Hümay Göbel yazdı…
”Peygamberler firavunlar diyarı burası,
Bu topraklar tanrılaşmış yiğitler doğurdu
Ve sonra yedi kendi çocuklarını…
Destanlar yarattı burada,
Durgun ve bulanık sular.
Sümer, Babil ve sonrası
Cennetimiz, cehennemimiz…” (Kerbela – Ali Berktay)
“Başlangıçta Khaos vardı. Sonra geniş göğüslü Toprak Ana, Gaia…” Hesiodos, Theogonia’da yaratılışı böyle betimler. Gaia, yıldızlı gök olarak tanımlanan Uranos’u yaratır ve onunla birlikte olur. Bu birliktelikten titanlar, kikloplar ve hekatonkheirler meydana gelir. Uranos kikloplar ve hekatonkheirlerden korkarak onları Tartaros’a hapseder. Aynı durumun titanların da başına gelmesinden korkan Gaia, titan çocuklarını babaları Uranos’a karşı kışkırtmak ister ve onu öldürmeleri için plan yapar. Bu planı uygulamaya yalnızca Kronos cesaret eder.
Uranos, Gaia ile birlikte olmak için geldiğinde Kronos pusuda beklemektedir ve elindeki tırpanla babasının hayalarını keser. Kestiği hayaları denize fırlatır. Yine Hesiodos’un anlatısına göre bu hayaların denizle birleştiği yerden Afrodit doğar.
Babasına yaptığının ardından Kronos, titanların başına geçer ve Tartaros’taki diğer kardeşlerini serbest bırakır. Bir kahraman olarak görülmeye başlanan Kronos’a hemen bir saray yapılır ve yerin ve göğün sahibi olarak herkes ona itaat eder. Kronos ise babasının başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korktuğundan kendisine savaşında destek olan kardeşlerini yeniden Tartaros’a hapseder.
Bugün Olympos Tanrıları olarak bildiğimiz isimler, Kronos’un kızkardeşi Rhea ile evliliğinden olan çocuklarıdır. Kronos, babasına yaptığının misli ile kendi başına gelmesinden öylesine büyük korku duymaktadır ki her yeni doğan çocuğunu yutar. Bu durum Reha’yı bir plan yapmaya zorlar, tıpkı Gaia gibi… Son doğan çocuk, bugün hepimizin adını duymuş olduğu Zeus’tur. Rhea, Zeus’un yerine yutması için Kronos’a bir taş verir. Kronos onun çocuğu olduğunu düşünerek yutar. Bu sırada Rhea Zeus’u saklar. Kronos’un yuttuğu diğer çocukları da birer tanrı olduklarından ölmüyor Kronos’un midesinde yaşamaya devam ediyorlardır.
Zeus, Kronos’tan saklanarak büyür ve makul yaşa geldiğinde babasının karşısına çıkar. Ona verdiği kusturucu içki sayesinde Kronos, yediği çocuklarını teker teker kusmaya başlar ve böylece Titanlar Savaşı başlamış olur. Savaşın galibi Zeus olacaktır…
Suudi Arabistan’la anlaşması üzerine İran’ı OPEC Krizi’nin içine sürükler.
1977 yılında Carter’ın ABD Başkanı seçilmesinin ardından İran ile ABD’nin arası iyiden iyiye açılmaya başlar. Çünkü Carter insan haklarına dayalı bir politika izleyeceğini deklare etmiştir ve İran’da özellikle SAVAK’ın faaliyetleri artık hasır altı edilemeyecek bir vaziyet almıştır. Şah hızla ardındaki ABD desteğini yitirmektedir.
Ülkede Marksist, komünist, sosyalist, İslamcı, öğrenci vs ne kadar farklı grup varsa hepsi adeta beş benzemezler olarak tek bir ülkü etrafında birleşmiştir artık: Şah’ın devrilmesi. Ruhullah Humeyni’nin Fransa’dan yaptığı çağrılar ve demokrasi mesajları da İran’daki tüm muhaliflerin en büyük desteğidir.
Şah, ABD’nin desteğini de kaybetmeye başladığını fark edince muhalif isimlere iktidarda yer vermeye çalışsa da artık çok geçtir. Sokaktaki hareketin önüne geçilebilecek zaman çoktan geçmiştir. Yine de sert müdahalelerle bu tepkiyi bastırmaya çalışır ancak bu girişimler daha fazla kan dökülmesi ve muhalif tepkilerin daha da artmasından başka bir işe yaramaz. Son girişimi 1978 yılında sıkıyönetim ilan etmek olur ve İran tarihinin sayfalarındaki en kanlı günler belki de bu dönemde yaşanır. Tüm bu başarısız girişimlerinin ardından Şah mağlubiyeti kabullenerek 16 Ocak 1979’da ülkesinden kaçar.
Şah’ın kaçışının ardından Ruhullah Humeyni görkemli bir karşılama ile ülkesine geri döndü. 1 Şubat 1979’da İran İslam Devrimi’ni gerçekleştireceklerini duyurdu ve 1 Nisan 1979’daki referandumla İran İslam Cumhuriyeti’ne geçilmiş oldu. Humeyni de ömür boyu siyasi ve dinsel önder sıfatına kavuştu.
“Her devrim kendi felaketlerini doğurur.” (Monte Cristo Kontu – Alexandre Dumas)
Şah’ın kanser tedavisi gerekçesiyle ABD’ye sığınması İran’da çok büyük tepkilere yol açar. Halk Şah’ın bir an önce İran’a iade edilip yargılanmasını istemektedir. ABD Şah’ı iade etmeyince halk Humeyni’nin de durum karşısında eylemsiz kalmasıyla birlikte İran’daki ABD Elçiliği’ni basarak buradaki çalışanları rehin alır.
Film Festivali’nde aldığı övgülerin ve ödülün tersine öyküsünü anlattığı topraklar yani İran, filmi en sert ifadelerle eleştirmiştir.
İran’da sinemanın belirli sınırları vardır. Ayetullahı ya da dini yermek kesinlikle yasaktır. Filmlerde erotizme ya da alkolizme yönelik hiçbir görüntü sunulamaz. Bunlar ima bile edilemez. İktidar eleştirisi yapılamaz. Bu sınırları aşan filmler için şeriata uygun cezalar uygulanır. Bütün bu sınırlamalara rağmen İran Sineması’nın ortaya koyduğu eserler muazzamdır. Literatürde oldukça özgün bir yeri vardır.
“Kadınlar özgürleşmeden devrim olmaz, devrim olmadan kadınlar özgürleşemez.” (Ben Bir Feministim – Simone de Beauvoir)
Marjane Satrapi ortaya koyduğu bu eserle kendisine ve onun nezdinde tüm özgür fikirlere getirilmeye çalışılan yasaklara boyun eğmeyeceğini göstermiştir. Ülkesindeki karanlığı, bu karanlığın ilk elden bir tanığı olarak, hem edebiyat hem sinema yoluyla dünyaya anlatmıştır. Devrim şehitlerine ve ülkesinin tüm boynu bükük kadınlarına borcunu böyle ödemiştir belki de…
“Kimse devrimi kurmak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır.” (1984 – George Orwell)
Marjane ve ailesinin ve onların nezdinde birçok Şah karşıtının tek arzusu Şah’ın devrilmesiydi. Birçokları bu arzu uğrunda diğer tüm farklılıklarını unutarak biraraya gelmişlerdi. Kutsal olan buydu belki de. Farklılıklarımıza rağmen birlikte mücadele etmek… Ama aynı mücadele, günü geldi onlar için tasfiye edilme gerekçesine dönüştü. Birçok devrim öyküsünde olan burada da oldu, ideal olan gerçeğe dönüştüğü anda suni düşmanlar peyda oldu. Her devrimin bir tek rengi var sanırım ve ne zaman o renk iktidarın rengine dönüşür, diğer tüm renkler soldurulmaya başlar. İran Devrimi’nin rengi yeşildi, bu yüzden morlar, sarılar, turkuazlar, kırmızılar, pembeler… görülmez oldu devrimden sonra… Bu ulusun Kurtuluş Mücadelesi’nde farklı farklı renklerle omuz omuza çarpışan ve mücadelesinin başarısını bu renklerin tamamına borçlu olduğunu hiç gözardı etmeyen Mustafa Kemal Atatürk’e minnetle…
Devrimlerin ulusal ve uluslararası üretim ilişkilerine, kültüre sanata, estetiğe, dile neredeyse hayatın her alanına etkileri çok boyutludur. Yüzlerce ciltlik incelemeler yazılmaktadır bunun için. Bu durumu o yolda kaybedilenlerin acıklı öykülerine indirgemek doğru olmaz.Devlet dediğiniz yapı da doğası gereği diktatörlüktür.Devrilen de deviren de bir sınıfın temsilcisidir.
Teşekkürler Sn. Yazar, bilgilendirici ve doyurucu bir yazı olmuş. İran devrimi sürecinde Ankara da bir üniversite öğrencisi olarak İranlı yakın arkadaşlarımın (özellikle Halkın Mücahitleri ve TÜDEH’li olanlar) nasıl bir gecede bizim güvenlik güçlerince toplanıp sınır dışı edildiklerini iyi biliyorum. Bunların bir kısmının isteği ile Bulgaristan sınırına bir kısmı da İran güvenlik güçlerine teslim edildi, İran da olanların büyük bir kısmı maalesef asılarak idam edildi. Son cümleniz gerçekten büyük devrimci önderimizin değerini anlayamayanların anlamalarına (vicdanı olanlar için söylüyorum) yardımcı olacağını umuyorum.