Kerem Han yazdı…
İstanbullu arkadaşım Kadıköy’den beni uğurlarken son sözü şu oldu; “İnsan hatıra biriktiremiyor bu şehirde, çünkü beş sene sonra orası yok…”
Kasaba ve köylerin pek çoğunda yaşam, önceki günden farklı olmayan geniş bir ânın ağır nağmelerinde sürüp gider. Büyük şehirlerde zamanın, mekânın, insanların sürekli ve hızlıca öğütüldüğü bir dolaşım söz konusuyken; kasaba ve köylerde öğütülen ve arta kalan sadece ‘insan’ olduğu için, anılar bir toz kümesi gibi birikir. Şimdi bu kümeden bir toz tanesini cımbızla çekip geçmişe gidelim. Dışarıda yağmur…
Türkiye’de 21. yüzyılın en sert kışlarından biri 2003-2004 yıllarında yaşandı. 2003’te köyde kalıyorduk. On üç yaşındaydım. Köydeki evimizin bahçesinden zavallı bir dere geçer. Çoğu zaman bir damla suya, serinliğe hasret kupkuru bir dere. Yanı başımızda olmasına rağmen çok yağışlı günlerde bile usulca, dürte dürte akar; küçük çakıl taşlarını dahi rahatsız etmez. İşte o yıl, dağın zirvesinden çağlayan yağmur ve kar sularının dinmez gürültüsü bizi dört ay boyunca uyutmadı. Avuç içi kadar dereden geçmek isteyen yaralı gemilerin dalgalarla çarpışmasını duyuyorduk sanki. Evimiz köyün en çukurunda kalıyor, zühre yıldızı kadar yalnız, sert geçen kışlarda rutubetli bir tabut gibi oluyor.
On beş gün boyunca yememiş içmemiş harçlıklarımdan beş milyon lira biriktirmiştim. Kıraç’ın ‘Bir Garip Aşk Bestesi’ albümünü satın almak üzere kasetçiye gittim. Kasetçinin camekânına dışarıdan aç bir ahtapot gibi dokundum. Siyah deri ceketli müthiş özgüvenli genç bir müzisyen vardı albüm kapağında. Belli ki Cem Karaca vardı mayasında. Kasetçinin yanındaki fırının bacasından kavrulmuş susam ve anason kokuları buram buram yükseliyordu. Hesaplıyordum. Kasete vereceğim parayla on tane simit alabilirdim. Bir an tereddüt ettim. Sonra, parkta dinlediğim Sarı Gelin türküsünün dağ esintisi burnuma çarptı, gökyüzü kucak kucak bir maviye battı, simitler bir anda katrana bulanmış atık oldu! Daldım kasetçiye, ruhuma paha biçilmez bir gıda satın aldım. Kasetçalara koydum. Toroslar’ın zirvesinden garip aşk naraları atan, sesiyle Tanrıları ürperten bir Maraşlı duydum! Deşilmiş yüreklerin taze çığlığı, vurduğu yerden toz kaldıran Anadolu hümanizmasının büyük üslûbu! Dinlediğim şarkılar beni önce avucuna aldı, yavaş yavaş yükseltti, toz oldum, rüzgâra karışıp gittim, beni bu karlı havada kapı önüne çıplak koysalar, ertesi gün sıcak ülkelerden yurduma mektup atarım, öyle kendimden geçtim! Ancak, kaseti bir defa baştan sona dinleyebildim. O akşam elektrikler kesildi. Unutmayayım diye ıslıkla çalıyordum kasetteki türküleri. Zihnimde var gücümle diri tutmaya çalışıyordum melodileri. Bu nasıl bir yağış? Birbirine kenetli beyaz tanecikler soluk aldırmayan bir savaş ilan etmiş yeryüzüne. Gözlerime mil çeken soğuk önemli değil, şu kaseti bir kez daha dinleyebilsem! Saza, sese, söze günlerce hasret mi kalacağım? Kasete nihayet kavuşmuşum, düğmelerini çözüp sütyenini sıyırmışım, sonra bir avuç kül oluvermişim karanlıkta! Şöyle bir gün seni dinleyebilecek miyim doya doya?
Üç gün boyunca hiç kar yağmadı. Bulutlar yine bembeyazdı ama git gide yükselip uzaklaşıyordu. Evde yiyecek sıkıntısı başladı. Babamla kasabaya gitmek zorunda kaldık. Ellerimde allı pullu kaleci eldiveni, üzerimde zeytin yeşili kalın bir palto ve kadife bir pantolon, ayağımda eskimiş botlarla taze karlara bata çıka yürüdük. Yüzümüzü tırmalayan ölüm rüzgârında bir buçuk saat otobüs bekledik. Kâşif’in paslı teneke kokulu “iveco” otobüsüyle kasabaya vardık. Orhan amcanın marketine girdik. O bana yine “hoş geldin Kenan” dedi. Ben ona, “Benim adım Kenan değil, Kerem!” demeyi çoktan bırakmıştım. Kulakları ağır işitiyordu, artık düzeltmiyordum, “Hoş bulduk Orhan amca” dedim. Elektrikli ısıtıcının üç kademesi de açık. On parmağımdan ateş çıkana kadar yaklaşmak istiyordum. Isıtıcıya yaklaştıkça içimin buzulları çözülüyor, turuncu borularda dilimlenmiş portakal güzelliği var, şiirsel bir rüyaya çekildim. Hayatımın hiçbir döneminde sıcağı o günkü kadar sevmedim. Babam beni rüyamdan uyandırdı. Paramız kaldıysa radyo için büyük boy pil alalım dedim, aldık. Radyo dinlemek değildi amacım, gerçi Zeki Müren’den ‘Bir Yangının Külünü’ adında çok güzel bir şarkı keşfetmiştim, ama hesabım başkaydı, şeytanla ortaklık kuracaktım!
Orhan amcanın marketinden çıktık. Dönüşte çoraplarımın ıslandığını fark ettim. Sadece içim değil ayaklarım da buz kesmiş, en olmadık zamanda sıcak görünce hemen çözülüvermiş. Belki çocuksu bir can korkusuyla, “ayaklarımı hissetmiyorum, kangren olmam değil mi”, dedim babama. Sorumun hiçbir değeri yokmuş gibi gülümsedi, gözlerinde gülen bir anlatım bulunur, ağzına baktım, bir söz bekledim, söylemedi. Deli oldum, beni üzdüğünü anlaması için surat astım. Babam hiçbir şey söylemeden yanımdan gitti. Dakikalar geçti. Son otobüs kalkmak üzereydi ve o hâlâ gelmemişti. Kafamda kurdum. Benim ılık elli oyun arkadaşım, babam, en sevdiğim oyuncağım, acaba kırmış mıyımdır? Onu burada bir başına bırakamam diyordum, otobüs giderse ben beklerim… Ne uzun bir cümledir beklemek. Ah işte gül cemalini yeniden gördüm! Elinde küçük bir poşetle çıkageldi, üç çift çorap ve üç çift patik… Benim yarım saat önce hissedilmeyen ayaklarım vardı ve ben babamı merak ederken ayaklarımı unuttum. Kâşif kar zincirini takamadı, yirmi dakikalık mesafede kağnı gibi yol aldık. Uyuma numarası yapıp babamın göğsüne yaslandım, iman tahtasının ardında atan sıcacık kalbiyle ısındım, Kıraç’ın buğulu yüreğinden çıkan şarkıları yeniden dinleme hayaliyle yanıp tutuştum.
Akşam çöktü. Göğsü yarılan kar bulutları üç günlük molanın ardından nasıl ortaya çıkacağını bilemiyordu. Bazen Çukurova’nın pamuğu gibi lapa lapa dökülüyor bazen de bir fırtınayla gelip surata jilet atar gibi vuruyordu. TRT FM’den hava durumunu dinliyorduk. Beklediğimiz kötü haber geldi. Yoğun kar yağışının bugün-yarın durmak gibi bir niyeti yokmuş. Böylece elektriğe kavuşmak uzun bir süre hayal oldu. Aydınlatma kimin umurunda, kaseti dinlemek için bir priz yeterdi bana. Kar haberini duyunca benim frekans derin bir umutsuzluk saçtı. Ben artık gerçekle yüzleşip karanlıkla mücadele veren bir başkomutanım! Her şeyin bittiği o dip noktada fütursuz bir cesaret lazımdı. Pil, radyo yerine kasetçalarda kullanılırsa, kasetteki manyetik şeridi döndürebilmek için çok daha fazla enerji harcar ve çabucak tükenir. Kaseti koyup “play”e bastım. Şarkının başlamasıyla renk reseptörlerim bir baykuş gibi işlevli hale geldi. Bana artık gece yok; gözümde, gönlümde her yer deniz aydınlığı.
Annemin ve babamın sözlerine, baskılarına direndim. Kasetçaları bazen yorganın altına alıp hoparlörü kulağıma dayadım. Sabahlara kadar Bir Garip Aşk Bestesi albümünü dinledim! Tek bir gün hesapsız davranmanın keyfini çıkarmak istedim. Toprağı bir kardelen gibi yardım, buz kütlelerinin ortasında taze yaşam alanları yarattım. Uslu, söz dinleyen bir çocuktum, bilerek günah işleme zevkini tattım. Bir bebeğin en hassas yerinin bıngıldağı olduğunu bilip yine oraya dokunmak gibiydi.
Sabaha karşı paçamızı yün çoraplarımızın içine sokuyorduk, kar küremek için babamla dışarı çıkıyorduk. Soğuk sırtımızda paralanıyordu. Tipiyle cebelleşiyorduk, bağrışmamız üç metre uzaktakinin kulağına gitmiyordu. Çanak anten bir gecede ucube bir gulyabani gibi kaldı. Sular donmuş, yoktu. Elektrik yoktu. Okul haftalardır tatil, yoktu. Yakacak odunumuz yok değilse de kısıtlıydı. Bakır kalaylı eski bir maşinga sobamız vardı, hacmi küçük ısıtmıyor, soğuğu ancak kırabiliyordu. Gökyüzündeki kar bulutlarının kararlılığı hepsini tedirgin etti. Annem düşünceli, babam işsizdi. Kardeşim çok küçük, belki kendi varlığından bile habersizdi. Ölse, ölümden habersiz. Benzi sarı alnı çizgi çizgi, gözlerinde mavi dumanlar tütüyordu.
Sonu görünmeyen bir kış olmasına rağmen içinden köpüklü mutluluklar taşan sadece ben vardım. Başımı döndüren bu çakırkeyif rüzgârın uzun sürmeyeceğini biliyordum. Her güzel şeyin sonu olduğu gibi pilin ömrünü de hızlıca sonlandırmıştım. Kasetin B bölümünün ikinci şarkısının sonunda, zor günlerin tek dostuna, Kıraç’a bir süreliğine veda etmek zorunda kaldım: “Gel barışalım hayatla, gel tanışalım baharla…” Play tuşundan mermi gibi bir gürültü koptu: çat! Biteceğini hiç belli etmemişti. Saat gibi durdu. Artık dünyayla da irtibatımız yoktu.
Bir gün mevsimin kalbi yemyeşil attı. Kardeşim köfte dudaklarıyla gülmeyi öğrendi. Çiy düştü, çimenlerin yeşil gözü yaş oldu. Sol kanadımdaki kelebek karanlığı yırtarak uçtu. Aradan on sekiz yıl geçmiş Tufan abi. Mevsim sanki senin sesinle döndü. Geçen sürede kaç baharla daha tanıştık, kimlerle küstük kimlerle barıştık! Ama ben yoksunlukla geçen o upuzun kışı, kıştan sonra parıltılı bir renk çığlığı hâlinde gelen baharı, baharın sabah rüzgârlarında dinlediğim Gel Barışalım’ı hiç unutmuyorum. Kış, seyrek çamların arasından bir gün elbette ‘Gidiyorum’ diyecekti. Ben çiçek açmış dalları, bahar otlarının kokusunu ‘Gel Barışalım’la bekledim. Sait Faik’in sözüdür: “Tabiat, düşman gözüktüğünde bile çoğunlukla dosttur. Fırtınasında kayığı batırdığı zaman yüzmesini öğretir.” Beni o kış, karanlığın koridorlarında boğulmaktan kurtaran albüm ‘Bir Garip Aşk Bestesi’dir.
Kıraç’la Cam Kenarı dergimiz için yaptığımız söyleşide, Deli Düş kitabındaki şu sözlerini hatırlatmıştım:
“Gel Barışalım, zavallı şarkılarımdan biri oldu. Aslında çok seviyorum, çok da özendim. Ama her şey kötü gitti, şarkı kötü çalındı, ben kötü söyledim. Öksüz şarkılarım var benim. Bu da onlardan biri işte.”
Hayır, kabul etmiyorum, bunu telafi edeceğim dedim. Çok mutlu oldu, içten bir tebessümle “eyvallah” dedi. Sen şarkıyı bir heykeltıraş sabrıyla yaptın, fazlalıkları sıyırıp attın, ben de bu hikâyede “hür maviliğin bittiği son hadde kadar” yürümeye çalıştım.
Saygıyla…
yaşanmış güzellikleri kaleme dönebilmek çok güzel iyi ustalara berabersin ne mutlu sana☺
Bir solukta okudum, duygularınızı o kadar güzel bizlere yansıtıyorsunuz ki, etkilenmemek elde değil. Şansınız ve yolunuz hep açık olsun.
“””””Büyük şehirlerde zamanın, mekânın, insanların sürekli ve hızlıca öğütüldüğü bir dolaşım söz konusuyken; kasaba ve köylerde öğütülen ve arta kalan sadece ‘insan’ olduğu için, anılar bir toz kümesi gibi birikir. “””””
Acemice. Öykü cümlesi değil de sanki değirmen üstüne bir tez yazısı gibi. Yine de günümüz öykülerine göre fena değil.
Hikayenizi öyle beğendiğim ki, yürüyüşünüzü izlemek ve yolunuz açık olsun demek gönül borcumdur
Çok duygulandım bu yazınıza teşekkürler
Kıraç o zamanlar ortalığın tozunu atıyordu. Orta okulda müzik öğretmenimiz Aydın hoca vardı. Kıraç ile sınıf arkadaşıydık diyordu, gerçek adını ilk ondan duymuştuk. Zaman akıp gidiyor valla.
Gündelik hayatın zorlukları arasında yaşanan tutkuların nakşedilmesinde, Sait Faik kıpırtıları gördüm sanki…
Can-ı gönülden kutlarım…
Tebrik ederim Kerem kardeşim.
Saygıyla…
Kerem Bey, şiir gibi aktı hikayeniz, resim seyreder gibi hayran oldum. Elinize, kalbinize sağlık. Çok teşekkür ederim. Saygılarımla