Kerem Han yazdı…
Hava yazdan kalmaydı, mevsimse yazı çoktan devirmiş yitik bir sonbahar. Yağmur ılık ılık serpiştiriyordu. Altı kilometrelik yürüyüşün sonunda apartmana girdim. Gölgemde küçük bir canlının hızlı hızlı soluduğunu fark ettim. Bir yavru kedinin çileli mırıltısı… Feryadı hançeremde yumru, ne sesim çıktı ne de yutkunabildim. Benimle birlikte yürüdü, peşimden merdivenleri çıkmaya çalıştı, çoğu eylemini ilk kez yaptığı belliydi, bir türlü başarılı olamıyordu. Geri döndüm. Gözlüğümün camını sildikten sonra eğildim, çömelip ellerimi kavuşturdum, yüzümde mani olamadığım şapşal bir sırıtma. Şimdi ben senin soylu güzelliğini nasıl tarif edeyim? Yürüyen başak tanesi, bulutları aralayıp baş veren kıyı güneşi, yolunu şaşırmış küçük prens, gizli bahçelere bırakılan sarışın kız bebeği gibi… Ben sevgiye yordum bakışlarını, belki mecburiyet, belki teslimiyet, belki de gölgemde merhamet arayan bir çift göz. Kediyi kucağıma aldım, montumun içine sardım. Apartmanın tozlu basamağına oturup altın nakışlı başını taze gelin gibi okşamaya başladım. Parmaklarımı sırtında gezintiye çıkardım, tül perdeye benzeyen sarı nakışlardan gözümü alamadım. Suya değmekten yüksünen beyaz patileri çamur olmuş, üstüm başım battıysa ne çıkar, hepimiz topraktan yaratılmadık mı? Bebeklere, yaşlılara bakmayı iyi bilirim ama evcil hayvana nasıl bakılır hiç bilmem, davranışlarından anlamam. Ah sarı kantaron, karşımdakinin dilini anlamaya hiç bu kadar ihtiyacım olmamıştı. Olsun, ben de Ahmet Erhan gibi, unutulmuş bir lehçeyle severim seni.
Kaval çalan Hint fakirinin karşısında dans eden bir yılan gibi kıvırıyordu küçük kuyruğunu. Hangi hareketinden ne anlam çıkarmalıyım? İniltisi normal değil, fiziki yarası yok, ekmek yemedi, bu can kuzusunun muhtaç olduğu tek varlık annesiydi sanıyorum. Belki annesini kaybetmiştir düşüncesiyle onu dışarı çıkardım. Meydana kadar kucağımda götürdüm. Görüş sahası genişti, merakla çevreyi süzdü. Civarda hiç kedi yoktu. Onu yere indirdim, önce silkindi, dikkatini başka yöne çekip heykelin arkasına saklandım. Beni bulamayınca mırlaması arttı, sonra, belki korunma içgüdüsüyle öne eğdiği başını yere yığdı. Dipsiz bir uçurumun kenarında gibiydi, çevresini kuşatan yalnızlık çemberinde su zerrecikleri gibi mahzunlaştı. Dayanamadım, çok haince buldum bu saklambaç oyununu, kabahatimden utanarak ortaya çıktım. Minik adımlarla hemen yanıma koştu, bacaklarıma sürtündü, sırtüstü yatıp gösteriler yaptı. Pişmanlık dolu sessiz bir bakış, kocaman bir sarılışla gönlünü almaya çalıştım. Sarı tüylerinden ipil ipil mutluluk yansıdı.
Yağmur tekdüze yağmaya devam ediyordu. Meydandaki bankta oturduk. Sordum kendisine: Peki, bundan sonra ne yapacağız seninle? Eğer bırakıp gidersem Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki Selcen Hatun gibi sövecek misin bana: “Tez sevdin, tez usandın, bre kavat oğlu kavat!” Değil birini yarı yolda bırakmak, hevesle başlayıp yarım bıraktığım tek kitap olmadı. Ruhumun tomografisini çekip hayalî bir kitaba aktarsalar, sıkıcı sayfalarımı atlamadan beni kaç kişi tamamlar? Senden başka… Annemin kedilere alerjisi var, ama Tanrı misafirisin, kıran olsa, savaş çıksa, öleceğimi bilsem seni bir başına bırakmam. Önce sana bir isim bulup bu büyük soruyu öteleyelim. Bir yerde okumuştum, kedilerde görülen kişilik tiplerini Yunan alfabesiyle kodluyorlarmış. Sen Antik Yunan’ın hangi düşünürüsün? Onların hemen hepsi çirkin, hem çok düşünen, ağır deneylerden geçmiş adamlarda güzellik mi kalır? Bak benim halime. Bundan sonra senin adın Kıbrıslı Zenon. Onun da gençliğinde zülüfleri büklüm büklümdü, senin tek farkın, hükümet biçimi olarak Cumhuriyet’i benimseyeceksin. Büyüyünce… Haline bilgelik gelecek, sesin belki tarazlı çıkacak, zemheri gecelerde bıyıkların buz tutacak, gözlerinin balköpüğü rengi değişmeyecek ama bakışlarındaki çocuksu merak kaybolacak, hiçbir puştluğa şaşırmayacaksın. Fare, yılan avlarken kuyruğunu Şahmeran’ınki gibi dik tutacak, sonra bir panter çevikliğiyle pençeni vuracaksın…
Onun gelişigüzel suskunluğu benim konuşmam için bir baskı aracıydı adeta. Beni yakından tanıyan hiç kimse bu kadar gevezelik ettiğime inanmazdı. Sen dilimin bağını çözdün sarı kantaron, pardon, sağ kulağına ezan okudum, birkaç saniye önce adını koydum: Kıbrıslı Zenon. Yahu hep konuştuk, Türk misafirperverliğine yaraşır bir ikramda bulunmadık. Neyse ki bu meydanda mahcup yüzümü örtüyor karanlık. Sen bebek yaşında yalnızlıkla sınanıp azizler gibi pişmişsin. Karnın çok açtır şimdi, ne yer, gül şerbetin yanında ne içersin? Gidiyoruz…
Kasabamın insanları geçim derdinden yorgun. Sokaklar insan yüzüne hasret. Bomboş caddelerden geçtik. Boşluk belli bir ritim halinde aktı. Zenon bir yandan da şanslı, sıcak kollarımdan kendine şemsiye yaptı, kapalı dükkânların neon ışıklarını izledi. Gökyüzüne bakma dedim, baktığın yerde yıldız yok. Gökten yeryüzüne bakarsa biri, senden başka yıldız yok… İltifatımdaki inceliği anladı mı diye yüzüne baktım, renk vermedi. Markete girdik, orada da kasiyerden başka kimse yoktu:
– Kolay gelsin Cahit. İşler nasıl, kedi maması var mı? Bir de boş kap lazım bana.
– Mama kalmadı abi. İnsanlarda market fobisi oluştu, her gün bir şeylere zam geliyor…
Cahit’in alkolden daralmış ciğerlerini konuşturarak daha fazla zorlamadım. Biraz daha ıkınsa o da benim üstüme kalacak, küfelik olmuş neredeyse. Markette ilk gözüme çarpan ürün kedi maması oldu. Ah Cahit, işini azıcık düzgün yapsan!
Mama fiyatını görünce sapsarı kesildim.
Gördün mü Zenon, kapitalizm denen vahşeti gördün mü, varsıl birinin paçasına sürtünseydin şimdi sofranda bir kuş sütü eksik olacaktı. Biz mamayı geçip süt reyonuna bakalım en iyisi…
Marketten çıktıktan sonra Maltepe parkına doğru yürüdük. Samanlıkta iğne arar gibi Zenon’un annesini arıyorduk. Hava soğumaya başladı. Mazgal sularının sesinde boğulacak gibi oldum. Çocuklar sokak lambalarının defterini sapanla dürmüş, fakat kucağıma tanyerinden bir leke düşmüş, onun ışığı sayesinde rotamızı oluşturduk. Ben de susmuştum artık, hayal âleminde gibi yürüyordum. Karanlık ve kalabalık düşünceler önüme ve aklıma hükmettikçe yolumda yalpalıyordum. Zenon mayhoş sesiyle beni uyandırdı, bir daha baktım bedenine, kereviz sapı kadar sıska, tüyüne bit düşse acından ölecek. Sürülmüş toprak kokan fındık burnuna dokundum: Öyle bakma bana. Sen insan, ben senin yerinde olsam; ekmeğini, derdini, yorgunluğunu benimle paylaşmaz mıydın? Ben seni çok sevdim, ama sen de başkalarının peşinden gitmedin, bütün kusurlarıma rağmen beni sahiplendin.
Maltepe parkına geldik, sık yapraklı büyük ağacın altındaki bankta oturduk. Yağmura siper oluyordu burası. Kimse yoktu, kimsesiz gibiydik. Boş kaba biraz süt doldurdum. Tam o sırada arkadaşımdan mesaj geldi:
-Kedi maması verebilirsin, olmazsa biraz peynir ez, ekmeği ufalayıp ver. Sakın süt verme! Yavrucağız ishal olur, ölebilir de.
Sütle doldurduğum kabı olabildiğince uzağa, yabani otların arasına fırlattım. Ölebilir, dedi! Pimi çekilmiş bir el bombasından kurtulmamın şokuyla hem terleyip hem üşüdüm, derin derin nefes alarak aerobik hareketler yaptım. Bu talimleri gözüm kapalı ve gürültülü yaptığımdan olsa gerek, Zenon delirmişim gibi baktı bana. Ben de küstüm ona, aramıza mesafe girmişti artık. Ayrıca iki gündür uykusuzdum, yorgun düşmüştüm. Ama ona su vermeliydim. Otların arasına daldım, boş kap buralarda olmalıydı, sararmış yaprakların çıtırtılarını duyuyordum, görüşüm çok zayıftı, şarjımın bitmemesi için telefonun fener modunu açamıyordum, tam buldum diye sevinirken derin oyuğu fark edemeyip düştüm. Bu arada gözlüğüm de yamaçtan aşağı düştü. Başını göğsüme yaslayan Zenon kendini kucağımdan attı. Kızgın bir rodeo atı gibiydi. Kaçıyordu, ilk gençliğimin avucumdan kaçışı gibi arkasından bakakaldım. Ah, hayvan sevgisiyle dolu bütün insanların mahşer yeri tam burası olsaydı! Sadece ikimiz varız ve ben galiba beceremedim sana bakmayı. Sana bakmayı bilmemek bir kusursa, bu kusuru düzeltecek hiç zamanım olmadı, bunu bilmeni isterim…
Birdenbire korkunç patlama sesleriyle irkildik, uzaktaki ayyaş haydutlar şarjörü boşaltana kadar havaya sıkmış olmalı. Bana koştu Zenon, beni tümden silmemiş demek! Mırıltısının ahenginden ayrılık acısına dayanamayıp geri döndüğünü anladım. Nazlanmaya ayıracak bir saniyelik iradem yoktu. Kucakladığım gibi öptüm. Eskiler, bebeği ensesinden öpme, büyüyünce asi olur derler, ensesinden bile öptüm. Popomun acısını henüz hissetmiyordum, ama düşerken sol ayak bileğimi fena incitmiştim, şişmişti, acıyordu, yürürken topallıyordum. Konuşmak yazmaktan zor geliyordu, yine mesajla iletişim yoluna başvurdum:
-Ekmeği ufalayıp verdim yemiyor, iki yudum su içti sadece. Ton balığını koklayıp bıraktı, gofretin yüzüne bakmadı. Eve götüreyim, peynir ezip veririm. Onu da yemezse?
Yağmur kasabaya bereket getirdikten sonra yorulup duruldu. Maltepe parkından yine eve doğru yola çıktık. Yağmurdan sonra sis bastırdı, sanki önümüzde beyaz bir kar bulutu parçalanmıştı. Sis tabakasının içinden temkinli adımlarla yürüyordum. Üşüyordum, aynı zamanda eve gidince yapılacaklar listesini enine boyuna oluşturuyordum kafamda. Şarjım yüzde üçtü, Cahit’i arayacaktım, saat gece yarısını geçmişti ve yasak olmasına rağmen marketi açtıracaktım, yasağı çiğneyip hırsız gibi mama alacaktım. Sonra, eve geçecektik, kendini çayırda hissetmesi için yünden dokunmuş kahverengi kilimi serecektim önüne, kilimin üstüne serpiştireceğim mamalar, toprağa düşen bir tohum zannı oluşturacaktı, yeşil kilimi serdiğimde ise düşümüzde ilkbahar canlanacaktı, dışarıdaki mevsimden çok daha başka bir tabiat sunacaktım Zenon’a. Antrede sabahlayacaktık. Mamaya burun kıvırırsa ezilmiş peynir ve muz tabağı hazırlayacaktım. Çişini kakasını yapması için kapıyı dört parmak aralık bırakacaktım, “miyaav”, daha fazla aralık bırakmak bizi üşütür, hatta dondururdu, “miyaav”, iki kaşının arasından öpecek, günün yorgunluğunu üstünden atması için minik dokunuşlarla masaj yapacaktım. Tabiatın bal sürdüğü gözlerine uyku girmeden kendim uyumayacaktım. Sabahın ilk ışıklarında veterinere gidecek, sağlık durumunu kontrol ettirecektik. Kedimizin geleceğine veteriner hekimle birlikte karar verecektik, “miyaaaav”
-Ne var miyav miyav, bir susmadın be! Burada senin istikbalin adına kafa patlatıyoruz, geleceğin için plan yapıyoruz.
Sis etrafımızı kör yılan gibi sarmaya devam ediyordu. Ayağım topallıyor, zihnim yorgunluktan eğriyi doğruyu tartamıyordu. Gözlüğüm de olmayınca her şeyi el yordamıyla yapabiliyordum. Cahit’e telefon ettim, açmadı, belli ki sızmıştı. Mutlak sessizliğin sesini duyamıyordum artık, kulağıma belli belirsiz tıpırtılar geliyordu. Bizi takip eden biri var… Şu geçen gün dövdüğüm adamın amcasına psikopat diyorlardı, lakabı tehlikeliydi, hatta şakayla karışık, “seni öldürür” bile demişlerdi. Demek ki şaka değilmiş. Biz de boş adam değildik hani, boğuşunca kimin gideceği belli olmazdı. Saçmalama, dedim kendime. Bu adamlar tabancayı vücutlarının bir uzantısı sayıyor, ne boğuşması? Tabancanın emniyet mandalını kaldıracak, beni ensemden vuracaktı. Zenon tuhaf mırıltılar çıkarmaya başladı, yüzü hararetlendi. Bulanık düşüncelerim taşınmayacak kadar ağırlaşıyordu. Saniyeler kabir azabı gibi geçiyordu. Durdum, derin nefes aldım, alnımda biriken ter damlalarını sildim, arkamı döndüm. Ve gördüm. Sisle karışık düş gücümüzün dumanlı kuytularını yırtarak peşimizden gelen canlı, dört ayaklı bir anneydi. Mabede giden yoldan ilahi bir kıvılcım çaktı. Zenon kucağımda, yaydan kurtulan bir çelik kapan gibi zıplamak istedi, kanat çırpıp annesinin yanına konmak istiyordu adeta. Onu yavaşça yere bıraktım. Ben bizimki gibi romantik, duygusal ve çok daha ihtişamlı bir kavuşma hayal ediyordum, beklediğim gibi olmadı. Son dokunuşumdu ona, bilemezdim. Bir gün yine yolunu yitirirse ben yine uzakta olmayacağım. Ya bir gün ben yolumu yitirirsem?
Ne garip, günün çeyrek saatlik diliminde acı-tatlı bir sürü düş görmüş gibi olmuştum. Hesapta olmayan bir kır gezisi sırasında bir insanı tanıyıp çok severseniz de, gezi sona erip vedalaşmak zorunda kalınca burukluk hissedersiniz… Zenon, benim için çok daha fazlasıydı. Kalbimin orta yerine koskoca bir ömür sığdırdı. Eve geldiğimde defterime küçük bir not iliştirdim:
Ayak bileğimdeki şişliğin iyileşmesine izin vermeyeceğim. Bedenin gitti ellerimde izi var baktığımda göreceğim, sesin terk etti evrende yankısı var dinlediğimde duyacağım. Yağmurlu, sisli gecelerde düşmeden yürümeyi, yıldızsız kubbenin altında seyrele seyrele yaşamayı öğreneceğim. Seni çok özleyeceğim, Sarı Kantaron: Kıbrıslı Zenon.
Ellerine sağlık. Su gibi okudum.
Vay be, fena daldım yazıya üstadım, çok güzel…