Şahin Filiz yazdı…
Gerçeğin kışkırttığı hayal ya da hayale dayalı gerçek…
Her kurgu, hayal ile arasına gerçeklikten aldığı esini koyar. Mine Kırıkkanat, Türk okurları için kurgusuna esin olarak aldığı “Hiç Kimse” adlı romanını şimdi tiyatro ve sinema sanatçısı Haydar Zorlu’nun yetkin çevirisiyle Alman okurlarının beğenilerine sunuyor. Paris’te 9 Ocak 2013’te olağandışı bir suikastla üç PKK militanı öldürülüyor. Bu gerçek olay, gerçekdışı bir komploya uyarlanan “Hiç Kimse”de romanlaşıyor. Roman bir kurgu olsa da esin kaynağı gerçek bir olaydır ve yazarın hayali ile gerçeklik arasındaki köprü böylesine mahirane bir kurguyla atılmış görünüyor. Şu hâlde, teknik açıdan üç kavramın birbiri ardına bu romanı oluşturan üç taşıyıcı sütun olduğunu görüyoruz: İlki, gerçek olayın kendisi; ikincisi, hayal; üçüncüsü de kurgudur. Hayal ile gerçeğin arasında Kırıkkanat gibi analitik-sentetik düşünebilen, “kimse” ve “hiç kimse” arasında duygusal bir taraftarlığa, kurgusal soğukkanlılığını feda etmeyen derinlikli düşünürün az kimseye kısmet olan esin gücünün bulunduğunu fark ettiğimizde romanı oluşturan kavram örgüsünün dörde çıktığını görürüz.
Bu, Kırıkkanat’ın esin gücüdür.
Mine Kırıkkanat’ın güçlü esini, gerçek olayın kışkırttığı hayal yoluyla kurguya can veriyor. Sonuçta “Hiç Kimse”, ne denli kurgu olsa da ampirik bir dayanağa sahiptir ve Kırıkkanat’ın kurgusu, ampirik olgular örgüsü olmadan romana dönüşemezdi. Ancak her ampirik gerçeklik, kendiliğinden kurguya dönüşemez. Onu hayale taşıyacak analitik bir esin gücü şarttır. Bu güç ise ancak Kırıkkanat gibi yetkin yazarların yeteneklerinde saklı olabilir.
Lejyoner ya da Hiç Kimse, tıpkı ekip arkadaşlarından, “ağbi”“K” gibi, romanın sonlarına doğru, belki geç de olsa varoluşsal sorgulamalarla kafasını meşgul eder. Devletin bekası ve milli dava duygusundan başka hiçbir insani duyguya yer vermemeye özen göstererek bütün varlığını “Devlet” kavramında bedenlenmiş tüzel bir tanrı ile bütünleştirerek varoluşuna anlam verebileceğine içtenlikle inanmıştır. Kendisini, Muhyidd
Kendisine hiç, başkasına herkes olmak, Lejyonerin gözünden bakıldığında böyleydi. Oysa devlet ve amaç gözüyle bakıldığında aslında herkes idi; çünkü bütün bir millet uğruna ve adına eylemde bulunuyordu. Ama hiç kimse olmak sıradan insanların harcı değildir. Alaylı bir Lejyoner olmak, kelimenin tam anlamıyla hiç olmaktı. Ancak bu yolda hiç kimse olmak için bile mektepli olmak gerekiyordu. Hoş gerçi, kabuğundan çıkmadan önce Lejyoner, “herkes” miydi? Hem herkes olmak için, bunca duyarlılığa ve yeteneğe gerek kalmazdı. Lejyoner, sözde de yazıda da hiç kimse olmaktan mutlu görünüyordu. Haksız da değildi. Hiç olmak, “Devlete yıllarca isyan bayrağı açan, her iki yandan 40 binden fazla cana, milyonlarca insanın tehcirine, mağduriyetine ve milyarlarca dolara mal olan ‘düşük yoğunluklu’ çatışmanın elebaşı Apo” gibi “piç” olmaktan kuşkusuz çok üstün bir rütbeydi. Abisi “K” nın Devletten ilettiği emirle, “göbeğini kaşıyan orospu çocuğu Apo” ve militanlarına karşı savaşmak, değil “Hiç Kimse” olmaya, bu kutlu yolda ölmeye değecek en kutsal amaçtı.
K’nin deyimiyle “Gaddar Lejyoner” tarafından öldürülmeden az önce kendisi gibi militan dostuna yazdığı mektubunda Sarya, mazisiyle de istikbaliyle de zaten hiçliğe karışmıştı. Üstelik Lejyoner gibi mektepli değil, alaylı bir hiç kimse sayılırdı. ‘Heval’ Can’a yazdığı mektubunda, neredeyse baştan başa alaylı cehaletini ifşa ediyordu: “Halkımızı, hem Türk devletinin boyunduruğu, Yavuz artıklarının zulmünden hem de ataerkil kölelikten kurtarmak…” diye yazıyordu Sarya. Oysa Türk devleti Cumhuriyet ilkeleri üzerine kurulmuş, kadın-erkek eşitliğini temel alıyordu. Sarya karşı propagandanın etkisinde böyle yazıyordu. Yavuz Sultan Selim, padişahlığı sırasında Türklere değil, birkaç Kürt aşiretine pozitif ayrımcılık yapmıştı. Sarya, “Yavuz artıkları”nın, kendileri olduğunu da bilmiyordu. Bilmediği bir şey daha vardı: Alevilik, Türklere özgüdür ve Alevi deyişleri baştan başa Türkçedir. Osmanlı Devleti’nde çoğu zaman baskı altına alınan Alevilik, Atatürk Cumhuriyeti’nin kurulmasında esin kaynağıdır. Ancak 1950’den sonra Alevilik, Osmanlı dönemindeki eski kötü günlerine dönmeye başlar. Tarih tekerrür eder ve Alevilik kendini ötekileşmiş görür. PKK yıllar sonra Aleviliğin bu dezavantajlı durumundan yararlanarak onları yine onların kurduğu Cumhuriyet’e karşı başkaldırmaya teşvik eder. Bütünüyle başarılı olduğu söylenemez ama PKK hala Alevi kartını kullanmaya devam etmektedir.
PKK’ya yapılan her operasyon, “biz her yerdeyiz, hangi deliğe girerseniz girin sizi buluruz, dış kaynaklarınızı da kuruturuz” mesajı, Lejyoner ve K gibi öznelerin tek tek “ben” değil, “biz” içinde, devlet içinde “hiç kimse” olmaları döngüsünü yaşatır. Parça, bütününe döner; bütünsüz bir parça varlık iddiasında olamaz. İslam mistisizminde “Tanrı’dan başka varlık yoktur” ilkesi, Devletten başka “kimse” yoktur anlayışında somutlanır. Rolf Cantzen’in “daha az devlet, daha çok toplum”unun tam tersidir: “Daha çok devlet, daha az birey”. Zaten “terörizme karşı uluslararası işbirliği”nde hemen her devlet için aynı şey geçerli değil midir?
Lejyoner “görev”i tamamladıktan sonra “hiç kimse” olmaya devam edecektir. “Kürtçülük davası”nın militanı Sarya, mektubunu Türkçe yazarak o da aslında aynı bütün karşısında başka bir “hiç kimse” olmuyor muydu? Paradoksal biçimde Kürtçülük kendini Türkçe ifade ediyordu. Hollande ise, terör listesine aldığı PKK ile masaya oturarak Fransa’nın en yüksek düzeydeki “hiç kimse”si oluyordu. Lejyoner ve K,” tek yüzlü” hiç kimse iken, devleti temsil edenler iki yüzlü hiç kimse olarak, bireyleri devlet aygıtının sökülüp takılan parçalarına ama “amaçlı-onurlu” parçalarına dönüştürüyordu. 147 numaralı apartmanın önüne toplanan yüzlerce protestocu, Lejyoner’i, K’yı ve Hollande’ı , “Katil Türkiye” (açıktan olmasa da “Katil Fransa” yı da kastederek) sloganları atarak “hiç kimse” ilan etmişlerdi bile. Oysa üç militan, Türkiye içindeki cinayetlerine rağmen, sırf öldürüldükleri için katil sıfatından aklanmış oluyordu.
AKP hükümeti, PKK ile açılım süreci ile suikastı aynı zaman diliminde birleştirdiğinden, Lejyoner gibileri hiç kimseye dönüştürmekle kalmayıp aslında Türkiye Cumhuriyeti devletini hiçleştirdiğinin farkında bile değildi. Onun için protesto sesleri, “katil AKP” değil, “katil Türkiye” diye çınlıyordu.
Diago’nun eşi Ayşe’nin gözünde, bu protestolarda Ermeni diasporası mal bulmuş mağribi gibi Kürtlere destek vermek için atılırlar. Oysa her iki kesim de Türkiye’nin aynı bölgelerinde hak iddia ederler. Ermeni-Kürt kavgası, bu ve benzer olaylar karşısında tarih dışı bir ittifaka evrilmiştir. İki ezeli düşman, Türkiye’ye mal edilen bu suikastı fırsat bilerek 1915’deki kan davalarını 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne fatura ederler ki “aynı düşman” karşısında aynı topraklarda iddiası olan “zoraki kardeşliğe” zarar ziyan gelmesin. Kırıkkanat edebi yetkinlikle bu tarihsel gerçekliği bütün çıplaklığıyla şöyle dillendirir: “Oysa mağdur tarafların Türkiye’den talep ettikleri Büyük Ermenistan ve Kuzey Kürdistan haritası bile tıpatıp aynı, zaten kimin kimin soyunu nerede kırdığının da kanıtıydı.” ABD’li tarihçi Justin McCarty de, “Türkiye Cumhuriyeti, 1915’te Ermenileri öldürenlerin “Kürtler” olduğunu söylemeyecek kadar onurludur” demiyor muydu? Ayşe, bu yaklaşımıyla Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlıdan kalan bakayayı, ayrım gözetmeksizin “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” vecizesiyle kucaklayan eşitlikçi Atatürk Milliyetçiliğini benimsediğini göstermek ister.
Diago, Lejyoner’den farklı mıdır? Ciddi bir istihbaratçı olarak titiz bir görev adamı olmasına rağmen karısı Ayşe’ye, “ne devletin kutsallığı umurumda
Sarya da mektubunda kendi açısından henüz sorgulama aşamasına gelmemişse de Apo’nun tutumundan kuşkulanıyor ve kukla olarak kullanılabileceği olasılığını güçlü buluyordu. Kısacası iki tarafta da benzer kuşkular vardı. Ancak Lejyoner ve Cabbar (K)’ın kuşkuları her ne kadar sorgulama aşamasına gelmişse de içsel otokontrol mekanizmasıyla daha ileri gitmenin davaya olan bağlılığa zarar vereceği kaygısı hep öne çıkıyordu. K, Paris’teki suikastı “içine sindiremeyip” asıl önemli dava görevinin Moskova’daki görev olduğunu düşünmesi bile bu sorgulamanın nereye kadar gidebileceğini gösteren örneklerden biri idi.
K, Moskova’daki görevini kusursuzca bitirdikten sonra, kendine konuşmalarında “ne mutlu ne de mutsuz olduğunu” söylüyordu. Tam bir robota dönüşmüş olduğunu fark etti: “Hayvanlar ve robotlarla arasındaki tek fark, onun programlandığı hedefe varmak için yol değiştirebilmesiydi o kadar. Öldürdüğü ya da öldürttüğü insanlara karşı geliştirdiği duygusuzluk, sonunda öz varlığına da yayılmış, onu da yutmuştu, farkındaydı.” Hiçleşme, varoluşsal sorgulamayla ölümüne dek bütün benliğini çepeçevre saracaktı. Ancak her sorgulamada iç sesi, onu teskin ettiğini düşündüğü kutsal davaya bağlılığını yeniden anımsatıyordu. “Meslek zehirlenmesi”ne maruz kaldığını biliyordu ama öldürdüğü militan ya da mafya elemanlarına göre davanın kutsallığı panzehir sayılırdı. Lejyoner ve K, hiç kimse idi. PKK’nın Moskova’daki para kaynağı mafya liderini öldürdükten sonra K ve Lejyoner, mafya ile devlet arasında nasıl bir fark olduğu sorusunu kısa bir süreliğine tartışsalar da K, bu tartışmayı iğneli bir espri ile geçiştirmeyi, ruhundaki iç hesaplaşmayı körüklemesin diye belki, başarmıştı. Mafyayı terör örgütü değil de devletin denetleyebileceği bir lidere kavuşturmak planı, esprinin devlet lehindeki farkın gerekçesi oluyordu.
Ama sonuçta kim ne derse desin, Teşkilat, resmî açıklama yaparak Paris’teki üçlü infazla asla ve kat’a ilgisi olmadığını resmen açıklamıştı.
“Hiç Kimse”nin kendisine taktığı bu unvan, bu açıklamayla resmileşmişti. Diğer “hiç kimseler” resmileşecek kadar şanslı değildiler.
Mine Kırıkkanat, gerçek olaya dayalı kurguya dahiyane esinini katmasaydı, olayı, her gün medyayı dolduran benzer bir yığın haberlerin soğukluğunda duyar geçer; “hiç kimse” veya “hiç kimseler”in gerçekten birer robot olduklarını düşünürdük. Bu yönüyle roman, “gerçek”ten hareketle hayale doğru yolculuk yapar; diğer yönüyle de bu yolculuk, hayalden gerçeğe doğru gider. Belki de romanın diyalektiği, gerçeğin vahameti ile kurgunun estetiğini Kırıkkanat’ın esiniyle ustaca telif etmenin felsefi sırrı olmalıdır.
Mine Kırıkkanat, roman sanatıyla “Hiç Kimse”nin serüveninin senaryosunu yazmış, Faust’u Almanya ve Türkiye’de tiyatro kıvamında sahneleyen Haydar Zorlu da sahneleme tadında onu Alman okurların diline aktarmıştır.
Hem yazarı hem de çevirmeni kutlamamak elde değil…
Paris’te üç terörist öldürüldü, Fransa’nın himayesinde olmaları onları kurtarmaya yetmedi. PKK terörüne açıktan ya da gizlice verilen desteği bazen susarak bazen Türkiye’yi suçlayarak olumlamanın kaçınılmaz sonucu olsa gerek ki Kırıkkanat’ın Hiç Kimse”sindeki gerçeğin Haydar Zorlu’nun çevirisiyle Alman okurlarına iletilmesi önünde ya Avrupalının kafa karışıklığından ya da terör gerçeğinin sözde “Kürt Sorunu” gibi sunulmasından mütevellit engeller söz konusu ama yine de Almanya’da yürekli, dürüst, kendine saygılı ve özgüvenli bir yayınevi mutlaka vardır diye düşünüyorum.