Uzman ve teorisyenlerin bilime dayalı öngörü ve uyarıları dikkate alınmayınca, iktisadi paradigma değişimleri büyük krizlerle ortaya çıkar. İktisadi politika hedefleri ve bu hedeflere en doğru rotayı gösteren araçlar, bilimsel temellere dayanır. Bir sosyal bilim olan iktisadın temel sorunsalı refah, yani verimlilik ve eşitlik iken; hedefe ulaştıracak araçlar ise, kültürden başlayarak toplum hayatını çevreleyen kurumsal kodların ve teknolojinin evrimiyle bağlantılı olarak gelişime açıktır.
Siyaset yapanlar umut, hükümet edenler rant dağıtma eğiliminde iken; bilim insanın rolü öngörmek, sivil toplum kuruluşlarının rolü toplumsal talepleri devlete iletmek, medyanın rolü eleştirmek, bürokratın rolü ise olguyu gözlemek, raporlamak, devlet mekanizmasındaki çarkların en uyumlu şekilde işlemesini sağlamaktır. Bu rollerin göreli ağırlığı ve ulaşılan denge de demokrasinin kalitesini belirler.
Economist Intelligence Unit’e göre, 2021 yılında tam demokrasi ile yönetilen nüfus dünyanın sadece yüzde 6.4’ü, “kusurlu demokrasi” aile ile yönetilen nüfus oranı ise yüzde 39.3 iken, dünyanın nüfusunun yüzde 54.3’ü ise otoriter ya da yarı otoriter rejimlerle yönetilmekte. Türkiye 167 ülke içinde 103. sırada ve yarı otoriter olarak listelenmiş. Elbette bu ölçüm ve kriterleri tartışılabilir. Ancak, ölçüm yapılan ülkelerin çoğunluğunda ve gelişmiş ülkeleri de içerecek şekilde 2008’den bu yana değişik oranlarda da olsa, otokratikleşme eğilimi gözleniyor.
Peki siyasette bu artan otokratikleşme eğiliminin 40 yıldır dünyaya hakim olan liberal ekonomik paradigma ile ilgisi yok mudur? Elbette vardır ve hem de çok da bağlantılıdır. Credit Suisse’in raporlarına göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik nüfusu, yaratılan yıllık gelirin yaklaşık yüzde 20’sinin ve refahın da yüzde 40’ının sahibi. Demokrasi adı altında sadece maddi güç sahiplerinin siyaset yapabildiği bu sistemin sürdürülmezliği gitgide daha da barizleşirken, güç sahibi de çareyi hak arama yollarını kesmekte buluyor. Siyaset yüzde 1’e refah dağıtmaya devam ederken; 21. yüzyılın bilgi ve teknoloji çağında hala “öngörülemeyen” finans krizlerinin ve önü alınamayan pandeminin etkileri gibi olası bir 3. Dünya savaşının etkisi de en çok fırsat eşitliği gitgide daha çok elinden alınmış, eğitimi niteliksizleşmiş, işi güvencesizleştirilmiş, tatil ve eğlence hakları bile lüks haline gelmiş yüzde 75-80 nüfus üzerinde görülecektir.
Kalkınmanın tanımı, hedefleri ve araçları üzerine bu köşemde zaten epey yazmış olduğum için, bunları tekrarlamadan eşitlikçi ve sürdürülebilir büyüme olmadan kalkınmanın da olmayacağını belirtmek gerek. Kırk yıldır dışa bağımlılığı körükleyen bir siyasi ve iktisadi vizyonun, ekonomik yapıyı rekabet edebilir düzeyden daha da uzaklaştırarak ülkeyi orta gelir tuzağına kilitlemiş olduğu malumumuz. Burada, “fakat özel sektör silah sanayinde çok gelişti” argümanının yetersiz kaldığı da ihracatımızdaki yüksek teknoloji payının hala yerinde ve yüzde 5’in altında seyretmesiyle açıktır. Türkiye’nin kalkınması için eğitim, sosyal sermaye, ara mal/girdi üretiminin yanı sıra, içinde olduğumuz ve daha ne kadar süreceği öngörülemeyen dönem gibi olası jeopolitik belirsizliklere karşı iç talebi güçlendirmek şarttır.
Bu çıkarımı desteklemek için, 100’den fazla ülke verisi kullanarak yapmış olduğum ampirik bir çalışmanın sonuçlarından bahsedeyim: Ölçümleme sonucuna göre iç talep büyüme ile pozitif ilişki gösterirken, ticaretin büyüklüğü ise büyümenin istikrarsızlığı ile belirgin bir poziitif ilişki sergiliyor.
Son söz: Aslolan, iç cephedir!
En isabetli ve doğru tanımlama ve tespitlere dayalı makalelerden biri. Tabii gerçeği görebilen az ve siyasal islamın ülkeyi ve halkı ileri bir noktaya taşıdığı yalanına inananlar azımsanmayacak sayıda.
İktisat bilimi, teknik bir ilim dalıdır ve matematik ispattan geçer! İktisat okuyanlara yüksek matematik, istatistik, ekonometri, kantitatif iktisat teorisi vb. dersler boşuna okutulmamaktadır!
Teşekkürler,selam ve saygılar.