Hümay Göbel yazdı…
“Çünkü ihsan insanı borçlu kılar ve borçlu olmak köleliktir.” (Leviathan – Thomas Hobbes)
İyilik yapma refleksini doğuran dürtü nedir? Kayıtsız kalamayış mı, empati yoğunluğu mu, eden bulur inancı mı, minnet ihtiyacı mı?… Sanırım her cevaplayan için farklı farklı yanıtları olabilecek kadar sübjektif bir soru bu. Peki kaçımız iyiliğimizi sadece unutmayı başarabiliyoruz?… Minnetsiz, teşekkürsüz kalmış iyiliklerimiz kaçımızın içine dert olmuyor?…
Ünlü dogmacı yönetmen Lars von Trier’nin, ABD: Fırsatlar Ülkesi üçlemesi film serisinin ilki Dogville’i daha önce, Bergman’ın Persona filmi ile birlikte Jung arketipleri üzerinden analiz etmiştim. Bu kez serinin ikinci filmi Manderlay’i, kurgusu itibariyle toplumsal bir çerçeveden ele alacak; demokrasi, ırkçılık, toplum sözleşmesi, devlet ve pozitif hukukla gelenek-görenek çatışması içinde filmi tartışmaya açmaya çalışacağım.
Dogville’den dersini alarak ayrıldığınız düşündüğümüz Grace, (Bu filmde Nicole Kidman yerine Bryce Dallas Howard, Grace karakterine hayat veriyor.) bıkmadan usanmadan zıtlaştığı babası ve gangster çetesiyle birlikte hayatını sürdürmektedir. Manderlay kasabasında durakladıklarında bir plantasyonda yaşanan kaosa farkında olmadan dahil oluverirler.
Trier yine mekanı manipüle etmiş ve tiyatro sahnesi hissini ustaca algılarımıza kodladığı krokili sahne planlamasıyla Brechtyen tavrını konuşturmuştur. Çizilmiş bir sahne üzerinden mekan algısını sıfırlayarak seyircinin filme kapılıp gitmesinin önüne geçerek seyirciyi doğrudan film üzerine düşünüp onu sorgulamaya yöneltmiştir.
Sene 1933’tür. Büyük Buhranı’nın izlerinin sürdüğünü filmin geneline hakim olan yoksulluk havasıyla açıkça görürüz. Plantasyondan bir kadın çıkar koşarak Grace ve babasının yanına gelerek yardım ister. İçeride bir kölenin kırbaçlanmak üzere olduğunu ama bu kölenin kırbaçlanmayı hak edecek herhangi bir şey yapmadığını söyler. Ve asla duyarsız kalmayı başaramayan Grace, babasının tüm durdurma çabalarını görmezden gelerek hikayenin içine dalıverir.
Bilindiği üzere kölelik 1863 yılında, Abraham Lincoln’ün Özgürlük Bildirgesi ile birlikte yasaklanmış, 1964 yılında çıkarılan Yurttaş Hakları Yasası ile birlikte siyahilerin ikinci sınıf vatandaş statüleri de ortadan kaldırılmıştır. Belirtilen bu tarihler bir dönüşüm istencinin sadece başlangıç noktaları olabilmiş, kölelik durumunun kadim bir sorun olması nedeniyle, etiklerinin yok edilmesi ve sahih bir biçimde gerek siyasi gerek sosyolojik gerekse hukuksal olarak dünya sahnesinden silinmesi henüz günümüzde bile tam anlamıyla mümkün olamamıştır. Zira en yakın örneğini 2020 Mayısı’nda ABD’de George Flyod’un ölümü ve sonrasında yaşananlarla tüm insanlık olarak deneyimledik ne yazık ki…
Grace 70 yıl önce yasaklanan köleliğin bu plantasyonda devam ettirildiğine inanamaz, duyarlı ve demokrat bir vatandaş olarak kendini bu siyahilere karşı sorumlu hissederek duruma müdahale eder, tabii arkasında bir grup silahlı gangsterle birlikte… Çiftliğin hanımı bu esnada rahatsızlanır ve ölmeden önce Grace’ten, yatağının altındaki kitabı kimseye göstermeden yok etmesini ister. Grace burada karar vericinin kendisi olamayacağını düşünerek kitaba herhangi bir müdahalede bulunmaz. Bu kitap filmin anahtarıdır: “Hanımın Kanunu.”
Hanımın ölümüyle birlikte ailenin diğer fertleri yönetimi ele almak isterler ve Grace’in çok da profesyonel olmayan hukuki tehdidini görece dikkate alarak çiftlik çalışanlarına birer sözleşme yapma fırsatı sunmaya karar verirler. Bu sözleşmelerle onlar artık köle statülerinden kurtulacak ve emekleri karşılığı ücretle ödüllendirilen birer çalışan sıfatına sahip olacaklardır. Trier burada Marksist bir odaktan eleştirisini yapmayı seçer. Modern toplumun sözleşmeli köleleri… Emeği satın alınabilir, fırsat eşitsizliği malulleri… Sözleşme adı altında ücretli emek sömürüsü; günümüzde de geçerliliğini koruyan ve insan onurunu ayaklar altına alan, köleliğin modernizasyonundan başka bir şey değildir.
Grace, onunla birlikte kalan gangsterlerle ve babasının avukatı ile birlikte duruma müdahale eder. Avukat, çiftlik çalışanlarını koruyan, hatta onları çiftliğin müşterek sahibi haline getiren ve bu noktada aileye, dilerlerse, bu çiftlikte onların çalışanı olma fırsatı sunan yeni bir sözleşme metni hazırlar. Böylelikle Grace, yıllarca kölelik zulmü ile ezilmiş bu insanlara demokrat bir Amerikan vatandaşı olarak borcunu ödeyeceğine inanır.
“Birçoklarını ayırmak için sürüden – bunun için geldim ben. Varsın halk ve sürü kızsınlar bana…” (Böyle Buyurdu Zerdüşt – Friedrich Nietzsche)
Grace tüm bu yaptıklarının ardından çiftlik halkından ufak bir minnet gösterisi beklese de ne yazık ki beklediğinden çok farklı bir sonuçla karşılaşır. Yıllarca kölelikle sömürülmüş bu insanlar minnet göstermek şöyle dursun, beyaz kadının müdahalesi sonucu bir anda ortasına düştükleri bu yeni durumdan oldukça huzursuz görünmektedirler. Çiftliğin en yaşlısı Wilhelm’in bir sorusu onların yaşadıkları durumu özetler niteliktedir: “Özgür insanlar akşam yemeğini saat kaçta yerler?”
Varoldukları ilk andan bu yana sürekli ne yapmaları ve ne yapmamaları gerektiği şöylenmiş, sınırları katı kurallarla çizilmiş bu insanlar şimdi, varlığından haberdar bile olmadıkları özgürlüğün, kendilerine beyaz kadın tarafından lütfedilmesiyle başa çıkmak zorundadırlar.
Burada filmi biraz geriye sarmalı ve plantasyona müdahale etme kararı almadan önce Grace ve babası arasında geçen ufak bir konuşmaya değinmeliyim. Grace duruma müdahale etmeleri gerektiğine inandığını söylediğinde babası ona, 6 yaşındayken sahip olduğu kuş Tweety’i hatırlatır. Grace Tweety’nin kafesinin içinde çok mutsuz olduğuna kendini inandırmıştır. Kafesinin kapısını açık bırakarak ve ona özgür bir kuş olma imkanı sunarak onun daha güzel bir hayatı olacağını düşünmüştür. Ve fakat ne yazık ki, Tweety’i ertesi sabah camın önünde donmuş bir vaziyette bulmuşlardır. Kuş, kafes ve özgürlük kavramları üzerine kurulu bu küçük metaforik sahneyle Trier filminin gidişatı için sağlam bir ipucu sunar seyirciye.
“Tavsiye ve emir arasındaki bir büyük fark, emrin kişinin kendi çıkarına yönelik olması; tavsiyenin ise başka bir kimsenin çıkarına yönelik olmasıdır.” (Leviathan – Thomas Hobbes)
Grace çiftlikteki yeni durumun sindirilmesi ve ailenin de kontrol altında tutulabilmesi için bir süre Manderlay’de kalmaya karar verir. Yanındaki gangsterlerle birlikte buradaki kalış amacının, bu yeni durum benimsenene kadar danışmanlık etmek olduğunu belirtir çiftlik halkına. Onların işlerine karışmadan yalnızca olası bir sorun durumunda müdahale etmek için orada olacaklardır.
Film, Grace’in yolun başında yalnızca danışman olarak başladığı bu girişimin kendisini bilinçli/bilinçsiz olarak nasıl bambaşka bir statüye getirdiğinin öyküsüdür aslında. Daha metaforik bir yaklaşımla Grace’in, Hobbes’un Leviathanı’na dönüşme öyküsüdür.
“Hak, hakkaniyet, hukuk ve adaletin nedenleri ve kökendeki yapısını bilmemek, insanı, gelenek ve emsali, hareketlerinde kural kabul etmeye yöneltir.” (Leviathan – Thomas Hobbes)
Grace ilk başlarda gerçekten Manderlay sakinlerine söylediği gibi, onların işlerine karışmadan, onları yalnızca gözlemleyerek aralarında dolaşmaktadır. Gözlem yaptıkça onların bilgisizliği, boşvermişlikleri ve tembel tutumları Grace’i rahatsız eder. Gangsterlerinin silah gücünü de kullanarak tüm çiftlik sakinlerini biraraya toplayarak bir eğitim süreci başlatır. Onlara ilk öğreteceği şey de demokrasi olur…
İlk eğitim toplantısında demokrasi, oy hakkı ve özgür irade konusunda sağlam bir nutuk çeker Grace ve artık çiftlikteki sorunların oylama yoluyla, doğrudan çiftlik sakinlerinin iradelerini ortaya koymalarıyla çözüleceğini salık verir. Onlar da bu yolu hızlı bir şekilde benimserler öyle ki saatin ayarlanması gibi ufacık bir mevzuyu bile demokrasi yoluyla çözmek isteyecek kadar heveskardırlar.
İlk filmi seyredenler hatırlayacaklardır. Filmin ilk aşaması Grace’in Dogville halkının güvenini kazanması üzerine kuruluydu. Aynı güven sorununun burada olduğunu söylemek mümkün. Bu kez güven sorununu ortadan kaldırabilmek içinse Grace, Hanımın Kanunu kitabında yazanların tam tersi bazı mekanizmalar oluşturmaya çalışır. Örneğin kitaba göre girilmesi yasak olan Hanımın Bahçesi isimli ormandaki ağaçların, eğer isterlerse çiftlik sakinlerince kesilip evlerini onarmakta kullanılabileceğini söyler. Yine kitaba göre çiftlik sakinleri için yapılan ve Grace’e göre insan haklarına aykırı karakter gruplandırmasını da reddeder. Böylelikle Grace’in girişimleri sonuç verir ve o da artık çiftlik halkıyla kaynaşmaya başlar.
“Çok sayıda kişi onu oy birliği ile kabul etti diye, bir hesabın doğru olduğu söylenemez.” (Leviathan – Thomas Hobbes)
Grace, demokrasi konusunda verdiği dersin diyetini günü gelince ödemek zorunda kalır. Çiftlikteki yiyecek sıkıntısı önlenemeyecek boyuta ulaşmıştır ve tek protein kaynağı olan eşeği keserler. Etini de köyü vuran kum fırtınasında ciğerleri hasar gören küçük kızın yemesi gerektiğine karar verirler. Ancak küçük kız çok hasta olduğundan doğru dürüst yemek yiyememektedir. Bir gece yarısı küçük kız ölür. Babası ölümünden yaşlı Wilma’nın sorumlu olduğunu çünkü kızının yemesi gereken eti Wilma’nın gizlice çaldığını söyler. Bunun üzerine oylama yapılmasını ve Wilma’nın cezalandırılmasını talep eder. Çiftlik sakinleri demokratik haklarını kullanarak Wilma’yı idama mahkum ederler… Grace bu kararın infazını kendisinin yerine getireceğini söyler. En nihayetinde demokrasiyi onlara getiren odur. Dolayısıyla diyetini üstlenmek ona düşecektir.
Özgür mü diyorsun kendine? Sana hükmeden düşünceni duymak isterim. (Böyle Buyurdu Zerdüşt – Friedrich Nietzsche)
Trier yine vurucu bir sonla seyirciyi farklı noktalardan sorgulamaya yöneltir. Filmin sonuna doğru öğreniriz ki Hanımın Kanunu kitabı bizzat Wilhelm tarafından yazılmıştır. Kölelik bizarihi bir köle eliyle meşrulaştırılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Wilhelm kitabı neye dayanarak yazdığını, içindeki tüm kuralları ve sınırları neye göre belirlediğini birbir açıklar Grace’e. Hanımın Bahçesi isimli ormanın niye yasak olduğunu, neden insanların karakterline göre gruplara ayrıldığını, neden dayakta dahi bir hiyerarşi durumu olduğunu… Tüm bu açıklamalar Grace’i daha da çileden çıkarmaktan başka bir işe yaramasa da Wilhelm son açıklamasını yapar: “Ehven-i şer böyle söyledi.”
“Günahınız değil – halinizden memnun oluşunuz yankılanmakta göğe kadar, günah işlemekte bile cimrilik etmeniz yankılanmakta!” (Böyle Buyurdu Zerdüşt – Friedrich Nietzsche)
Filmin, Grace’in Leviathan’a dönüşme öyküsü olduğundan bahsetmiştim. Timothy’i kırbaçlama sahnesiyle Trier bu algıyı destekler. Filmin en başında Timothy’nin kırbaçlanmasını önlemek üzere Manderlay’e müdahale eden Grace’i filmin sonunda aynı kırbaçla Timothy’i kırbaçlarken görürüz. İşte bu Trier’nin tokatlayıcı gerçekliğidir. Trajediye yer vermeksizin insanın yalın gerçekliğini ve hayvani dürtülerini ustaca açığa çıkarır bu sahneleriyle.
Grace Manderlay sakinlerinin asgari insan olma şartlarını reddetmelerindeki bu ısrarı bir türlü anlayamaz. Ona göre onlara iyilik etmiştir, onları özgürleştirmiştir ancak onlar köle kalmak konusunda öyle tutucudurlar ki Grace’in her türlü çabası sonuçsuz kalmıştır.
Trier Dogville filmiyle bireysel bir sorgu mekanizması oluşturmuştu. Seyircisinin doğrudan kendi vicdani hesabını yapmaya yönlendiriyordu. Manderlay filmiyle ise toplumsal bir sorgu alanı yaratmıştır. Film siyahilere yapılan zulüm üzerine kurulmuş gibi görünse de açık bir Amerikan demokrasisi eleştirisidir. Bir adım daha ileriyle taşıyacak olursak toplum sözleşmesi tartışmasıyla karşılaşırız.
ABD kendi sınırları dışındaki müdahalelerini daima demokrasi kisvesi altında gerçekleştirir. Vietnam’daki denemesinin nasıl sonuçlandığı malum… Irak’ta başlattığı demokrasi girişiminin bugün geldiği nokta siyaset bilimi öğrencilerine ders diye okutuluyor… Gerekli altyapıya sahip olmayan topraklara demokrasi götüreceğini iddia ederek ve bu meşru gibi görünen insan hakkı masallarının ardına sığınarak girdiği topraklarda yarattığı tahribatın çok mikro bir sunumudur aslında Manderlay. Grace Amerika’nın kendisidir. Geri kaldığını, ihtiyaç duyduğunu sandığı bir topluluğa demokrasi ve özgürlük getirmiştir ancak diyeti ağır olmuştur.
Nietzsche insanın doğası gereği unutkan olduğunu ve bu unutkanlık nedeniyle hiçbir akitle bağlı tutulamayacağını savunur. Bu nedenle toplum sözleşmesi kuramlarına da mesafelidir. Çünkü unutkan insan zihninin bu sözleşmelerin gerektiği gibi hayata geçmesinin önünde engel olduğunu savunur. Bu durumu da unutkanın insanın vaatte bulunma paradoksu olarak adlandırır. Öte yandan Toplum Sözleşmesi kavramını literatüre kazandıran Hobbes, insanların doğal durumlarında kaosun olduğunu bu nedenle tüm insanların biraraya gelerek bu kaostan kurtulabilmek için iradelerini daha mikro hatta kimi zaman tekil bir üst iradeye teslim etmeleri gerektiğini savunur. Bunun insanların birarada yaşama imkanlarını pekiştireceğini, düzen sağlayacağını vurgular. Nietzsche’nin kuşkuculuğunun aksine Hobbes kuramından çok emindir. Bu üst iradeyi Eski ve Yeni Ahit’te geçen su canavarı Leviathan ile somutlaştırır Hobbes. Ona göre Leviathan geniş güç ve yetkilerle donanmış, şiddet tekeline sahip bir mekanizmadır.
Grace de yolun başındaki yalnızca bir danışmanken yol ilerledikçe gücünü perçinleyen, gangsterlerin de yardımıyla şiddet aygıtına sahip olan, daha demokrat, daha özgür bir beyaz olarak siyahilerin Leviathan’ına dönüşür. Ve bu canavarın öldürücü darbesi Timothy’nin sırtına inen kırbaçta şaklar… Grace Nietzsche’nin kuşkuculuğundan biraz nasiplenseydi belki çiftlik sakinlerinin ortak iradeleriyle onu getirdikleri konumu reddedecek duruşu da gösterebilirdi ama toplum sözleşmesinin sarhoşluğu mu dersiniz yoksa yine Nietzsche’nin meşhur tabiriyle güç istenci dürtüsü mü dersiniz Grace’in gözünü kör eder… Tıpkı ABD gibi…
“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük”
-Gören körler mi?
-Hayır, gördüğü halde göremeyen körler… ” (Körlük – José Saramago)
Çiftlik sakinlerinin yeni tanıştıkları özgürlük, eşitlik, özel mülkiyet, demokrasi ezcümle liberalleşme karışışındaki tutuculuklarını da biraz deşmekte fayda var. Burada evrensel hukuki değerlerle örf-adet ve toplumsal hafıza çatışması belirleyici olur. Kahramanlarımız varoluşlarından bu yana kendilerine dayatılan sosyal bir gerçekliğin içinde yetişirler. Ve bir anda pat diye önlerine konulan anayasa, özgürlük, demokrasi gibi durumlar konusunda ne bir duyum ne de bir deneyim sahibi değildirler. Bu nedenle bu gruba evrensel hukuki ilkelerden bahsetmek, onlara demokrasinin nimetlerini uzun uzun anlatmak sade suya tirit olacaktır bir yerde. Daha yapısal bir dönüşümle bu insanların evrensel hukuk seviyesine çekilmesi gerekirken tepeden inme, ben yaptım oldu’cu anlayışla hayatlarını birden bire değiştirmeleri beklenmektedir. Hayata kör olarak başlamış birine bir çiçeğin rengini anlatmak ne kadar geçerliyse özgürlüğü hiç deneyimlememiş birine sen artık özgürsün demek de o kadar geçerlidir. Oysa çiçeği anlatmanın başka yolları da vardır, kokusunu, dokusunu betimlemek gibi. Dolayısıyla özgürlüğü anlatmanın ve benimsetmenin de başka yolları var. Daha insani, daha geçerli ve daha kalıcı yolları… Ama burada sorgumuz bizi üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi düzlemine getiriverir…
Sanat ve sağlık dolu günler…
Bayıldım bu analize. Teşekkürler.
kalite bu kadar da arttırılmaz ki. anlatılanlar ağır değil, ben hafifim.
neyse bir şekilde kafa yormam gerekiyor. Mihriban hanımdan sonra bir de Hümay hanım çıktı başımıza. veryansın TV iyi yolda.