Kerem Han

Kurtdereli

featured

Selim’in bir buçuk yıl süren üniversite yaşamında geçirdiği en huzurlu gece oydu. Başarılmış görev ve ikna edilmiş yeni dostlar, radyoda Muzo’yla Yastık Sohbetleri, iki günlük tatil, balkon, ılık rüzgâr, sakin gökyüzü! Sanki gökyüzüne bir halat kancası atsa yıldızdan yıldıza uçacak, sonunda, köpükten yumuşak dolunayın fıçı göbeğine tutunup dünyaya bir de oradan bakacaktı. Bu yaşa kadar ufak tefek biriken bütün mutluluk parçacıkları, o gece, sakin gökyüzünden narin nazenin dökülüp göğsüne doluyordu…

Dün bu saatlerde gereksiz yere ne kadar çok gerildiğini düşünüyordu Selim. On sekiz yıl boşuna yaşamadığını yarın göstereceksin, hileli mal satmıyorsun, bu yüzden kendinden emin, dürüst, parlak cümleler kuracaksın; kafalarında hiçbir şüphe bırakmayacaksın, diyordu aynada kendine. Aynada gördüğü ikinci şey, stresten kor olmuş gözlerinin ürkütücü şekilde dışavurumuydu. Gün boyunca bir şeyler yemediği aklına bile gelmedi. Akış şeması kafada kurulmuş, konuklara ikramlar önceki geceden hazır edilmişti… Okul arkadaşı Altay aracılığıyla ev bakan iki öğrenciyi misafir edecekti. İki öğrenciden biri “pillik” lakaplı Levent’ti. Herkes ona pillik diyordu. Görüşme günü gelip çattı… Konuklar sözü Selim’e bırakmadan ev ile ilgili sınırsız övgüler düzüyorlardı. Özellikle pillik, evin iç dekorasyonu hakkında Selim’in aylarca yaşayıp fark etmediği güzellikleri çıkararak bir bir ortaya döküyordu. Evin aylık giderleri açıklandığında pillik bir kez daha şoke oldu. Köpeği bağlasan durmaz bir evde bu giderlerin iki katını ödediklerini söylediler. Merkeze yakın olmasının avantajını ısrarla vurguluyordu pillik. Odaları bile taksim ettiler. Selim onları balkondan el sallayarak uğurladı. Pillik apartman girişindeki desenli sundurmaya abartılı iltifat ettiğinden Selim’e dikkat etmedi. Bu müstakbel kiracılar, yeni ev arkadaşları, ev yerine vahşi tundra ikliminde kamıştan yapılmış bir sepet mi bekliyorlardı acaba? Neticede tarafları memnun eden muazzam bir anlaşma olmuştu. Selim bu muazzam anlaşmanın memnuniyeti içinde keyifleniyordu o gece. Bunda zoru başarmanın tadı yok ki, kabul etmek gerek düşünce gücünün maddeye böyle bir etkisi var, diyerek pazılarını şişiriyordu. Kendisiyle dalga geçerken, aynanın karşısında yaptığı hazırlıkların boşa gittiğine gerçekten üzülecek duruma geldi.

Balkonda, o yıldız sağanağı altında zaman yumağını açarak yakın geçmişe gitti. Gönen’den Balıkesir’e üniversite okumak için gelmişti Selim. Okulun ilk günleriydi. KYK yurduna geldi. Porto Riko’nun teneke kulübelerinden beter bir odasında birkaç saat geçirmişti. KYK’nın genel işleyişine dair pek fikri yoktu, ancak kendisine verilen oda o kadar kötüydü ki burada neden hiç kimsenin olmadığını kısa sürede anladı. Ranzalara temas etmeniz halinde tetanoz olmanız kaçınılmazdı Selim’e göre. Diğer odaların aksine kaloriferler çalışmıyordu. Pencere önünde örümcek ağları ve dört parmak toz tabakası vardı. Odada kalabilmek için, odayı herhangi bir canlının birkaç yıl hayat bulamayacağı şekilde kemiklerini eritene kadar arıtmak, bunun için de kova kova sülfürik asit boca etmek icap ederdi! En sonunda metal dolabın altından hamam böceği çıkınca, Selim orayı terk etmekte tereddüt etmedi. Peki nereye gidecekti şimdi?

Selim’in doğumuyla aynı gün satın alınan karadut rengi bir bavul vardı. Bavulu kullanmadan önce her defasında burun hizasına getirip derin bir nefes çekerdi, bu nahoş koku, yeni yıkanmış bir bebek saçı gibi ruhunu tortulardan temizleyip çocukluğuna götürürdü onu. Bavulunu topladı, askısını omzuna attı, bir hışımla çıkmak isterken omuz askısı koptu. Neyse ki bavulun iki yanında eliyle kavrayıp taşıyabileceği küçük askılar vardı. KYK’nın önünden şehir içi terminale giden otobüsler kalkıyordu. Otobüse binince esir kampından azade olmuş bir tutsak gibi rahatlama hissetti. Geldiği yer, şehrin merkeziydi. Şehir merkezinin tam karşısında tren garı vardı. Karanlıkta, garın soğuk renkli ışıklarıyla göz göze gelince kalbinin dağınıklığı uçtu, vakit kaybetmeden Furkan’ı aramak geldi aklına. Furkan ve Selim eski arkadaştı. Manyas’ta ortaokulu birlikte okumuşlardı, şimdi de Balıkesir üniversitesinde kesişmişti yolları. Ağaç, büyüyen dallarını hangi yöne doğru uzatması gerektiğini nasıl bilmezse Selim de KYK’dan çıkarken ne yapacağını tam olarak bilmiyordu… Arama yaptığı sırada avuçlarının terlediğini hissetti, zira Furkan’a ulaşamasa ikinci bir planının olmadığını fark etti. Geç de olsa Furkan imdada yetişti, akşamın dönülen ilk ve en kolay virajıydı. Furkan’ların kaldığı ev, öğrenci standartlarının üzerindeydi, yeni sayılırdı, ferahtı, en kayda değer özelliği, geniş ve manzaralı balkonuydu. Furkan’la Hüsnü yaşıyordu sadece burada, evin bir odası hâlâ boştu. Furkan daha önce de Selim’e birlikte kalmayı önermiş, fakat Selim’in tek geliri aydan aya hesabına yatırılan burs parası olduğundan, o, bu evin maddi külfetinin altına girmeye cesaret edememişti. O gün hesaplar yapıldı, kira ve diğer masraflar üçe bölündü, Selim’i korkutan bir tablo ortaya çıkmayınca mülteci olarak geldiği bu evin kiracılarından biri oldu. Dar gelirli ailesine yük olmak istememişti, şimdi mecburen yükün birazını onlar alacaktı…

Üniversitede Selim’in okuduğu bölüm, Furkan ve Hüsnü’nün okuduğu bölümden farklıydı, ancak çıkışta körüklü otobüs beklerken nadiren de olsa üçü denk gelir, eve gitmeden önce Kurtdereli durağında inerler, bir rota belirleyerek yürürlerdi. Balıkesir’in kalbinin attığı curcunalı cümbüşlü bütün yerleri akşama kadar gezerlerdi. Geceye doğru, evlerine gitmeden iflah kesen bir açlık peyda olurdu. İşte o zaman dönercilerin bacasından tüten dumanı, büzülmüş midelerinden yükselen masal çeşnisi olarak görürlerdi. Bu kutsanmış kokulardan büyülenen üç arkadaş, birer mezarlık hayaletine dönüşürlerdi. Ceplerindeki bozuklukları birleştirip üç tane yarım ekmek parası denkleştirirler, birinden fazla para çıkarsa ayranlar da yanında bonusu olurdu.

Furkan: Gözümüzün önünde yeşil, kupkuru domatesleri kesip ekmek arasına koydu adam.

Hüsnü: Yeşil domatesten ayrıca turşu kurup ikram mı edecekti sana?

Selim: Tavuk döner fiyatına bir daha bak istersen Furkan. Bırakın domatesi, yediğimiz şeyin içinde tavuktan en ufak bir parça olması mümkün değil.

Furkan: Horozun s.kini falan mı yediriyorlar lan bize?

Selim: Horoz s.kini öp de başına koy. Horoz sonuçta bir kümes hayvanı, iyi piştiyse yersin. Bize burada çok daha pis, murdar şeyler yediriyorlar.

Hüsnü: Horuzun şeyi de mi oluyor?

Selim: Kaç yıl köyde yaşadın Hüsnü. Horoz kadar çok karılı, onun kadar sevişgen ikinci bir hayvan yok.

Furkan: Valla horozdaki aşk organını ben de görmedim. Demek ki bunların sadece faaliyet esnasında namludan çıkardıkları üçüncü bir bacakları daha oluyor.

Hüsnü: Horozun büllüğü o kadar ufaksa bizim yarım ekmekleri doldurması için beş yüz horoz falan kesmeleri lazım.

Selim: Yediklerimizin şu lakırdılardan daha iğrenç olduğu gerçeği… Niye yedik ki biz bunu?

Servis edilen tabaklarda kırıntı bile bırakmazlarken Kurtdereli meydanındaki banklarda oturup aynı tondan homurdandılar:

Selim: Dışarıdan bir şey yemeyeceksin abi. Bunu bilir bunu söylerim.

Hüsnü: Evde yapılanın en kötüsü, dışarıda yapılanın en iyisinden daha iyidir abi.

Furkan: Tabii abi. Israr etmeseniz üç gün aç kalsam dışarıda bir şey yemem ben… Arkadaşlar, sizin de karnınızdan acayip sesler geliyor mu?

Selim’in günleri bu evde umduğundan güzel geçiyordu, ev arkadaşlarıyla iyi ilişkileri devam etmişti. Onu zorlayan tek şey, güneş henüz tepeye vurmamışken balkona çıkıp çalışmaya başladığı sayısal elektronik dersinin sınavları oluyordu. Görüntü kararmaya başlayınca kitaptaki harfler sönükleşiyor, ne olduğunu anlamak için kafasını kaldırdığında, azalarak biten mütevazı bir musiki gibi güneşin çekildiğini görüyordu. Bu sayede sekiz saate yakın müthiş bir odaklanma ile ders çalıştığını fark ediyordu, bunun faturasını boynunun tutulmasıyla ve bir adet gözlük satın alarak ödemişti. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan birinci sınıfı yüksek bir ortalamayla bitirmişti.

Ne olduysa ikinci sınıfta oldu. Dönemin hemen başında Balıkesir’deki eve geldiğinde Furkan’ı yarı delirmiş buldu. Onunla çocuk gibi ilgilendi, önünden çayını çorbasını eksik etmedi, gönlü hoş olsun diye bağlama çaldı, onun sevdiği türküleri söyledi. Bir sabah Furkan kimseye bir şey söylemeden okul dahil her şeyi bıraktı, baba memleketine döndü. Sadece Selim’e otogardayken bir mesaj atmış, iyi olduğunu yazıp helallik istemişti. Belli ki konuşacak dermanı yoktu… Sevdiğimiz bir yakınımızı kaybettiğimizde cenaze işleriyle ilgilenecek başka kimse yoksa bir kenara çekilip ağlama lüksümüz yoktur, gereğini yapmak bizim sorumluluğumuzdadır… Selim hem üzüntü hem de Furkan’ın yerini doldurma mecburiyetinin yarattığı sarsıntıyı aynı anda yaşarken, bir şok daha geldi. Hüsnü’nün ailesi Balıkesir’e taşınıyordu… Üç yapraklı yoncanın ikisi kopuyordu. KYK’ya dönemezdi tekrar. Özel yurtların fiyatları çok yüksekti. Evlerde kalan birkaç arkadaşı daha vardı, ama onlar düzenlerini çoktan kurmuştu…

İki haftadan beri yalnız kaldığı bu kiralık daireye sıkı sıkıya tutunmuştu, işte bu yüzden Altay’ın getirdiği o iki kişiyi paranoya derecesinde ciddiye alıyordu. Selim’in bulanıklığa, belirsizliğe karşı aşırı hassasiyeti vardı, stres çölünde günlerce susuz kalmanın bedenini ve beynini nasıl yıprattığını hatırladı. Aşırı kaygısının altında sadece, sorunsuz ya da gücü ölçüsünde öngörülebilir sorunlarla okuluna devam etme isteği yatıyordu. Yakın geçmişi uzun bir film şeridi halinde gözünün önünden geçti. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, ay, kabuğuna çekilmişti. Bu saatte balkondaki esinti, çelik tırnaklarıyla insanı taciz eder, arkasına bile baktırmadan herkesi içeri gönderirdi. Selim günler sonra odasında ilk defa o gece, o en huzurlu gecede tasasız bir uyku uyudu…

(2)

Hafta sonunu daha bir lokmacık yaşayamadan pazartesinin kara hükmü geldi. Altay’a bildirilen sadece şuydu: Ev güzel, ama yokuşu çok dik. Nasır tutmuş bir deri nasıl hissizse Altay’ın tavrı da öyleydi.

-Böyle mazeret olur mu Altay, bunlar dalga mı geçiyor! Yani? Yanisi belli…

Şair’in dediği gibi: Ölüm bile böyle altı okka koymazdı adama! O aşağılık insanlar ikinci öğretim öğrencileriydi. Bu yüzden okulda karşılaşma, görüşme olanağı yoktu. Selim yılgınlık ve koyulaşmış bir öfkeyi aynı anda barındırıyordu içinde. Çalkantılarıyla yitip gidecek olan o insanlarla aynı çatı altında kalmaması kendisi için bir lütuf sayılırdı aslında… Bir insanın lakabı niçin pillik olur, daha önce hiç düşünmemişti. Bu yörede pillik, dişi hindilere verilen ad. Mıymıntı, yaygarası bitmeyen, ama kendi haline bıraksan on dakika bile hayatta kalamayacak lapgöt bir canlı…

Hafta sonu boyunca Selim’in beynini afyonla uyuşturan, sonra kuduz köpeklerini onun üstüne salıp etlerinden koparmanın zevkini yaşayan oyunbaz hayatın bir trajedisiydi bu.

Geçmişe takılı kalmayıp sil baştan bir plan yapmak zorundaydı Selim. Beyaz bir sayfa açmak istiyordu, ama nasıl? Günler ilerliyordu. Ev sahibiyle konuşup kiranın bir miktarını ötelemeyi başarmıştı, bu defa faturalar karşısına çıktı. İki fatura arasından birini tercih etmesi zor olmadı. Bir defa susuz kalacağıma bin defa elektriksiz kalırım, diyordu. Evin masraflarından kurtulup vakit kaybetmeden konaklayacak bir yer bulmalıydı. Zağnos Paşa Camii’nden Necatibey Eğitim Fakültesine, oradan Sütlüce’deki Hastane Caddesine kadar kilometrelerce yolu koşum hayvanı gibi arşınlıyor, her adımında topuklarına nal çivisi çakmışlar gibi acı hissediyordu. Balıkesir’in labirent sokaklarında girmediği delik, kafasını kaldırıp bakmadığı bir tek bina kalmamıştı. Ayakları şişiyor, serçe parmakları su topluyor, tırnak batmasıyla birlikte ayak baş parmaklarından kanalizasyon atığı gibi sızan irin, ayaklarını, çoraplarını mahvediyordu. Ayakkabıları yan yatmış ölü bir manda yavrusu kadar bitikti. Pencerelerde asılı yurt ilanlarını görüyordu. Telefonundaki kontörü idareli kullanmak zorunda olduğu için esnafın birinden rica ederek yurdu arıyor, aylık fiyatları öğreniyordu. Aldığı cevaplardan sonra beli bükülüyor, ruhu yamyassı eziliyordu.

Akşam olduğunda balkonun ılık rüzgârının saçlarını okşamasıyla huzur bulur, güneşin batışıyla beraber mum yakardı. Sanki mumu, güneşin battığı ufka tutuyor da mecalsiz güneş son demini bu mumun fitilini ateşlemek için kullanıyordu. Bilemezdi, ancak “düşünmek” için olanakların en iyisi, ortamın en şahanesi kendisine sunulmuştu: ev karanlık, otoriter bir yalnızlık, balkondaki serçenin kalp atışının duyulabileceği bir sessizlik, taze zihin ve kirlenmemiş beyin. Yetileri tıkayan, içgörüyü buharlaştıran dış unsurların hiçbiri mevcut değil. Bazen hafif derslerin vizeleri olurdu, o dersin vizesini çalışmak için bir tek mumun ışık huzmesi yeterdi, kalan iki mum, düşüncenin hararetinden erirdi. Geceleri, sadece geceleri ağırlaşmış parmakların birden ud taksimine başlaması gibi bir hareketlilik hissediyordu algılarında.

O, kent ve kasaba arasında sıkışmış, bu iki alem arasında sürekli bocalayan içe kapanık bir gençti. Kentli çocuklara özgü bir planlılık ve zaman zaman mağrurluğa varan bencil bir özgüven onda yoktu. Sürekli “kısır bir cendereye sokulmuş kavramlarla” konuşan kurnaz bir kasabalı olmaktan da çok uzaktı. Kasabalıların çoğu ergenlikle beraber zihinsel gelişimini tamamlıyordu. İki aleme de aidiyet duymayan, iki alemden de arkadaş edinmekte zorlanan bir yalnızlığın daimi huzursuzluğu içindeydi. Kitaplarla geç tanışmasına rağmen en başından itibaren doğru kitaplarla temas etti, insanî sorumluluklar taşıyan büyük yazarlarla tanıştı, okuduğu kitaplarda yüzleştiği gerçekler onu hem rahatsız ediyor, hem de aç ruhunu körüklüyordu. Üniversitede ev-yurt-iş kavgası verirken aynı zamanda çok yeni ve sancılı bir uyanış-düşünüş dönemine girmişti.

Yarı zamanlı bir iş bulmayı da aklına koymuştu. Bu bir tercih değil zorunluluk olmuştu, ancak zihninde meydana gelen depremler aklını öylesine sarsmıştı ki, pelteleşmiş aklının panik halinde çabuk ve doğru karar alabileceğine inanmıyor, hangisini önceleyeceğini bilemez hale geliyordu. Olağanüstü durumlarda nasıl akıl yürüteceğini bilmiyordu. Bu süreçteki en büyük düşmanı yine kendi sinir sistemi olmuştu. Bir hafta içinde yüzü akneden tanınmaz hale geldi. Yüzü köstebek yuvasından beter, delik deşik olmuştu. Evde ders çalışırken farkında olmadan kurşun kalemin sivri ucunu yüzünün derisinden geçiriyor, kanının kırmızısıyla kistik akne sıvısı karışıyor, sabah uyandığında yastığın kılıfını beyaz tuvale yapılmış empresyonist bir tablo gibi buluyordu. Hazin durumun gittikçe dal budak saldığı o günlerde Selim tek çare olarak babasına sığındı. Babası, kredi borcundan nefes bile alamadıklarını, ancak borç bitince para gönderebileceğini söyledi. Selim’in akşamları “karanlık” bir hayat sürdüğünü ailesi bilmiyordu. Ailesi daha pek çok şeyi bilmiyordu. Selim’in çok basit bir gerekçesi vardı: Üzülürlerdi. Hele de ellerinden bir şey gelmeyecek olursa, daha çok üzülürlerdi. Yine de annesi her cuma büyük titizlikle yemekler ve unlu mamullerden yapıp azar azar saklama kaplarına koyar, Gönen-Balıkesir otobüsüyle gönderirdi. Selim cuma akşamları terminalden o kapları alırdı. Gül suyuna batırılmış anneciğinin öpülesi elinden çıkan yiyecekleri haftanın günlerine pay eder, mini buzdolabına yerleştirirdi. Elektriksiz bir yaşam başladığından beri Gönen’den gelen yemekleri bozulmadan hızla tüketmek zorunda kalıyordu. Furkan’lar artık olmadığından kediyle köpekle kuşlarla bölüşürdü yiyeceklerini. İplik iplik çözünen karnı çığlıkla guruldayıp ihmal edildiğini hatırlatmazsa aç geçirdiği günler de olurdu Selim’in.

Enerjisi biter ya da azalırsa soluğu her defasında Kurtdereli heykelinin önündeki banklarda alırdı. İstirahat edecek onlarca yer varken niçin Kurtdereli? Bu banklarda itibar koltuğunun en yücesine oturmuş hissederdi kendini. Kurtdereli’nin azametinden bilinmeyen bir güç alırdı, çocukluğunda onunla ilgili hikayeler dinlemişti. Bir gazeteci Kurtdereli’ye güreşteki başarısının sırrını sormuş, cihan pehlivanı Kurtdereli, arkamda Türk milletinin varlığını hissederim, diye cevap vermiş. Kurtdereli’nin arkasında Türk milleti, Selim’in arkasında ise Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın tunçtan dökülmüş heykeli vardı. Hileye, tuzağa çekip kündeye getirmek isteyenlere karşı bir manifestoydu oradaki bankta yalnız oturmak. Yine böyle bir günün öğleninde orada otuyordu. Duman rengine dönüşen bulutlar, yağmurunu tülbent gibi ipince bırakıyordu. Toprak kokusu, buhurdanlardan yükselen kutsal kokular gibi sarhoş ediyordu insanları. Yağmur romantizmi insan ruhunu her zaman cezbeder, tabii uysal yağarsa. Sonra gök, Tanrı’nın gazabı gibi gürüldemeye başladı. Serap bir anda yok oluvermişti. O uysallık marazi bir hal aldı, romantik ortam birden heyulaya dönüştü. Kapkara bulutlar gökyüzünde baskın bir koloni kurmuşlardı, gün ışığıyla yeryüzü arasına bir set çekilmiş gibiydi, peşi sıra çakan şimşek bu karanlığı delmek istiyordu. Şimdi, çatırtı koparan fırtınayla birlikte yağan yağmur, az önceki romantik güzelliğini bütünüyle bırakmış, düştüğü yeri eşkıya kılıcı gibi ortadan ikiye ayırmaya başlamıştı. Sokaklar dilini yutmuş, amansız bir sessizliğe gömülmüştü. Selim başını göğe kaldırdı, çıldırmış yağmurdan lıkır lıkır içerek ciğerini serinletti. Banktan kalkarak heykelin arkasındaki pul yapraklı ağaca yürüdü. Ayakkabılarını çıkarıp ağaca yaslandı, toprak yağmura doymuş, tiksinmiş, kusmuştu. Yaralı ayaklarıyla balçığa dönüşen toprağa basıyordu. Günlerdir şakaklarına vuran ağrıyı, bedeni aracılığıyla çıplak ayaklarından sanki toprağa bırakıyor; şimşek, beyninin bozulmuş elektriksel faaliyetlerinin uğultusunu kesip düzene sokuyordu. Milyon voltluk elektriği bünyesinde toplayan siyah bulutlar, vahşi zehrini boşaltmak için yeryüzünde tehdit oluşturmaya muhtaçtı. Kurtdereli’nin tam karşısındaki Atatürk parkının arka taraflarına kesinlikle yıldırım düşmüş olmalıydı… Yarım saat sonra gökyüzü temizlendi, hiç bitmeyeceği zannolunan havanın o kudurganlığı gitti, Selim’in üzerinde bıraktığı tesir gitmedi. Atatürk parkında serin bir ferahlığın ortaya çıkardığı derin sükunla pastel gökkuşağını saatlerce izledi.

O gün, gökyüzü esaslı bir kıyamet koparmıştı. Kıyametten sonraki sükutun manasını tam kavrayamayan güneş, arkasında yanık bir turuncu bırakarak dağın arkasına çekiliyordu. Selim balkona asılan çamaşırlar gibi kurumuştu. Dev bir hava burgacının püskürtüp attığı zihninde tek bir soru dolaşıyordu:

Modern dünyada yok mudur, okumak isteyen üniversiteli bir gencin bütün parasını almadan, ona asgari standartlarda oda verebilecek güvenilir bir kurum? Ömer Seyfettin’in sözü doğruydu: Hayat ne dehşetli bir darülfünundu!

Kampüste de boş derslerde veya dersten artakalan zamanlarda sınıf arkadaşları pinpon oynarken o kitap okurdu. Aslında sevmediğinden oynamıyor değildi, pinponu severdi, talipleri çok olduğundan, oyuna girebilmek içine amiyane tabirle çingenelik etmek gerekiyordu. Bazen omzunda soğuk bir el hisseder, bu el onu kitapların heyecanlı düşünden bir hamlede çekip çıkarır, hayatın harap gerçekliğine savurur atardı. Kıyıyla irtibatı kopmuş yalnız bir denizci gibi kitapla göz kontağını kaybetmemeye çalışır, aynı sayfanın dalga yığınları üzerinde boşuna çırpınır dururdu. Gözü on dakikadır anlaşılamayan bir paragrafta gezinirken pinpon bağırışlarından uzak, kendisine gitgide yaklaşan şakrak bir ses duydu. Kafasını kaldırdı. İsmet bir sandalye çekti Selim’in yanına. İkisi sınıf arkadaşıydı. Selim, durumunu bazı sınıf arkadaşlarına da söylemişti, ama bir netice alamamıştı o güne kadar. İsmet hemen konuya girdi.

-Senin yurt işini ben çözdüm, keşke bugüne kadar haberim olsaydı, dedi.

Selim’in konaklayacağı yere ödeme yapması gereken aylık meblağ epey düşüktü. Bunu duyduktan sonra gerisi zaten teferruattı. Müjdeli haberlerin de var olduğu bir dünya ve Selim’in yaşadığı zıt çehreli apayrı bir dünyayla birlikte iki farklı dünya mevcuttu. İki dünya birbirine geçsin! Olacak şey mi? Selim iki dünyayı birbirine karıştırıp bileşiminden güzellik üretiyor, şaşkın kafası yarım dakikada yaşanılabilir üçüncü bir dünyanın kurulumunu tamamlıyordu. Ancak o zaman cümleleri toparlayıp yanıt verebildi:

-Kurban olayım keremine! Vallahi de billahi de nasıl diye sormayacağım. Ama sen istersen yine de anlat…

-Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş, deyip gülümsedi İsmet.

-Kul öldü öldü! Bizim edebiyatçıya durumu anlatsak, mesleki hastalıktan dolayı konuyu fiillere getirir. Tam olarak ölmedin, yakınlık fiiline göre öleyazdın. Öleyazmak gibi bir şey oldu, ama kimsenin de ölmemesi takdiri ilahi tabii. Keyfim yerine geldi çenem düştü, sen kır dizimi böl sözümü, anlatmana bak.

İsmet diğer şartları sıraladı sonra:

-Namaz zorunlu, giriş katını mescit olarak kullanıyoruz, akşam belli bir saatten sonra izin almadan çıkmak yasak, cumaları öğrenciler ikiye ayrılır, bilenler Kuran okur, bilmeyenler hoca gözetiminde Kuran öğrenir. Bina üç katlı, en üst katında yemekhane var, orada nöbetçi listesi asılı, yemekhanenin yanındaki geniş odada televizyon da var, pek bakmayız, ama Kurtlar Vadisi başlamadan yarım saat önce minderleri tutmamız lazım, yoksa boş yer bulamayız. Bizim katta bilgisayar bile var, Webaslan’a oradan giriyorum, odamızda üç ranza var beş kişi kalıyoruz, üstüm boş. Ben altta yatarım sen üst katta…

-Üst katı bana kitliyorsun demek, dedi parıltılı gözlerle…

Doğumhanede baş aşağı çevrilen bebeğin yırtınırcasına ağlaması, nasıl ki onun ilk nefes alışlarına işaretse, Selim’in de boğuk feryatlarla yorgun düşen ciğeri sanki ilk kez o zaman nefes aldı. Koridorda, beyler, diye bir ses yankılandı. Herkes, yeniden kuvvetini kazanan o davudi sesin geldiği yöne baktı: bundan sonraki maç benim! Kendine güvenen raketini alsın, karşıma geçsin!

Kitap kefen bezi gibi köşedeki sandalyenin üzerinde öylece durmaya devam etti. Selim daha sonra kitapla burun buruna geldiğinde onu çoktan unuttuğunu fark etti. Bir an, içinde köpüren kontrolsüz coşkuyu, pek uzak gibi gözüken hafta sonunun o unutamadığı balkonlu gecesine benzetti. Akıbetinden ürperdi. Hızlı adımlarla yürüyerek kitabını bıraktığı yerden alırken coşkusuna derhal itidal gömleği giydirdi… Selim dindar bir insandı, cami, cami cemaati ona yabancı değildi. Ortaokulda yanık sesiyle ezan okur, müezzinlik yapardı. Şol Cennetin Irmakları, Veysel Karani ilahilerini öyle aşkla, iç çekişle icra ederdi ki, onu gözyaşları içinde dinleyen cemaat yanlış zamanda yanlış yerde dünyaya geldiklerinden kesinlikle emin olurdu. İmam namazı bitirdiğinde Selim, onun karşısında büyük bir öğrenme merakıyla bağdaş kurar, anlatılanların bir damlasını bile kaçırmadan sünger gibi emerdi. Kış aylarında akşamı kıldıktan sonra çoğu zaman eve gitmez, hocasıyla birlikte ya kâmet, müezzinlik çalışırlar ya da İmamı Âzam Ebu Hânife gibi bilginlerin hayatı, menkıbeleri üzerine konuşurlardı. Selim çok iyi bir dinleyiciydi ve sorularını bir gazeteci titizliğiyle araştırıp sorardı. Dolu dolu bir yıl süren bu serüven Selim liseye başlayınca Manyas’tan taşınmalarıyla birlikte sona erdi. O günleri zihninden bir bakraçla ağır ağır sağıyor, yeniden böyle bir ortamda soluyacak olmaktan dolayı adeta sıla heyecanı duyuyordu.

 

Selim ev sahibiyle görüşüp ödeme planını yapmıştı. Ertesi gün anahtarı teslim edecek, artık bu evle bir bağı kalmayacaktı, odaları son kez dolaştı. Furkan’ın kapısında Mavi Gözlü Dev filminin afişi vardı. Afişin bantlarını söktü, hatıra olsun diye rulo yapıp ceketinin iç cebine sığdırdı. Hüsnü’nün odasında bir köşeye atılmış, yırtık kartonetli bir müzik kaseti buldu. Gün itibarıyla yonca yapraklarının üçü de kopmuş olacaktı. Can yoldaşı bavuluna yine iş düştü. Yoncanın kalp şeklinde olan yaprağının diğer yarısında, çiy de düşse kırağı da vursa, bu bavul yok muydu? İnsanı hiç yormayan tekerlekli valizler çıkmıştı, ama kader ortaklığı başka şeydi. Bir yere gidilecekse beraber gidilecekti! Kıyafetlerini düzgünce katlayıp koydu, diğer eşyaları da yerleştirmesiyle birlikte şişmanlayan bavulun fermuarını zor da olsa kapatabilmişti. Hiç atışmıyor değillerdi. Selim, bavulun aşırı kabarıklığını, sürekli tıkınıp anafordan yaşayan ve ruh inceliği bilmeyen birinin kaskatı haline benzetiyordu. Oysa kokusu ile onu eski rüyalara götüren bavul, kuşun kanadındaki bir çocuk kadar hafif ve yalnızdı.

Bavulu kavradığı gibi hızlı adımlarla yokuş aşağı süzüldü, eskiden omzuna asarak taşımanın verdiği rahatlığı düşünürken, şimdi de el askılardan birinin dikiş yerinden sökülüp koptuğunu fark etti. Böylece bavulun ağırlık merkezi bozulmuş, iri bir köpeği tasmasından sürükler gibi, taşıması, uzaktan bakıldığında bile insanı yoran, çileli bir hal almıştı. Ama artık pusulasız, dümensiz, gideceği limanı belirsiz bir gemi değildi, işte, fıstık yeşiliyle boyanmış yeni yurdu sokağın sonunda görünüyordu. Yorgunluğun getirdiği tevekkül ve teslimiyetle bir an önce kendini yatağa bırakmak istiyordu. Selim, pencereden bakıp sadece hoş geldin diyen İsmet’in huyunun tuhaflığıyla da ilk defa yüzleşti. Arkada bıraktığı solgun bir kızıllıkla beraber saf bir kalpten çıkmış besmele ile yeni hayatına giriş yaptı. Bununla birlikte Balıkesir’deki öğrenim hayatının zorluklarla geçen birinci bölümünü tamamen kapatmış oluyordu.

(3)

Olumlu hislerle geldiği bu yurtta, en basit görgü kurallarını hiçe sayan insanlarla karşılaşmayı beklemiyordu. Bu insanların birbirlerini anlama çabaları, empati yetenekleri, birbirlerine saygıları hiç yoktu. Sabah namazından sonra bazıları uyumaya çalışırken, bazıları da bağıra çağıra şarkı söyleyip tıraş olurdu ve bu, oradaki hiç kimse tarafından yadırganmazdı. Oysa uyuyan insanların yanında fısıltıyla konuşmak gibi özellikler, ayrıca öğretilmeden küçük yaşlarda kazanılan kabiliyetlerdir. Çünkü insan türü yaklaşık kırk bin yıldır gelişmiş ayna nöronlar sayesinde diğer türlerden ayrılmıştır. Antropoloji insanla ilgilenen bir bilim dalıydı, ama buradakiler herhalde antropolojinin alanına girmezdi… Selim bir süre sonra anlayacaktı ki bunlar, sonraki günlerde yaşanacak olayların yanında mesele bile edilmeyecek kadar ufak kalırdı. Zaman geçtikçe buradaki çocukların birazının taklit, çoğunun taklit olmayı bile becerememiş acıklı karikatür tipler olduğunu görüyordu. Adi, kötü kumaştan yapılmışlardı. Birkaç insan vardı ve diğerleri onların kımıldayan küçük gölgeleriydi. Selim’in esas dehşeti, bu adi tiplerin kurdukları cümlelerdeki yarattığı potansiyel tehlikelerdi. Bazen birisi cam gibi donuk gözleriyle, kanlı korkunç bir cümle eder, bu cümle hiç kimsede azap, işkence veya heyecan uyandırmazdı. Bir topluluğun ağzından, insanda olumlu kanaat oluşturacak, faziletli, soylu küçücük bir cümle çıkmaz mı, diye soruyordu Selim kendine. Cervantes’in Don Kişot’taki bir sözü aklına geliyordu: “Helva ateşte pişe pişe kıvamını bulur, koruk güneşte yana yana üzüme dönüşür.”

Cümlelerinde ateşe yaklaşmadan yanık kokusu saçan dehşet bir hal vardı. Pişecek, yanacak, düşünecek, okuyacak bir hayat tecrübesinden yalıtılıp yoksun bırakılan böyle insanlara, aşırı doz din yüklemesi yapıldığında, o insanların nefsi, şeytanla bir olacak ve artık onların gazapları bir tehdit olarak, iç ve dış mihraklar tarafından son derece kullanışlı hale gelecektir. Bundan ötürü, Selim’in tıpkı ortaokul günlerinde olduğu gibi; muhabbetin, rahmetin, iyiliğin, ortak bir dini disiplinle ve yeniden yaşamanın heyecanıyla geldiği bu yeni meskende hayal kırıklığı ç

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

8 Yorum

  1. Teşekkür ederim Muhammed Bey, saygılar sunarım…

    Cevapla
  2. Çok teşekkür ederim Şükriye Hanım. Hikâyenin gerçek olması konusunda yanılmıyorsunuz.

    Cevapla
  3. Aysel Hanım, çok teşekkürler. Ben de aslında kararsız kaldım. Olanı mi yansımalıyım yoksa umut mu olmalıyım… Onu kendimce Nevzat karakterinde toparladım. O karakterle ilgili son cümlede belirsizlik var, ama umutsuzluk yok: “Nevzat, o yolun yolcusu olmayacaktı!”
    Bir kez daha çok teşekkür ederim, sevgiler, saygılar.

    Cevapla
  4. Teşekkür ediyorum, saygılar sunarım…

    Cevapla
  5. 8 Ağustos 2020, 16:24

    Filmleri dizileri yapılması gereken bir konuyu çok güzel işlemiş yazar, kalemine sağlık.

    Cevapla
  6. Tebrik ederim Kerem Bey, Orta doğu diyarının kara yazgısını gerçekçi ve samimice anlatmışsınız. Nihat Genç ustanın çırağı oluşunuzun hakkını vermişsiniz. Böyle derya- deniz bir usta size el ve yürek vermiş ve de bir üslup… piştikçe kendi lezzetli üslubunuzu da ortaya çıkaracağınızdan hiç şüphem yok. Lakin öykü kahramanlarınızın kendine ve kaderine acıması yerine kaderinin yontucusu, şekillendiricisi olmasını gençliğinizin dinamizmine daha yaraşır buluyorum. Mustafa Kemal gibi olmalı bir çıkış yolu bulmalı kahramanlar. “ Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır…” misali. Namuslu, onurlu, çalışkan olmak yetmez! İlle de Ferhat gibi dağları delmeli, uğrunda yaşadıklarına suyu ulaştırmalı. Güçlü, yapıcı, özgüvenli, kudretli ve çözüm odaklı olmalı kahramanlar. Arabesk filmlerinin iyi ama mahcup ve saf delikanlısı olmamalı. Okuyucuya çıkış yolları bulmada esin kaynağı olmalı. Daha güzel öykülerinizi bekliyoruz…

    Cevapla
  7. 7 Ağustos 2020, 08:38

    Çok güzel bir hikaye, gerçek olduğuna adım gibi eminim, 2 kez de aynı merak ve ilgi ile okudum, zannımca daha çok okurum, kaleminize sağlık, inşallah devamı da gelir, nice canlar, nice hayatlar heba olup gitti. Yokluk hepsini unutturdu, sevgiler

    Cevapla
  8. 6 Ağustos 2020, 23:48

    Size teşekkür ediyorum.
    Kayıp bir neslin hikayesi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

    Cevapla
Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!