmüşlerdir.
    Yüce Atatürk; “Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar” demiştir.
    Jean Meslier’in bugün piyasada “Sağduyu Tanrısızlığın İlmihali” adıyla bulunan kitabını verdiği bir emirle 1928 yılında bastırmıştır.
    Gözleri görmemesine karşın gerçekleri gören Aşık Veysel (tanrıya);
    Kimden korktun da gizlendin
    Çok arandın çok izlendin
    Göster yüzün çok nazlandın,
    Yüzün mahrem ferde senin demiştir.
    Umarım gözleri görenler, gerçekleri de görür. Dinlerin insanlığa ne büyük kötülükler ettiğini, zararlar verdiğini yazarlar; ya da susarlar.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!