Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Tanrı yerel konuşur evrensel davranır

Tanrı yerel konuşur evrensel davranır

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

Din Felsefesi, Dinler Tarihine göre daha genç sayılır. Yahudilik, dinleştirilmiş bir tarih olarak bu saptamaya kanıttır. Başka bir deyişle Yahudi teolojisi, İsrail oğulları tarihine yaslanır; tarih, bilim olarak ortaya çıkmak için her ne kadar 19. Yüzyılı beklese de bir kavmin Tanrı ile ilişkisinin teolojik öyküsü-en azından göksel dinler için-İsrail oğulları ile başlar. Ancak bu tarih, 19. yüzyıldaki bilimsel tarihten çok, büyük ölçüde öyküleme ile kurgulanan bir anlatıdır. Yahudi tarihinde Tanrı öznelik payesine kavuşturulmuş gibi görünse de tarihin  öznesi ve  nesnesi insandır. Öyküyü kuran ve bu öyküde rol alan yine insandır. Ne ki, içeriden bakıldığında tablo bunun tam tersidir. Dinlerin içinden görünüşü ile dışarıya yansıtılışı kimi zaman yer ile gök kadar birbirinden farklı olabilmektedir. Yahudilik, içinden bakıldığında öykünün kurucusu da uygulayıcısı da insandır; Yahudi tarihinin içsel öznesi Tanrı değildir, ancak dışarıya yansıyan yüzüne baktığımızda, Yahudi tarihini bir teoloji tarihi gibi kuran, iş ve eylemin tüm gücü ve yetkisini üzerine alan özne, Tanrıdır.

Dışa yansıyan yüzüyle Yahudilik, daha çok dinsel, daha az insansaldır. İçsel yapısı itibarıyla da daha az dinsel daha çok insansaldır. Başka ülkelerin topraklarını Tanrı adına işgal etmesi buna örnektir.  İlkinde özne Tanrı olduğu için, tüm Yahudi toplulukları ötekilere göre kutsal gösterilir; Tanrı tarafından seçilmiş ve tüm insanlığa üstün tutulmuştur. Gerçekte ve ussal açıdan böyle olmadığına göre, onları sürekli kutsal ve üstün gösteren, göstermekle kalmayıp yeryüzünde kendilerinden söz ettiren sebep nedir? İşte bu neden, dinin, içsel yapısındaki ya da mahrem dünyalarındaki Tanrıdan hiçbir eser olmayan İsrail oğulları öznesidir. Bu özne iç yapısındaki insansal dinamiğiyle tüm çaba ve başarılarını, dışarıya sunduğu tanrısal planın bir gereği olarak yansıtır. Böylelikle iş ve eylem  içsel dinamizmi gereği gerçekte insan öznesine;  dışsal yansıması bakımından kutsama ve yüceltme Tanrı öznesine mal edilir. Böyle olunca ne yaparsa yapsınlar, dışa yansıyan yüzüyle bütün bu iş ve eylemler Tanırdandır ve onun kutsal planının bir gereğidir. En son Gazze katliamları buna dahildir. İşte bu, daha çok Tanrısal daha az insansal tablonun zorunlu sonucudur. Özneliği insandan, sorumluluğu Tanrıdan bilen Yahudi siyasal dinciliğinin zorunlu sonucudur ve bu sonuç dışında başka türlüsünü beklemek, güvercinin sütuna yumurtlamasını beklemekle eşdeğerdir.

Bu nedenle hangi dinde olursa olsun, siyasal dincilik, tıpkı darbeler gibi önce kendi evlatlarını kurban alır. Göksel dinlerin ilki olmasıyla düğme ilk basan da Yahudilik olmuştur. Bin bir türlü Yahudi mezhebi ve iç çatışmalar örneklerden sadece biridir.

Erkeklerin sünnet edilmesi, Yahudilerin ‘tüm insanlık içinde seçilmiş kavim olması’, bu nedenle ‘Tanrının, ülkemizin Güneydoğusu dahil Mezopotamya topraklarını vaat etmiş olması’, Yahudi dinciliğinin içsel yapısında Tanrıya sufle verdiğinin kanıtıdır. Tanrı yerel konuşturulur; Yahudiler adına evrensel davranışa zorlanır. Ancak Tanrının evrensel davranması, onların yerel suflesinin sonucu değil; konuşanın da davrananın da aslında insan öznesi olmasındandır. Tanrıyı güreşte yenen Yakup değil miydi? [1] İşte devamı olan diğer dinlere  miras bırakılan  siyasal dincilik budur.

Hıristiyanlık, yarı dinsel yarı insansaldır.  Teslis, yani kutsal üçleme Hıristiyanlığın doğuşundan beri tartışılmakla birlikte henüz Tanrının hangi parçada daha çok, hangisinde daha az temsil edildiği sorunu çözümsüzlüğünü sürdürmektedir. Tanrı, üç uknuma bazen eşit, bazen eşitsiz ve bazen de her ikisinin payı İsa’da temsil edilmek üzere, paylaştırılır. Ama sonuçta Tanrı ve İsa, tanrısallığı ve insansallığı paylaşırlar. Böylece Hıristiyanlık, İznik Konsili (325)’ne kadar antik Yunan mitolojisindeki “yarı insan-yarı tanrı” yaklaşımını kendi teolojisine uyarlamış olur.  Devamı olduğu Yahudiliğin “daha çok tanrısal” teolojisini, bir yandan Haçlı Seferleriyle yinelerken bir yandan da 12. Yüzyılda başlayan Rönesans ile dengelemeye hatta törpülemeye başlar. Gel-gitlerle dolu Tanrı-insan ilişkisi, yarı yarıya dengeyi tutturmakta güçlük çeker. 15. Yüzyılda, bu kez, 12. Yüzyılda Haçlı Seferleri’ne sufle yapan Tanrının yerine, sömürgeci insan iş ve eylemdedir.

Yarı-insan yarı-tanrı dengesi, 17. Yüzyılda Rene Descartes ile başlayan modern bilim ve felsefe devrimi ile insan lehine doğru gelişme göstermiş; buna, din ve kilise, İsa’nın ‘tanrısal yarısı’ ile direnerek diğer yarısının elden çıkmakta olduğunu kabullenmemiştir. Fransız Devrimi ile din ve kilise kendi sınırları ve payına düşen bu “yarı” ile tam baş başa bırakıldı derken, bazen filozof, bazen gezgin, kim zaman antropolog unvanı ile beyaz adamın tanrısına sufle verilmeye devam edilmiş;  tıpkı Yahudi tanrısı gibi, Avrupalı, “beyaz olmayanlar”a ‘üstün’ kılınmıştır. Yahudilik bunu “daha çok dinsel” yolla icra ederken, Hıristiyan Avrupa görünüşte “daha çok insansal”, gerçekte “daha çok tanrısal” yolla gerçekleştirmiştir. Bütün Avrupa’yı felsefe ve bilimiyle bu yargının muhatabı yapmak elbette tartışma götürür. Amacım şu da bu dini topyekûn karalamak değildir. Ancak en büyük filozoflarından Hegel’in siyahiler hakkında söyledikleri yenilir yutulur cinsten değildir: “Afrika’nın kara derililerinde insanlıkla bağdaşan hiçbir şey yoktur. Negroların Avrupalılarla ortaklaşa taşımış oldukları ve taşımayı sürdürdükleri biricik özsel bağ, kölecilik bağıdır. Bunda Negrolar onlara uygun olmayan hiçbir şey göremezler.”[2]

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Hegel’in artık dünya ruhu Almanlar ’da belirdiği için dünyayı Almanların yönetmesi gerektiği düşüncesinde ırkçı renk ağır basmaktadır. [3]

Thomas Carlyle ise, “Zenci Sorunu Üzerine Söylev”inde[4] üretimin artırılması için zenci yerli halkın, hiçbir hak tanınmaksızın, zorla çalıştırılması gerektiğini, Tanrı’nın buyruğunun da böyle olduğunu, aptal olan zencilerin doğanın yasası gereğince doğuştan efendi olan beyazların hizmetkarları olmak zorunda bulunduğunu öne sürmektedir.[5]

Daha 1700’lü yıllarda Virginia’da kölelik yasalarında çoğunluğu siyahi olan kölelere yönelik aşağılayıcı maddelere ve uygulamalara değinmiyorum bile.[6]

Gustave Le Bon da beyaz ırkın üstünlüğünü bilime sufle yaparak kanıtlamaya çalışırken ırkçılığın teorisyeni olarak karşımıza çıkar. [7]

Yahudilikteki ‘üstün ırk” yanılsaması, 17. Yüzyıldan bugüne bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen Hıristiyanlıkta yeniden hortlar. Öyle ki Ortadoğu’da bugünkü vahşetin failleri, Yahudilikteki “daha çok insansal”ı, “daha çok tanrısal” mış gibi göstermek için İsrail çıkarlarından zerre miktar ödün vermeyi “dinsel ceza”yı hak etmek olarak görmektedir.

İslam dini, Yahudilik ve Hıristiyanlığın devamı olsa da kendini her ikisinden de farklı görür. Daha çok insansal, daha az tanrısal/dinsel olmakla her ikisinden ayrılır. Kur’an, bir dinsel kitaptan daha ötesidir; daha az dinsel daha çok insansaldır. İç ve dış yapısı nispeten uyumludur. Tarih ve doğada öznelik, kesin çizgileriyle Tanrı ile insan arasında diyalektik bir ilişkiyle belirlenir. Kur’an, dinsel olmaktan çok insansal bir kitaptır.  “Tanrı’nın emir ve yasaklarının bir elçi aracılığıyla insanlara bildirilmesi”, din kavramının anlamlarından yalnız birisidir, hepsi değildir. İslam’da din, tanrısal buyruk olmaktan önce “toplumsallık, kentlilik ve uygarlık” anlamlarına gelir. Bu nedenle Yahudilikteki şeriat benzeri bir dinsel sistem içermez. Doğanın öznesi Tanrı, Tarihin öznesi insandır ve bu ayrım kesin hatlarla belirlenmiştir. Siyasal İslamcılık ise, İslam dinindeki bu temel yaklaşımı tersine çevirir. Doğanın da dinin de öznesi Tanrıdır. Kronik kadercilik patolojisi, doğaya ve tarihe Tanrı’yı özne olarak atamak yanlışından neş’et eder. İnsan her iki alandan da özne olmaktan çıkar; iş ve eylemin tümü Tanrı’nın eseridir ve biricik sorumlu odur. Yetki ve sorumluluk Tanrı’ya atfedildiğinde, kul, Müslümanım demekle eylemlerinden ve davranışlarından doğan her türlü sorumluluğu Tanrı’ya yükler. İşte burada Yahudilikten gelen “dışsal tanrısallık” egemen olmaya başlar. Ancak Yahudilik bu açmazı, dışa dönük “daha çok insansallık” ile aşar. Buna kısaca Yahudileşme eğilimi denebilir. Cihatçı, Selefiyeci, Işıdçi, Hizbullahçı ve şeriatçı örgütlerin Ortadoğu’da “iyi geçinmeleri”nin görünür sebebi emperyalizmin maşaları olmakla birlikte en  temel sebep, Yahudilikte dışa dönük “daha çok dinsel(tarihsel), daha az insansal (doğal)” dünyevi teolojik yaklaşımdır. Siyasal İslamcılığın emperyalizmle anlaşabilmesi, onun teolojik olarak Yahudileşme temayülünün emperyalizme ortaklığının su yüzüne çıkarmasıyla açıklanabilir.

Oysa İslam dininde Tanrı yerel konuşur ama evrensel davranır. İslam dünyası, Siyasal İslamcılığın pençesine düştü düşeli bu gerçekliği tersinden okumaktadır: “Tanrı evrensel konuşur, yerel davranır. Ya da Tanrı metafiziksel konuşur fiziksel davranır.”

Ne var ki Kur’an, bir bilim kitabı değildir. Onu bilim ile kıyaslamak, liberal/kapitalist düşünceyi Siyasal İslamcılıkla aynı noktada buluşturmaktadır. Her iki taraf da Kur’an’a inanma eğilim ve davranışları bakımından birbirine çok benzer. Ancak İslam dininin teolojik derinliklerine açılıp bu ittifakın imkan dışı olduğu gerçeği ile yüzleşmekten sürekli kaçındıkları için ortak düşmanları olan Cumhuriyet’e, Atatürk ilke ve devrimlerine, laikliğe, sosyal hukuk devletine ve bütün bunların kökü olan Türk kimliğine birlikte cephe alırlar ki gerçek İslam teolojisinin ifşa edeceği çelişkileri görünür olmaktan çıksın.

İslam dininin kutsal kitabı Kur’an, doğa ve tarih yasalarından “sünnetullah” diye söz eder: “Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü tuzaklar kurarak (uyarıcıya karşı geldiler). Oysa kötü düzen, sahibinden başkasını kuşatmaz. Öncekilerin sünnetinden başkasını mı bekliyorlar? Sen, Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın sünnetinde bir sapma da bulamazsın.”[8]

İnsan, özneliğini doğa ve tarihin yasalarına aykırı olarak kullandığında, ortaya çıkacak sonuç, Müslümanlar da dahil bütün dinsel, etnik veya bölgesel toplulukların aynı akıbeti yaşayacağı gerçeğidir. Yasaları çiğneyip sonra af dilemek, tarihe ve doğaya savaş açıp sonra huzur ve bereket niyazında bulunmak, “Ne yaparsam yapayım, Tanrı istediklerimi bana verecektir. Çünkü Müslümanım” gibi “seçkinci İslam Yahudiliği” icat etmektir.  Ama Tanrı, doğaya ve tarihe uygun bir öznelik sergilemeyi evrensel bir davranış olarak betimler. Bunu inanç ve iknaya dayalı dinsel çağrı ile pekiştirir. İşin özünde “dinsellik” yoktur ama “insansallık” iş ve eylemle gerçekleşecektir. Başka bir deyişle, insanlaşmadan dinselleşmek Kur’an felsefesine taban tabana aykırıdır. Yahudilik “seçkin kavim” olduğu yanılsamasıyla doğaya ve tarihe her ihanetinde büyük felaketlerle karşılaşmıştır. Bu tarihsel döngü her kavim için mukadderdir: “Eğer siz yara aldıysanız, şüphesiz o topluluklar da benzeri bir yara almıştı. İşte iyi ve kötü günleri insanlar arasında böyle döndürür dururuz.”[9]

Konu Uhud savaşı olsa da Tanrı bu ayette nasıl evrensel davrandığını açıkça belirtiyor. “Akıllarını kullanmayanları Allah pislik/uğursuzluk içinde bırakır.” [10]

Ayetlerde başka toplumlara tanınmadığı gibi  Müslüman toplumlara da herhangi bir ayrıcalık tanınmıyor. Tanrı, evrensel davrandığını; kim olursa olsun evrensel davranacağını açıkça ifade ediyor. Bu uyarılarını dinsel inanç ve ikna yollarına başvurarak yerel formatta yapıyor. Yani her dinin mensubuna sesleniyor ama evrensele çağrı yapıyor. Yerel konuşuyor evrensel davranıyor. Çünkü İslam’ın Allah’ı, herkesindir ve Müslümanlar için kurgulanmış bir Tanrı değildir. Siyasal İslamcılık evrensel davranan Tanrı’nın yerel çağrılarını, sırf Müslümanların hizmetinde yerel davranmaya koşullu bir tanrının buyrukları olarak yorumluyor ki başa gelen uğursuzluklar asırlardır bu yanlışlıktan kaynaklanıyor

Siyasal İslamcılık, “dileyen iman eder, dileyen inkar eder”[11] ayetini bile yerel konuşma olarak algılıyor. Oysa bu çağrı bütün insanlaradır.

Yahudilik ve Hıristiyanlık, ilki Tanrı adına insanı, ikincisi insan adına yarı Tanrıyı konuşturarak tarihsel süreçte işlenen tüm cürümleri “Tanrısal plan”ın gereği gibi göstermekte;  her yapılanı kutsal bir amacın gerçekleşmesi biçiminde yorumlayarak ‘ötekiler’i sömürmeye, ezmeye ve yok etmeye  devam etmektedir. Siyasal İslamcılık da aynı yola girmiş bulunuyor. Bir farkla ki, o, hedefe Müslüman kardeşlerini koyuyor. Onun için  ‘öteki’ ne Yahudilerdir ne de Hıristiyanlardır. Elbette onlar da öteki olmasın, bunu kastetmiyorum. Ama Siyasal İslamcılık, ‘ortak öteki olarak ‘masum Müslümanları hedef almaktadır. Öyle olmasaydı İslam dünyasının tek bağımsız ülkesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin karşısına dinci ve bölücü söylemlerle çıkar mıydı? Öyle olmasaydı, Mısır’da, Suriye’de, İran’da, Libya’da ve daha birçok yerde, masum Müslümanlarla değil de Tanrıya sufle veren İsrail ve bağlantılarıyla dayanışma içine girer miydiler? Öyle olmasaydı bölücüsü dincisi, asırlardır İslam adına canını vermekten bir an geri durmayan Türk’e ve onun Cumhuriyeti’ne yekten düşmanlık besler miydi?

Tanrı, yarattığı doğa ve tarihin yasalarıyla uyumlu özne insan ya da toplum kimler ise, onların yanında olur. Aksine, son dinden olmak, Müslümanı bu yasalardan ve öznelikten bağışık kılmaz. Yahudiler de ‘seçkin’ değildir; Tanrı hiç, ‘seçtiği kavmi’ Hitler canavarının parçalamasına izin verir miydi? Tanrı’yı evrensel konuşup yerel davranmaya zorlamak, Müslümanlık değil, siyasal dinciliktir.

Haçlı Seferlerini püskürten siyasal dincilik değil, Tanrı’nın yerel sözünü evrensel çağrı olarak yorumlayan arı duru din anlayışıdır.

Bayramınız kutlu olsun.

[1] Bu, “Allah’la ve insanlarla uğraşıp yendin”, “Ve Yakub oranın adını Peniel (Allah’ın yüzü) koydu, çünkü Allah’ı yüz yüze gördüm, dedi” (Tekvin, 32: 22-32). “Büyüyünce Tanrı’yla güreşti, Melekle güreşip yendi.” (Hoşea, 12:3 5) ifadeleriyle açıkça zikredilmektedir.

[2] Bkz. Georg Wilhelm Hegel: Seçilmiş Parçalar, Çev. Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986, ss. 76, 80.

[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Çetin Yetkin, Siyasal Düşünceler Tarihi IV, Gürer Yayınları, İstanbul 2013, s. 1323.

[4] Bkz. Thomas Carlyle, Occasional Discourse on the Negro Question, Fraser’s Magazine for Town and Country, C. XL, Fabruary 1849, pp. 527-538.

[5] Çetin Yetkin, a.e., ss. 1323.

[6] Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi 1492’den Günümüze, Çev. S. Sayan Özer, İmge Yayınevi,  2. Baskı, İstanbul 2018, ss. 29-41.

[7]Ayrıntılı bilgi ve belge için bkz.  Çetin Yetkin, A.e., ss. 1335-1340.

[8] 35 Fâtır 43.

[9] 3 Al-i İmran 140.

[10] 10 Yunus 140.

[11] 18 Kehf 29.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Yaziyi birkac kez daha okumam gerekecek. Ilk seferde su gibi akip gitti . Okurken bazi cümleleri zihnimde tekrar etmek zorunda kaldim ne yalan söyliyeyim. Yüzeysellige alistigimizdan midir nedir.

  2. 30 Mart 2025, 18:47

    Ayrıntılı ve akademik yayına yakın bu popüler bilimsel yazıda kaynakça gösterdiğiniz için teşekkürler. Kur’an dan aldığınız alıntılarda hangi tercümeden alıntı yaptığınızı öğrenmek isterim.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya abone olun!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet