Anasını da aldı, gitti…
Çocuklarını da köy okulları bir bir kapanırken, dönemin iktidarınca el üstünde tutulan ve evlerine gelip onlara iman dolu bir gelecek sunan gül suyu yüzlü insanların yurtlarına göndermişlerdi zaten.
Yıllar yılı tarım girdi maliyetinin yüksekliği sorununa çare bulunmadığı gibi, artık ellerindeki tohumu da kullanmaları engelleniyor, yabancı tohum kullanmak zorunda bırakılıyordu çiftçi… Bu tohum tekrar ekilemiyordu; basbayağı kısırdı! Aracı sorunu da çözülmeyince zaten babadan kalma tarlasını ekip biçmeye iflahı kalmamıştı.
Hem tam da ülke ekonomisi nihayet bu kadar mükemmel bir şekilde gelişirken kentte bir inşaatta ya da başka bir işte çalışmak tek yol kalıyordu önünde. Öyle ya, ülke büyükleri, dünyanın en büyük ülkelerinin hepsinden daha büyük saraylar yaptırıyor, onlar işe metroyla bisikletle giderken burda camiye bile pırıl pırıl lüks konvoylarla gidiliyordu. Hem onlar için de krediyle şehrin yakınındaki yüksek binalarda daire fırsatları vardı. Elde avuçta kalanı satıp üstüne de krediyle başlarını bir apartmana sokabildiler.
O yüzden, anasını da aldı gitti.
Hanım da şehirde yeni yeni inşa edilen lüks konaklarda ev hizmetine gitti… Zamanla da o yüz yıllık eşarbını bir başka türlü takıp bir de tepesine gözlük oturtmuyor muydu işe giderken! … çalıştığı yerin hanımlarından görüyormuş zahir.
Hiç de fena gitmiyordu işler. Taa ki çalıştığı taşeron firmanın işi kötüleyip onu bulduğu geçici işinden çıkarana kadar… Sene 2008’di… Kriz olmuş dediler, dış güçler kıskanmış meğer bu refah artışını, Almanya bile bu güçlenişi kıskandı filan dediler.
Neyse ki hanımın işler epey iyiydi, zenginlerin zenginlikleri arttıkça mahallenin hanımlarına da iş düşüyor; daha eğitimlileri uzak zengin semtlerde güzellik hizmetleri, danışmanlık gibi servisler sunarken, hanımı gibi sade ilkokul mezunu olanlarsa zengin konaklarında, lüks semtlerde işler bulabildikçe eve maaş giriyordu.
Oğlanı görememişlerdi epeydir… vakfın yurdunda sağlam bir geleceğe hazırlanıyordu o da. Gerçi bayramda eve geldiğinde pek suskundu, daha bir durgun, çok da kopuk görünüyordu onlardan. Ama olsundu…kafası meşguldü herhalde, çok çalışıyor olmalıydı hatip olacaktı inşallah; daha ne olsundu onun gibi çiftçi mi kalıp sürünseydi? Yok, iyiydi böyle.
Bu arada amca oğlunu Soma’daki madende, o büyük faciada kaybetmişlerdi…ne üzülmüşlerdi! Kader! bu da madencinin kaderiydi işte… fıtrat lafını orada duydu ilk.
Sonra tren kazaları oldu, depremde insanlar öldü…ama neyse ki onlar bunları pek duymadılar. TV’de iman gücünü besleyen programlar, imparatorluğa öykünen diziler baskın çıkıyordu. Sonra sokağa çağrıldılar birgün! Çok ciddi birşeyler olmuştu…meğer tüm bu serveti yaratan, ülkeye bu kadar hizmeti dokunan lidere hain bir saldırı olmuştu! Neyse ki onu korudular…ama çok da zayiat vardı.
Ondan sonra işler daha bir zorlaştı. Hanım da artık eskisi kadar kazanamıyordu. Neyse ki oğlan artık diyanete girmişti…devlette bürokrat olacaktı! Artık sırtları yere gelmezdi.
Ama… sonra bu salgın çıktı … ciğerleri parçalanırcasına öksürüyordu, hastaneden de bir türlü randevu alamamıştı; test olmak istiyordu ama bir kez acile gittiğinde kalabalıkta beklemeye takati kalmayıp geri dönmüştü. Bir de sokağa çıkma yasağı, üstüne tuz biber … gene dış güçler diyorlardı …bu kez Çin işiymiş.
“Ahh köyde kalıp tarlamı mı sürseydim” diye düşündü… ciğerleri çatlarcasına canını acıtıyordu…