1.
Ali… Dokuz yaşındaydı. Yalova’da yaşıyordu. 17 Ağustos 1999 depreminde kırk saat enkaz altında kaldı. Ailesiyle birlikte Soma’da çiftçilik yapan dedesinin yanına taşındı. Depremden arta kalan bir anormalliği vardı: kapalı kalma korkusu. Sınıfta mutlaka ardına kadar açık bir pencere olurdu. Ali ise o pencere kenarındaki sırada bir başına… Lodosta savrulan çılgın martıların kanatlarına tutunurcasına; kolunu ve aklının bir kısmını bırakırdı açık havada. Yaz kış fark etmezdi, Soma’nın kışları zaten pek öyle çetin geçmezdi. Ben görmedim ama kapalı yerde bir süre kaldığında çığlık atmaya kadar varan psikolojik rahatsızlığından söz edilirdi hep. Bunun dışında fiziksel ya da zihinsel bir olağan dışılığına şahit olmadım. Yine de çocuklar arasında bu deprem hikâyesi anlatılır, Ali’ye biraz acıyarak biraz da çekinceyle bakılırdı. Asla sinik, yılgın bir çocuk değildi. Hayat doluydu Ali. İçtendi, çalışkandı. Drama derslerinde harikalar yaratırdı. Gıpta edilesi teatral yetenekleri vardı. Çok iyi bir anlatıcıydı ayrıca. Anlatısına öyle kültür ve mecaz ögeleri katardı ki, duyduğumuz hikâyelerin kaynağını merak edip sorardık. Elini göğsüne vurarak “ben uyduruyorum” derdi. Zihniyle dili arasında muazzam bir köprü vardı. Ona hiç soramadım ama bazen kendime sorardım: Taşkın nehirler gibi köpüren o işlek zekâ, göçük altında kalan kımıltısız bir bedenle kırk saat boyunca nasıl cebelleşti?
Sinem… O da Soma’dan sınıf arkadaşımdı. Dokuz yaşındayken neyine âşık olmuştum? Gülümsediğinde gözlerinin çiy damlası gibi parıldayan elâsına. Yüzüne hoş bir ahenk katan ve belirgin kemiği dümdüz inen kanatlı burnuna. En çok da yoklamalarda ayağa kalkıp “burdayım” dedikten sonra eteğini hızla düzeltip zarifçe oturuşuna. Sinemanın ilk adımı kinetoskopun saniyeler süren sessiz filmlerini izlemek gibiydi… Başrolde Meryl Streep zarafeti vardı sanki. Dünya güzeli kızcağız o günkü hislerimi hâlâ bilmez.
Benim Soma hikâyem babamın yanında, 1999’un yazında, kurum gibi kapkara görünen kasketli bir kamyon şoförünün gevezeliğini dinleyerek başladı. Yolculuk öncesi ağır, ezgin düşüncelerle kendimi çok hırpaladım. Yolculuğa da bütün bu olumsuz düşünceleri yanıma alarak başladım. Fakat yol aldıkça, bebeğini nasıl pışpışlaması gerektiğini iyi bilen bir annenin kucağına düşmüş gibi oldum. Düş ile gerçek at başı koşuyordu. Yemyeşil uzanan bahçelerde denetlenmez bir tutkuyla dans eden ağaçları, sıkı dostluklar gibi yekpare gözüken rengârenk çiçekleri, fır dolanan sislerin çembere aldığı kubbeli dağları, gülümseyen çiçeklerle cilveleşen taze esintileri uzun uzun seyre aldım. Manyas’ın etine, tırnağına, kokusuna öyle alışmıştım… Beni alıştığım çevreden kanatarak kopardılar; yeni bir hayata başlamaktan tarif edilmez derecede korkmuştum ama büyük acılarla tutuşan küçük yüreğim tabiatın büyüsüyle birazcık durulmuştu.
Alışma sürecini kolay atlatmam için annemle babam hafta sonları lunaparka götürürlerdi beni. Lunaparktan rahatça gözüken koni biçimindeki devasa yapılardan devamlı olarak koyu dumanlar çıkıyordu. Babam merakımı giderdi: Bunlar termik santrallerdi. Soma’da linyit kömürü çıkarılıyordu. Benim sis zannettiğim, yayla dumanı gibi romantize ettiğim ‘pus’ aslında birkaç kuşağın dramı olacaktı. Ve durmadan, tedbirsiz havaya karışan bu ölümcül gaz Soma’da yaşayan her vatandaşı zehirlemeye devam edecekti. Gözlerime yerleşen sorgulayıcı ifadeyle “Şimdi biz zehir mi soluyoruz?” diye sorduğumu hatırlıyorum babama.
Yaklaşık bir yıl sonra Soma’dan ayrıldık. Kısa zaman içinde acı tatlı unutulmaz hatıralar biriktirmiştim. Biriktirdiklerimi paylaşacak bir dost bulamadım. Belki de bu yüzdendir, Soma’dan ayrıldığımda Soma benim için soyut bir âlem, sabahladığım otelde son bulan yorucu bir düş olarak kalmıştı.
2.
14 yıl sonra…
13 Mayıs 2014, Soma maden faciası. Ve bu ihmalin, ayıbın, utancın bilançosu çok ağır olmuştu: 301 ölü! İşte, bir kez daha –bu kez televizyon aracılığıyla– karşı karşıya geldik Soma’yla. Ağrılı başım ellerimin arasında, gözüm pürdikkat ekrandaydı. Battaniyeye sarılmış ölü bedenler sedyeyle teker teker taşınıyordu. Fırtınanın kırdığı dalların üzerine bırakılan kanatsız kuşlar gibi. Ölülerin yakınlarından kopan çığlıklar bir tokat olup patlıyordu kulaklarda. Onlar da o gün duvar diplerinde kurşuna dizildiler. Dayanamayıp televizyonu kapattım… Nereden geldiğini bilmediğim dipdiri bir kuvvetle ilaç kutularımın üzerine şiir yazdım:
Korku, çaresizlik içinde bekledi hepsi
iyi haber alabilmek umuduyla.
Boşuna seslendi, boşuna haykırdı
göğsü çekilen, nefesi daralan
her bir ana, çocuk, eş.
Bakır sakallarına kömür tozu sinmiş işçiler
madenin karanlık dehlizlerinde hapsoldu
el vermedi onlara
sızmadı
aralıktan diz boyu doğan güneş.
Yediklerine haram karıştırmadan yaşadılar önce
sabaha direnemeyen küskün yıldızlar gibi yok oldular sessizce…
Soma’daki eski arkadaşlarımla bütün bağlarım kopmuştu. Beni yaklaşık bir yıl boyunca ağırlamış olan yaralı ilçemin çığlıklarını uzaktan duyuyordum; fakat oraya gidip yasla dövünen acılı yakınların dizinde ağlamaktan korkuyordum. Yine de bir şey yapmadan içim rahat etmeyecekti. Soma’da birlikte okuduğumuz eski arkadaşlarımla hiç değilse sosyal medyadan iletişime geçmeyi düşündüm. Ali ve Nagihan’ın sosyal medya hesaplarını bulamadım. Sinem, Korhan, Halil ve Godzilla Alper’e her platformdan yazdım. Günler sonra mesajıma sadece Sinem’den karşılık geldi ama beni hatırlamadı. Sessiz, utangaç bir çocuk olduğumdan değil, ikinci dönem neredeyse hiç okula gidememiştim… Ancak onun kibar tavrının ardında kabaran müthiş bir öfke vardı ve ben henüz ilk yazışmamızda bunu sezmiştim. “Bir kaybınız var mı?” demeye çekiniyordum çünkü hepsi bizim insanımız, hepsi bizim kaybımızdı. Perişan halde ”Yakınlarımı kaybetmedim” dedi Sinem. Ama lanet ediyordu patronlara, taşeronlara, sendikaya, hükümete. Hakikatin yürek yakan döngüsüne. İnsan canını hiçe sayan adi düzene. Üç kuruş para için aksatılan güvenlik önlemlerine. Yağlı bir deri parçasına kuduz köpekler gibi saldıran, para yalağında eşinip duran sözde mücahitlere: “Onların ne tekmeleri hissedecek bir bedenleri, ne de cehennemde yanacak bir ruhları vardır.”
3.
O facia döneminde ve sonrasında Sinem’le çok fazla dertleştik. 14 yıldır girilmemiş bir odanın paslı kilidini Sinem’le birlikte açtık. Esnemiş taban tahtalarının gıcırtılı sesini her adımda duyuyordum. Hafızamda silinmeyi bekleyen bir sürü anı, odadaki karanlığı küreyince üzerime hücum etti. Misafirliğe giden küçük bir çocuğun kimseye göstermediği oyuncuklarını -yaşıtını bulunca- çantasından boşaltması gibidir bu his. Unutulan ya da tazelenen okul anılarımın başında, sonunda ya da tam göbeğinde Ali’nin olduğunu fark etmem beni şaşırtmadı. Sinem’e anlatmaya başladım:
“Okulun ilk günüydü. Kudurmuş, delirmiş, .ötlerine galvanik pil takılmış gibi zıp zıp zıplayan yabancı yüzlerce çocuk… Koca bir arenada az sonra sınıflara dağılacak vahşi bir gladyatör karnavalı içindeydim sanki, iflahım kesildi. Beni okula getiren annem, gözlerimdeki korkuyu görmüş olacak ki, oradaki çocuklara sıkı sıkı tembih etti:
‘Arkadaşınızı da aranıza alın…’ Onca çocuktan hiçbiri umursamadı ama Ali, ah Ali, hemen koluma girdi. Onun dalgalı denizler gibi göğsünü öne çıkarma hareketi vardır ya hani, onu yaparak, ‘merak etme teyze, ben onu korurum…’ dedi.
(…)
Ali bir hafta boyunca okula gelmedi. O bir hafta bana bir yıl kadar uzun geldi. Umutsuz sevdaya tutulmuş gibi başımı öne eğip okuldaki hiç kimseyle konuşmadım. Sık sık müstehcen Namık Kemal fıkraları anlatan Godzilla Alper vardı, Ali’nin neden gelmediğini ona sordum. Meğer bizim çocuk sünnet olmuş. Soma’daki çocuklar genellikle kışın sünnet olurlarmış. Yazın bağ bahçe tarla işlerinde ailelerine yardım ederlermiş.
(…)
Halk pazarı çarşamba günleri bizim okulun tam karşısına kurulurdu. Çarşambanın mahşeri kalabalığından ertesi güne kalan, ayak altında ezilmiş, posası çıkmış birkaç meyve sebze olurdu. Bu yüzden anlatacağım olay perşembe gerçekleşmiş olmalı. Okuldan çıktım. Pazar yerini geçmek üzereydim, Arnavut kaldırımını aşıp ara caddeye girecektim ki, tanımadığım iki çocuk yanıma yanaşıp kollarımdan sıkıca kavradı. Arkadan gelen şişko, çürük domatesi suyunu çıkarana kadar kafama bastırdı. Zevkten dört köşe olmuşlardı. Benim ifadem şaşkın, dilsiz ve bedenim yorgundu. Ne yapabilirdim üçe karşı bir? Tam o sırada Ali göründü. Beni tırıs tırıs takip eden bu kaşarlanmış dalaverecilerin bir puştluk peşinde olduğunu sezmiş: Kahraman Ali! Daha yeni sünnet olmuştu. Ağrı acı dinlemeden paytak ördek gibi hem bize doğru koşuyor hem de çocuklara sövgü içeren gürlek naralar atıyordu: ‘.mına godumunu keranacıları kaçmayın!’ Ali çok sinirliydi, sinirlenince ak yanakları Amasya elması gibi al al oluyordu. Muhtemelen kulaktan kulağa yayılan deprem hikâyesinden dolayı, ‘bunun kafa gidik, bulaşıp da okka altına gitmeyelim’ diyerek tüydü çocuklardan ikisi. Benim kafayı domates salçasına çeviren şişko kaçamadı! Ali yerden başka bir domatesi kaptığı gibi elime tutuşturdu, ‘Sen de onun kafasına patlat saccım (sağdıcım)!’ dedi. Onun adalet anlayışı buydu, hesabımızı ahrete bırakmadı, anneme verdiği sözü de tutmuş oldu.”
Ben beşinci sınıfta Soma’dan ayrılmıştım. Ali de sekize başlamadan, ilköğretimin son sınıfında okuldan ayrılmış. Ali’nin kapalı kalma korkusunu atlatmış olması, duyduğum en güzel haberdi. Çünkü böylesi bir sarsıntı kalıcı olabilirdi. “Kışları sınıfta hırkamı giymeden oturabiliyordum…” dedi Sinem ve onu anlatmaya devam etti.
Fırsat buldukça tiyatro gösterisi düzenlerlermiş. Ali hem yazıp oynarmış hem de sahneyi orkestra şefi gibi yönetirmiş. Yazdığı metinlerde politik hicivler bile bulunurmuş. İçgüdüleri çok güçlüymüş. Seyirciyle arasında âdeta telepatik bir bağ varmış. Çevre illerden dahi onu izlemeye gelenler olurmuş. Hatta eskinin kıdemli bir tiyatrocusu, bir oyundan sonra yanına giderek Ali’yi tebrik etmiş…
Sinem ilköğretimi bitirdikten sonra liseyi Edremit’te okumuş ve bir daha Ali’den ne haber alabilmiş ne de görüşme imkânı bulabilmiş.
Hayatın ters rüzgârları hepimizi ayrı yöne savurdu. Sinem bu zaman zarfında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirip mühendis olmuştu. Ege’de girip çıkmadığı tarla, meyvesine dokunmadığı zeytin ağacı, adını bilmediği bitki, tanımadığı çalı, çiçek yoktu. O, Nâzım’ın Türk köylüsü için söylediği, “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” sözüne ilave olarak, hem kitaptan bilen hem de topraktan öğrenip toprağı öğreten bir kadındı artık…
Sinem’le 2014’ten itibaren yeniden kurulan irtibatımız hiçbir zaman kopmadıysa da, maden faciasıyla birlikte oluşan o sıkı bağ, yıllar geçtikçe yerini uzun süren suskunluklara bırakmış, özlemler yeniden yabancılaşmıştı.
4.
Haziran 2022…
Turuncu aydınlığın gölgesi giderek koyulaşıyordu. Köydeki evin verandasında otururken Mehmet Başaran’ın Ahlat Ağacı kitabını okuyordum. Yeni çıkan gece kuşlarının dem çekişleri, tatlı tatlı esen lodosla birlikte lirik besteler yapıyordu uzaklardaki ahlat ağaçlarına. Bu sırada çalan telefonumun sesine irkildim. Arayan Sinem’di. Telaşla açtım. Soluğu kesilerek konuşuyordu. Önce vücudumda karıncalanma hissettim, sonrası yalınkılıç bir boşluk…
Sinem zirai bir eğitim için Burhaniye’ye gittiğinde tesadüfen Ali’nin dayısıyla karşılaşmış. Suyu pelte gibi durgun bir derenin karşısında oturmuşlar. Dayı, Sinem’in 2004’te Naciye Evren İlköğretim Okulu’ndan mezun olduğunu öğrenince Ali’yi tanıyıp tanımadığını sormuş. “Evet, sınıf arkadaşımdı” demiş Sinem: “Ne zamandır karşılaşmadık. Buralarda mı yaşıyor?” “Yaşamıyor kızım, Ali yaşamıyor… Bilmiyor muydun?” demiş dayı: Közde demlenen ve bardaktan duman duman tüten çayı, ellerini yakmak istercesine sıkı sıkıya kavrayarak. “Yaşamıyor!” sözcüğü, içi dışı kemiren yıkım, dağı taşı eriten asit! “Kâğıtlarda yarım bırakılan şiirler gibi” yitip gitmiş mahzun cümleler, donup kalmış bakışlar… Bir aralık hiç konuşamamışlar.
Bulanık dehşet duygusu konuşma yetilerini kısa süreliğine felç ettikten sonra deli gibi bir rüzgâr patlamış. Durgun derenin köşkü sanki nisan yağmurlarıyla dolmuş; dere suyu, boğazda düğümlenen lokma olup bir tükürük misali etrafa savrulmuş. Bu çimdik çimdik savrulma dayının kırışık yanaklarını da vurmuş ve korkarak, yavaş sesle anlatmaya başlamış…
Ali deprem felaketinin ardından geldikleri Soma’ya önce hiç alışamamış. Enkaz halinde bıraktığı Yalova’ya özlem duymuş. Onu kaç defa otogardan almışlar. Bursa’dan, Yalova’dan gelip giden otobüslerin çevresinde dolanırmış ama oraya yeniden gitmeyi istediğinden değil, sadece, kayalıktan yel eser yurdumun kokusu gelir düşüncesiyle… Çiftçilik yapan dedesi bu aşırı hassas çocuğu sahiplenmiş, yanından ayırmamış. Çift çubuk işleriyle uğraşmaktan düşünmeye fırsat bulamamak Ali’ye iyi gelmiş, içindeki enkazı yavaş yavaş onarabilmiş böylelikle. Ancak yedinci sınıfın yaz tatilinde dedesinin ani vefatı üzerine okulu bırakmak zorunda kalmış. Babası Ali’leri Yalova’dan Soma’ya taşıdıktan sonra Adana’ya çalışmaya gitmiş. Gittikten sonra ne para göndermiş ne de haber… Dede mezarda, baba yıllardır bilinmez diyarda. Köksüz bir ağaç, eziliverecek bir karınca gibi korunmasız kalmış; dehşetin pençesinde kıvranır hale gelmişler.
Ali’nin annesini sormuş Sinem. “Kardeşim, zaten zavallı kadının biriydi” diyerek derin bir iç çekmiş dayı. “Oğlunun ölümünden sonra adı deli Zehra’ya çıktı. Benim kardeşim bir delilik yapmaz, zararı kendinedir, bazen boşluğa dalar, Alişimi görürüm der. Asıl benden hesap soracaksın kızım. Sekiz yıl öncesine kadar alkoliktim, burnumun ucunu göremezdim. Yeğenime de faydam dokunmadı. Pişmanım, neye yarar? Ama sahip çıkmam gereken bir kardeşim var. Görüyorsun ya halimi, ne yaşayabiliyoruz ne ölebiliyoruz.”
Baba yıllar sonra Adana’dan Soma’ya dönünce Ali uzun süre onunla konuşmamış. Küçük bir fideyken budana budana hayata tutunmuş oğul, bunca yıl habersiz bıraktığı için babasından hesap sormuş, yakasına yapışmış, üstüne yürümüş. Baba neşter gibi keskin sorular karşısında –hiçbir zaman öğrenilemeyen– meselenin esasını titizlikle saklamış, cevap verememiş. “Bazen birisine çok düşkün olduğunu, ona karşı duyduğun öfkeyle belli edersin, aynı zamanda ona karşı çok şeyler hissettiğini belli ettiği için öfkenden utanırsın, yoksa senin için artık değeri olmayan birini niye umursayasın, değil mi kızım? Bir cümle nedamet getirse geçmişi unutup babasının boynuna atlardı Ali. Sadi’nin de dediği gibi: Sevgi gamıyla perişan olanların katında yara ve merhem aynıdır.
Türkiye’de bugüne kadar yaşanan en büyük iş cinayetinde hayatını kaybeden 301 işçiden biri de Ali’nin babasıymış. Yerin metrelerce altında can pazarı yaşanırken bu talihsiz emekçiler, gaz maskelerindeki temiz havanın tükenmeye başladığını fark etmişler. V panosunda bulunan bir madenci kendileri için insafsız gözüken bir fikir ortaya atmış:
“Çavuş, kollarımıza adımızı yazalım, yakınlarımız cesedimizi teşhis etmekte zorluk çekmesin…”
Karanlık çanaklardan yüzeye kömür çıkaran canların yaşam türküsünde sona gelinmiş. “Ölümü, siyah bir kâkül gibi alınlarına düşürürlerken” kollarına kendi adlarını yazmışlar (ya da yazdıklarını sanmışlar). Birkaç dakika sonra ocaktaki çatlaklardan karbonmonoksit gazı sızmaya başlayınca yer yerinden oynamış, bu kıyamet deminde ağzından burnundan kan gelen insanlar peşi sıra ölmeye başlamış. Bir şekilde sağ kurtulan madenci, aynı zamanda yazı fikrini ortaya atan kişiymiş. Ancak görmüşler ki, ne sağ kurtulan madencide ne de ölenlerin kolunda alelade bir yazıya, çiziğe bile rastlanmamış!
Ali’nin babasından bir süre haber alınamamış, acaba o gün maden ocağına hiç gitmemiş olabilir mi, düşüncesiyle kafalarda mucizevî bir şüphe dolaşmış, fakat saatler geçtikte mucizeler gücünü yitirmiş. Komşu ilçe olan Kırkağaç’taki hastanenin morgunda cesedi teşhis etmişler. Baba ise maden ocağında yaşananların bir sanrı olmadığını cansız bedeniyle kanıtlamış: Kendi adından kaçınarak ya da utanarak, sol koluna yazdığı iki heceli silik bir elvedayla: ALİ.
Belki bilinç bulanıklığından, belki de gösteremediği sevgisinin ilk ve son nişanesi olarak…
Bu sırrı hakikat 16-17 gün sonra Yukarı Kızılırmak’ı aşıp Sivas’ta askerliğini yapan Ali’nin kulağına gitmiş bütün detaylarıyla. Sabahında tuvalette bulmuşlar, alnında biriken nemli damlalar, kapanmış yorgun gözler ve kanlı gelincikler gibi başı yana yatık halde… Kendine kıymış.
Sinem dayıya son olarak, Ali’nin tiyatro yeteneğinden bahsetmiş, anılarını gözleri dolarak anlatmış. Çok şaşırmış dayı: “Ne tiyatrosu kızım?” demiş. Bu yeteneğinden ailesinin haberi bile olmamış…
5.
Şemsi İnkaya, Tuncel Kurtiz’i anma konuşmasında, “Demek ki öbür tarafta çok büyük bir oyun oynanıyor, ustalara ihtiyaç var” demişti. Ustaların da senin gibi hevesli bir çırağa ihtiyacı vardı, o “büyük oyun” sensiz oynanmazdı, değil mi Alişim? Yıllar geçtikçe bulanıklaşan temiz bir çocuk yüzü var zihnimde. İnce ve bitişik sarı kaşlar, çekik gözler ve aydınlık bir sima. Sen ağaç üzerinde olgunlaşmamış bir meyveydin, düşürene kadar silkeleyip kanlı postallarla üzerine bastılar. Coğrafyamızın en büyük acılarını paratoner gibi üzerine çektin. Camdan berrak bir yaz günü –yüzün gibi pırıl pırıl ufuklara- yelkenlilerle açılacağımız günler de gelecek mi? Daha kaçımızın bedeni, ruhu sakat kalacak Yalova’da, Soma’da ve yedi iklim dört bucakta? Üstümüze devrilen beton kütlelerini binbir zahmetle kaldırsak da yine karanlıklarda kalıyoruz: kimsesiz, çaresiz, nefessiz!
Ve yirmi iki yıl sonra bu hikâyede yeniden buluşup ayrılıyoruz canım kardeşim, Alişim!
Söyle, cenazeni gül suyuyla mı yıkadılar, ölüm ne renk, sonsuzluk hangi mevsim?
Tüylerim diken diken okudum. Kalemin hep yazsın.