Hümay Göbel yazdı…
”Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde acizlik var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz. ”
(İçimizdeki Şeytan – Sebahattin Ali)
En büyük arzularınıza kavuşmak için şeytanla anlaşma yapmayı korkusuzca göze alabilir miydiniz? Bu Tanrı’ya bir meydan okuma mı olurdu yoksa şeytana pabucunu ters giydirme girişimi varsayabilir miydik bunu? Şeytanla anlaşmaya varmak bizi günahkâr mı yapardı yoksa Tanrı’nın bahşedeceği irade ile şeytanı dahi alt edebileceğimize inanmak Yaratıcı ile aramızdaki bağı kuvvetlendirir miydi?
Niccolò Paganini ismini ne zaman duyacak olsam o eşsiz müzikal mirasından önce adına türetilen rivayetler gelir aklıma. Çağdaşlarının ve sonrasında şekillenecek tüm Klasik Müzik hayatının içinde kendine edindiği yer ile Paganini, sanırım en sıradışı virtüözdü. Nam-ı diğer Şeytanın Kemancısı hem fiziksel farklılıkları hem de her insan evladının nasiplenemeyeceği müzikal dehasıyla tanrılaştırıldığı kadar şeytanlaştırılmış ve asla stabil bir konuma sahip olamamıştır. Bu makus talih öylesine üstüne yapışmıştır ki ölü bedeni dahi huzuru ancak seneler sonra bulabilmiş ve Parma Mezarlığı’ndaki anıt mezarı ile ebedi istirahatgahına kavuşmuştur.
Mozart’ın çılgınlıkları, Beethoven’in huysuzluğu, Chopin’in melankolisi, Vivaldi’nin kızıl rahipliği ya da Tchaikovsky’nin histerileri… tüm bunlar Paganini’nin şeytanlık sıfatıyla boy ölçüşemezdi. O, kimilerine göre şeytanın ta kendisiyken kimilerine göreyse Tanrı’nın bir meleğiydi. Ortaçağ karanlığında kadınları kıyıma uğratan cadı rivayetleri ve aslında önyargıları Aydınlanma ile birlikte yerini, aklın almadığı üstün yetenekleri şeytanlaştırmaya ve daha da ileri giderek bu yeteneklerle donanmış dehaları aforoza bırakmıştı. Şeytanın Kemancısı da bundan nasibini aldı ve bize o lanetli ismi kaldı… Bu öykü; şeytanla anlaşma yaptığına inanılan bir kafirin, Tanrı’nın dokunuşuyla kutsanmış bir meleğin, ruhunda sapkın büyüten bir caninin ve gelmiş geçmiş en büyük keman virtüözünün öyküsüdür ve tüm o rivayetlerden azade kanlı canlı, noksanları ve fazlalarıyla, insan Niccolò Paganini’nin öyküsüdür.
“Oysa böyle kaba bir yöntemden medet ummasına gerek yoktu. Çünkü keman çalmak, her şeyden önce akrobasiyle milleti şaşkınlığa sürüklediğim yeni parmak hareketleri icat etmek, bana büyük mutluluk veriyordu.” (Niccolò Paganini)
1782’nin Ekimi’nde Cenova’da bir oğlan doğar. Bebekken, sonraki bütün hayatını etkileyecek fizyolojik anomalileri fark edilmiş miydi bilinmez lakin bu oğlan 6 yaşına geldikten sonra 19 yaşına kadar her gün 12 saat boyunca babasına keman çalar. Düşünün… çocukluğu, ergenliği ve gençliğinin ilk adımlarında tek bir dostu vardır, kemanı… Çocuk olamadan büyümek bir insana verilecek en büyük ceza olsa gerek ama kimi özel ruhlar bu cezayı bir sermayeye çevirmeyi başarıp isimlerini dünya sahnesine bir daha hiç silinmeyecek altın harflerle yazdırırlar. Paganini için de böyle oldu. Çocuk olamamasının ödülü, kendinden sonraki her devirde yaşayacak bir isim oldu.
Gençliğe adım atması ile birlikte yavaş yavaş aile bağlarını gevşeten Paganini, 19 yaşına geldiğinde geride bıraktığı yıllar boyunca yaptığı o uzun provaların meyvesini toplamaya başlar ve Lucca Cumhuriyeti Orkestrası’nda ilk kemancı olarak görev alır. 1805 yılına gelindiğinde Lucca’nın, Napolyon Fransa’sı tarafından ilhakı ile birlikte Paganini’nin kaderi de değişir. Lucca idaresinin başına Napolyon’un kız kardeşi Elisa getirilir. Paganini’yi konserde dinleyen Elisa ondan ziyadesiyle etkilenir ve onu saray orkestrasına aldırır. Burada Paganini’nin çapkın karakterine atıfla onun Elisa ile bir süre tutkulu bir aşk yaşadığı rivayet edilse de saray orkestrasında görev almasıyla birlikte Paganini’nin yükselişinin ivme kazandığı daha makul bir gerçekliktir.
“Büyük zaman aralıklarıyla sanatlarında gücü ellerinde bulunduran ve bir ardıl bırakmaksızın kaybolan titanlardan biridir, Paganini.” (Hector Berlioz)
Yükselen Paganini için şöhretin kapılarını ardında kadar açan gelişme 1813 yılında, Milano’da, La Scala Operası Konseri ile yaşanır. Bu konserle birlikte artık Paganini ismi birçok insanın kulaklarına bir daha unutulmayacak biçimde işler. La Scala Operası’ndaki ilk konserinde bütün dikkati celbetmesinin ardından burada bir dizi resital programına başlar. Bu resitallerin müziğinin tüm Avrupa’ya yayılmasında etkisi oldukça büyüktür. Resitallerden birinde konser boyunca oldukça agresif bir icra gerçekleştiren Paganini’nin kemanın tellerinden biri kopar. Ancak o, müziğine ara vermeksizin tek telli kemanla sanki hiçbir aksaklık olmamış gibi kusursuz şekilde müziğini icra eder. Tek telle gerçekleşen bu icra sanatseverleri öylesine büyüler ki Paganini o günden sonra birçok konserinde kemanının tellerini hususi olarak kopartarak icralar sunar. Öte yandan kullanılması imkansız sayılan birçok tekniği de rahatlıkla uyguluyor olması ve müziğine derç etmiş olması onun insanüstü varlıklara özgü birtakım yeteneklerle donanmış olduğuna dair inançları kuvvetlendirir.
1817 yılında bitirdiği ve 1820 yılında Ricordi tarafından yayımlanan 24 Kaprisi ile Paganini keman tekniğinin zirve noktasını işaretler adeta. Solo keman için bestelediği ve etüd olarak çalışılmasını tasarladığı kaprisler, virtüözler için üstün yeteneklerini ispatlama olanağı sunan birer başyapıta dönüştüler.
“Aslında Paganini’nin orkestra besteciliğine göz dikmemiş olması, biz İtalyan besteciler için büyük bir şanstır. Ondaki deha, hepimizin pabucunu dama atardı.” (Gioacchino Rossini)
24 Şubat 1821 akşamı Rossini’nin çiçeği burnunda operası Mathilde von Chabran, Roma’daki Apollon Tiyatrosu’nda prömiyerini yapacaktır. Son prova alınacağı gün orkestra şefine inme iner. Rossini için tek çare Paganini’ye gitmektir. Paganini son provadan kısa bir süre önce partisyona göz gezdirir ve Rossini’nin mesajını kavramaya çalışır. Nitekim prömiyerde orkestrayı öylesine ustalıkla yönetir ki gecenin sonunda tüm orkestra ve Rossini salondan gururla ve mutlulukla ayrılırlar. Bu anekdot Paganini’nin dehası ve üstün yeteneğinin sarih bir göstergesi sanırım.
“Paganini’nin Adagio’sunda bir meleği şarkı söylerken işittim.” (Franz Schubert)
Tüm başarılar üst üste eklendikçe Paganini, fareli köyün kavalcısı gibi müziğini duyan herkesi efsunlayarak kendine hayran bırakan bir fenomen haline dönüşür. 1828’de onu bir konserde dinleyen Schubert adeta Stendhal sendromuna yakalanır ve ağlama krizine girer. Romantik Dönem boyunca Paganini’yi kanlı canlı dinleme fırsatına erişmiş tüm klasik müzik bestecileri ki bunların içinde Schubert, Rossini, Chopin ve Meyerbeer gibi dünyaca tanınmış birçok saygın besteci de bulunmaktadır, onun bir mucize olduğunu düşündüklerini her fırsatta dile getirmişlerdir.
“Aklın bittiği yerde Paganini başlar.” (Giacomo Meyerbeer)
1827 yılında Papa 12. Leo tarafından Altın Mahmuz Nişanı verilen Paganini, 1827 yılında Metternich’in daveti üzerine Viyana’ya gider. Artık tüm Avrupa’da tanınan ve gizemli kişiliği ile en merak uyandıran sanat figürü haline gelmiştir. Bu sınırsız şöhrete sırtını yaslayan Paganini 6 yıl sürecek bir turne programı düzenleyerek Avrupa’nın birçok ülkesinde yorulmaksızın ardı arkasına konserler vermeye başlar.
“Ancak Goethe’nin Mefisto’su böyle keman çalabilir.” (Ludwig Rellstab)
Buraya kadar insanüstü yeteneklerle donanmış, adeta mitolojik bir varlığın portesi çizilmiş olsa da Paganini bir insandı. İnsanların zaafları vardır, hastalıkları, travmaları, acıları, yaraları, hırsları, tutkuları vardır… Çoğu zaman da kontrol altında tutulamayan zaaflar ve tutkular büyük bir zaferi berbat etmeye yeter.
Düşünün bir kere, bir anda sanat dünyasının odak noktası haline gelmiş bir deha, konser üstüne konserlere çıkıyor, o dönem insanlarının hayal dahi edemeyeceği miktarlarda paralar kazanıyor. Öyle parlak, öyle cezbedici bir dünya ki bir yandan da kıskançlıkla kıvranan düşmanlar toplanıyor etrafında. Ama her görünenin bir de görünmeyeni vardır. Paganini bu ışıklı dünyanın ona sunduğu olanakları kadın ve kumar tutkusuyla hızlı bir şekilde tüketti. Kumar onun için vazgeçilmezdi. Konserlerden kazandığını olduğu gibi kumara yatırıyor ve hiçbir zaman kumardan kazanç sağlayamaması onu asla durdurmuyor aksine cesaretlendiriyordu daha ileri gitmek için. Öyle ki bir gün kumarda tüm parasını kaybettikten sonra oyuna devam edebilmek için Amati kemanını masaya sürer. Bilenler bilir, benim de yazarken heyecandan parmaklarım titredi, Amati öyle kolay kolay herkesin ulaşabileceği bir keman değildir. Hele ki o dönemde erken dönem yapımların birinci elden çıkmış olduğu düşünülürse basit bakkal hesabıyla Paganini’nin masaya sürdüüğü Amati ile bugün Boğaz’da belki de iki yalı alınabilir. Amati’sini masada kaybeder Paganini. Bu olaydan sonra konsere çıkabilmek için bir iş insanından; 1742 yapımı, Usta’nın en olgun işlerinden olan bir Guarnerius ödünç alır. Bu kemanla çalacağı konsere o iş insanı da gelir ve Paganini’yi sahnede kanlı canlı dinleme fırsatı bulan adam kemanı ona hediye eder zira o kemana artık başka bir el değecek olursa kemanın kutsallığının bozulacağına inandırmıştır kendini. Paganini bu kemana “Gülle” ismini koyar ve o günden sonra, içlerinde başka Amati’lerden Stradivarius’lara birçok kemanın bulunduğu geniş bir keman koleksiyonuna sahip olmasına rağmen birçok konsere Gülle ile çıkar.
Böylesine sınırsız bir dehanın karşısında döneme tanıklık etmiş birçok kadının Paganini’nin çekimine girmiş olması sanırım anlaşılabilir. Zira Paganini kendini asla yakışıklı bir adam olarak görmemiştir ama kemanını eline aldığında tüm kadınları etkileyebileceğini de sahnede defalarca tecrübe etmiştir. Bu nedenle etrafında hep kadınlar olur ve o da hiç vazgeçmez kadınlardan. Ancak bu vazgeçilmez kadın tutkusu genç yaşta Frengiye yakalanmasına neden olur ve ölümle frengi nedeniyle yüzleşir… Frengi onu sadece öldürmemiş aynı zamanda yaşadığı hayatı da karanlığa çevirmiştir. Söz konusu dönemin gelişmemiş tıp teknikleri nedeniyle yalnızca cıva ve afyon tedavisi görmüş ve bu tedavi de onu halüsinasyonlara, korkunç bunalımlara sürüklemiştir. Tedavi sandığı şeylerle her gün cehennemin içine biraz daha dalmıştır aslında Paganini…
Ezcümle sevgili okuyucu, Paganini’nin kumar ve kadın tutkusu dehasını kıskananlara istedikleri malzemeyi verir… Her gittiği turnede mutlaka birileri onun şeytanla iş birliği yapan bir kafir olduğuna dair söylentiler çıkarır. 1831 yılında Viyana’daki bir konserinde Cadı Varyasyonları’nı icra ettiği sırada bir gazeteci bizzat şeytanın sahnede ona eşlik ettiğini gördüğünü iddia etmiştir.
Paganini yalnızca bir sanatçı değildi, aynı zamanda usta bir tüccardı. Kendini sahnede devleştirmeyi çok iyi biliyordu. Tek telle keman çalmak gibi, birçok virtüözün cesaret edemeyeceği trilleri kolaylıkla icra etmek gibi ustalık isteyen işleri rahatlıkla yapıyor oluşu onun aklın sınırları içinde idrakini zorlaştırıyordu. Oysa Paganini hastaydı… Marfan Sendromu ve Ehlers Danlos Sendromu (genetik bağ dokusu hastalığı) nedeniyle fiziksel anomalileri vardı. Bu da ona kemanı daha esnek kullanma, fiziksel imkansızlıkları bertaraf etme fırsatını sunmuştu aslında. Bir çeşit araknodaktiliydi (örümcek parmaklı). Bu rahatsızlıklar ona birer fazilet olarak geri dönmüştü aslında. Yokluğun içinden bir hikmet çıkarmıştı Paganini. Grotesk bir figür gibi tarihin karanlığına gömülmesi olasıyken o karanlığın içinden, dehasını ve yeteneğini kullanarak bir sanat ikonu çıkarmıştı.
O tuhaf görüntüsü açıklanamaz bir deha ve yetenekle birleşince, tüm bunlara bir de kadın ve kumar tutkusu eklenince Paganini’yi şeytan ilan etmek hiç de zor olmasa gerek… 1830ların sonlarına doğru artık cıva ve afyon tedavisi nedeniyle eski çevikliği kalmayan Paganini yavaş yavaş gözden düşmeye başladı. 1836’da Casino Paganini adıyla bir kumarhane açıp işletme girişimi de başarısızlıkla sonuçlanınca tüm kişisel eşyalarını satarak borçlarını kapattı ve o dönem bir İtalyan şehri olan Nice’e yerleşti. Bu sürece gelene değin hakkında birçok dedikodu ve rivayet türetildi. Reşit olmayan kızların namusunu lekeleyen bir sapık, kıskançlık yüzünden sevgilisinin boğazını kesen bir katil, ruhunu şeytana satan bir kafir… herkes bir şeyler söyledi ama kimse söylediklerini ispat edemedi. O ise yalnızca müziğiyle konuştu… 1840 yılında artık son nefesini vereceği anlarda yanına gelen papaza henüz ölmeyeceğini söyleyerek günah çıkarmayı reddedince İtalyan Katolik Kilise’si defnini engelledi ve mezar yeri göstermeyi reddetti. Bu nedenle Paganini tahnit edilerek öldüğü evin bodrumunda onu görmek isteyenlere ne yazık ki peşkeş çekildi… Evet, bu onun hayranları için adeta bir hac niteliği kazanmıştı belki ama ölü bir bedenin böyle metalaştırılması, o bedenin içini bir zamanlar doldurmuş olan ruha, sanırım yapılabilecek en aşağılık şey olsa gerek. Nitekim çok geçmeden resmi makamlar tabutun kapatılmasına karar verdi. Ölümünden tam 30 yıl sonra da nihayet takdis edildi ve Parma Mezarlığı’nda adına yapılan anıt mezara defnedildi…
Paganini sanat dünyasında bir fenomen haline gelmiştir. Hayat hikayesi defalarca beyaz perdeye taşınmıştır. Meraklıları için; A Song to Remember (1945), The Magic Bow (1946) Kinski Paganini (1989) ve The Devil’s Violinist (2013) filmlerinin Paganini merkezli filmleri olduğunu belirtmek isterim. Ben yalnızca The Devil’s Violinist filmini seyretme fırsatını buldum. Filmde Paganini’yi modern keman virtüözleri içinde sıradışı bir yeri olan David Garrett canlandırıyor. Gerek dönem atmosferini yansıtması gerekse David Garrett’in olağanüstü müzikal performansının seyri için gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir film.
Hakkında onca rivayet bulunan bu fenomen için söylenecek ve yazacak şeyler tükenmeyecek sanırım. Ama bu dolu dolu hayatın eminim ki her insana dokunan bir yanı olacaktır. Paganini’nin tüm konserlere provasız çıkması ya da skordatur (yaylı çalgılarda alışılmış akordun belli bir amaç için değiştirilmesi) tekniğiyle icra sunması dahi dedikodu malzemesi olmuş ve onun şeytanlaştırılmasının önünü açmıştır. Oysa o yalnızca kendi bildiği yolda zirveye tırmanmaya çalışan bir faniydi. Rahat bıraksalardı belki çok daha büyük bir miras kalacaktı ondan bize. Çocukluğunu, ergenliğini ve gençliğinin ilk yıllarını kemana adamış bir sanatkar için bu çok görülmemeliydi. Aklımızla anlamlandıramadığımızı ya da geleneksel kalıplarımıza sığdıramadıklarımızı lanetleme hastalığımız sanat tarihinin iyileştirilemez vebası belki de.
Şimdi düşünüyorum… acaba o muydu ruhunu şeytana satan yoksa onu anlamaktan aciz akıllarıyla hakkında türlü söylentiler çıkaran biçareler miydi şeytana farkında olmadan hizmet eden… Bir yeteneğin bize sunulmamış olması ya da onu idrakten yoksun olmamız o yeteneğin gerçekliğini inkara mı sürüklemeli bizi? Bir dehanın zihnine sahip olmamak, dahi bir zihni şeytanın kölesi ilan etmek için geçerli bir sebep mi? Ne çok soru ve ne çok yanlış cevap çıkar kimbilir bu öyküden… Öyle ya da böyle, o da ölümlülerin yüzleştiği nihai gerçekle yüzleşti ve bu dünyayla vedalaştı. Onun adına söylentiler türetenlerin adları silinip giderken o müziğiyle çağının çok çok ötesindeki insanlara dokunacak kudrete ulaştı.
Bu yazının ardından Izthak Perlman, Yehudi Menuhin, Hilary Hahn ya da benim öncelikli tercihim David Garrett’tan birkaç Paganini icrası dinleyin. Benim sözcüklerim, başkalarının kitapları ya da senaryolaşmış hayat öyküsü… hiçbiri onun müziği kadar iyi anlatamaz kendini…
Sanat ve sağlık dolu günler…
2 saatlik film izlememe gerek kalmadan 6 dkta ibretlik bir hayat okudum. paganiniyi duymus ve dinlemistim, ama harbi film gibi adammış. yazılarınız harika… konularınız harika…