Nihat Genç
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Batan gün kana benziyor

Batan gün kana benziyor

featured

Nihat Genç yazdı…

Felaketler büyüdükçe insanlık küçülür, Ukrayna savaşı, Gazze’de bitmeyen soykırım, Los Angeles’te tarihi yangın, hepsi, bizi küçültüyor!

Büyük felaketlere odaklandıkça, savcı adayı Mithat Can’ın intiharını, Roketsan mühendisi Yusuf Serdar Yücel’in şüpheli ölümü ayrıntı dahi olamıyor dünyamıza!

Hastanesi bombalanan, çocuğunun cenaze namazını kılan Filistinli doktor Hüssam Ebu Safiye’nin İsrail tankları üzerine yürüyüşü, direniş hikayesi bile satır aralarında kalıyor!

Ne derin ne büyük insanlık hikayeleri?

Ama hiç birimiz ‘kahraman’ olamıyoruz, üzülüyoruz ama böcek gibi!

Karşı çıkan öfkeli yazılar yazıyoruz ama tavşan boku kadar!

Felaketler büyüdükçe vicdanımız beynimiz kişiliğimiz, adını anmadan yasını tutmadan ölen-öldürülen bu kahramanlar gibi, ‘görünmez’ oluyoruz!

Yaşadığımız gerçeklik kayboluyor ve ağırlığı olmayan gölgelere dönüşüyoruz!

Keşke ben de yaşadığımı sanacak bir sahte zafer bir kaç yalan slogan bulabilseydim!

İnsanlık ve insanlığımız ölürken bu satırları en yorgun kelimelerle yazmak ağrıma gidiyor!

Utanıyorum kendimden ve kapanıyorum kendime ve terasa çıkıyorum, akşam batmakta!

Eskiler ‘gurub’ der, hava kararıyor, gün batmakta!

Ufukları kızıllıklar sarmış, moru sarısı, ruhum bir bardak su bulmuş gibi lıkır lıkır içiyor dağların arkasında çağıldayarak kaybolan boyutsuz hacimsiz renkleri!

Dağların ardından şırıl şırıl pırıl pırıl dereler gibi renkler akıyor!

Gündem çok karamsar ama dağların başında ‘şinanay yavrum şinanay’ diye neşelenen bir makam var!

Kelimeler kayboluyor renklerde başka tür seslerin yansımaları!

Şarkılardaki tennennin tennennin, amanin amanin, diye süs nakaratları gibi!

Bir şarkıyı uzadıkça uzatan neşeli nakaratlar gibi, Ahmet Haşim gibi, ‘Akşam, yine Akşam, yine Akşam, göllerde bu dem bir kamış olsam!’

Bir ‘iç dünyamız’ kaldı mı?

Bu renkler neremize gelip oturacak?

Renk renk hangi hallerimizi parlatacak?

Hangi delilik içinde yaşıyoruz, kıvam mı kayboldu, tadı mı bozuldu, vakit mi çok geç!

Bombaların sesini, maden şirketlerinin zehrini, tarlalardaki pestiti, kökünden kesilen ağaçları neden göremiyoruz!

Ama görüyor okuyorum, iç dünyasına girip tasavvufi makamlarda yazıp çizenleri!

Düşman yasaklama zahmetine bile girmiyor içinde gönüllü bu kaybolmuşları!

Kelimelerle uzlet sarayları inşa etmiş ve sarayları inşa edenler boynuna edebiyat ödülleri takıyor!

Çünkü fare deliklerinden çıkacak güçleri olmadığını biliyorlar ve iç dünyalarının bu süslü lakırdılarıyla, insan olmaktan çıkmışlar!

Öyle bir iç dünyası tasvir ediyorlar ki, halkı sömürülürken, baliciler hapçılar gibi iç dünyasına sığınıp kafa zom uyumuş kalmışlar, San Fransisko sokakları ya da Afganistan tımarhanelerinde uyuşturucuyla dünyayı unutup sokaklarda yatan evsizlerden farkları kalmadı!

İnsan bu kadar kaçmamalı kelimelerin morfin gücüne!

İç dünyasına, dünyayı unutacak kadar nefretin alemi yok!

Bu nasıl bir iç dünya tasviri içinden dünyaya çıkacak bir küçük patika yol yok!

Göz göze geldiğimde engin ufuklarla, işte bu iç dünyasına saklanmış yazarlardan çok iğreniyorum!

Sanki asıl bomba kelimeler olmuş gerçeği ellerinden almış ve silüet ve mırın kırın ve of, ah, puf gibi güya ıstıraba dair silik kelimelerle düşman bomba bile atmadan işte Gazze’den beter olmuşlar!

Oysa, göz göze geldiğimizde batan güneşle!
Biliyorum, emanetin ağırlığını!

Çırasıyla içiniz tutuşmadan, akşam olmaz!

Tan yeri ağarıncaya kadar gün doğumuna kadar, ateşi artık size emanettir, kızıllıkların!

Ulaşılmaza ulaşan renkler!

Rüyalardan rüyalara hayallerden hayallere giren o göz göze gelmenin sevinci!

O emanetin insanı onurlandıran o büyük seyahatlerin yükü!

Mor kızıllıklar içime işliyor, başımı yastığa koyuyorum, dağ bayır yayla, uçsuz bucaksız çimenler de alev alıyor!

Rüyalarıma bırakayım kızıl ufukları sönmeden söndürülmeden sabaha kadar tutuşsun yastığım beynim!

Gün doğar, kim bilir?

Sabah yükümüzü alacak birileri çıkar ve patlaya patlaya sokaklarında yürüyecek, yeniden uçmaya hazır, bıraktığımız unuttuğumuz bir insan?

İç dünyamızı da fazla da hırpalamayalım, hurda dükkanı demeyelim!

İşte kızıllıklar bir geri dönüşüm ünitesi gibi!

Dalıyor ve, yanlış inşaatların çürümüş demirleri ve hurda makine parçaları içinden minicik duygu parçaları buluyorsun, çok güçlü mıknatıslar gibi, kızıl ufuklar gibi içimizi parlatan!

Hurdacı demeyelim, iç dünyamız, çürük ve yorgun ve sütunlarını kaldıramamış demirleri yeniden ısıtma fırınına sokuverir, işte dağların ardında açmış ağzını seni bekliyor o büyük o kızgın fırın!

Hurdacı demeyelim, ama doğru, gaz odası gibi çok acımasız kaç arkadaşı kaç sevgiliyi içine atıverdik!

Bazen görmek istemediklerimizi gösteren bir teneke parçasının üstüne düşüyor mor kızıl ışıklar!

Soyut parçaların desenleriyle boğuşuyorsun, bir yandan söküyor parçalıyor kırıyor bir yandan artık anlamı kalmamış içindeki bu küslükler kırgınlıkları hayatın neresine koyacaksın, diyorsun!

Paslı bir teneke parçasıyız, istediğin kadar sanatkar havalarında eline al, bu tenekeden hayatlarımıza anlamlı bir geri dönüş mümkün değil!

O paslı değersiz teneke parçası pasıyla çürümüşlüğüyle sanki diriliğini kaybetmiş ölmüş ve sanki ufukların kızıl rengi mezar taşını yerine oturtmaya gelmiş!

Yitip giden eften püften dangıl dungul kavgalara bir mezartaşı cümlesi mi arıyorum, ve neden?

Dağların arkasında tanyerini boyayan ressamla göz göze geliyoruz!

Acı denilen şey, insanın dikkate almıyorum ilgilenmiyorum, diyecek gücünün olmayışı!

Acı denilen şey, bastırılmış, kuyularda saklanmış o hurda parçalarının gizlenmeyi başaramaması!

Korku dediğimiz şey işte engindeki kızıllıkların, rengarenk suların ve eşsiz manzaranın, içimize sızacak içimizde yansıyacak bir delik bulamaması!

Hiç birimiz ruhumuzu başkalarının ektiği tarlalardan bulup kopartmadık, ki birileri de bu satırlardan yansıyan takatsiz kelimelerden kopartıp çalıversin!

Öyle bir yere geldik ki hiç bir duygu içimizde yer etmiyor sanki, ilahi renklerden başka!

Öyle biçimsiz değersiz hurda parçalarına dönüştük ki, başkalarıyla örtüşen ulaşabilen kelimelerimiz renklerimiz kalmadı!

Bugünlerde ne çok ne sık yaşıyoruz böyle çok sert duygu geçişlerini!

Öyle bir ürünümüz olmalı ki kimse satıp para kazanmasın, sabah gibi ikindi gibi, öyle bir şeyimiz olmalı ki, işte dağların arkasındaki kızıllıklar gibi, hepimizin içine girsin ama bir fiyatı bir siyasi karşılığı olmasın!

Sadece içimizi ısıtsın ve eski püskü ne varsa yeniden rengarenk yücelikleriyle boyayıversin!

Satılmaz devredilmez sahip olunamaz, işte batan güneşin kızılı gibi!

Zaman’ı kırılmış parçalanmış insanlığımızın hassaslığı olmadan akşamın tarlasına ekilecek hüznü, başka nereden bulabiliriz?

Endişelenmemiş bir insan sakinliğin tadını bulamaz!

Çünkü endişelenmiş bir insan sakinliğini kılı kırk yarar gibi çırpar, çırpar, tozunu toprağını eler ve sert duvarlara çarpar, endişelenmemiş bir insan zamanı sırlayacak ve zamanı bismillah deyip sıfırlayacak, gücü bulamaz!

Ve doğan ve batan güneşe yeni güne bismillah deyip müdahale edemeyecek ve içimizde çürüyen kokan şeylere tepki irade gösteremeyecek ve dokunamamak ve hayata girememek!

Ve elimize aldığımız şeye bir biçim verememek!

Akşamın karanlığın uzayıp uçup dağılıp sonra kaybolan renkler gibi, beynimiz!

Özleyiverirsin durmaksızın her gün batımı seninle konuşan müziği!

Bilmiyorum işte, ama sevmiyorum bir yazarın iç dünyasıyla kurumsal ilişkilerini, resmiyetini düzene koyma tafrasını, kendiyle kalıcı barış görüşmelerini, çok sahte geliyor bana! Her türlü ilişki konuşmasındaki ilişki kelimesinden nefret ediyorum, renklerden başka!

Gün, günler, aydınlık gelecekler, sizin olsun, akşamların rengi benim olsun!

Bir anlaşma yapalım, size gündüzleri elmas gibi parlayan kelimeler vereyim, kanlı akşamlar benim olsun!

Gün batımı, güneş görünmez olmadan, akşam vakti, henüz tamama erişmeden!

İşte böyle, halimiz başka göklerdeki resim bambaşka!

Evvelden giden arkadaşların da mezar yeri ziyaretgahı mı şu ufukları saran kızıl ışıklar!

Eski sevgililerle bitmeyen öpüşlerin bahçesi mi şu dağların arkasındaki sarı mor ışıklar!

Öbür dünyaya en yakın yer mi, öteyle aramızda alnımıza kaderimize belimize sarılı bir şal mı kuşak mı?

Hayallerin sadece renkleri ve sabrımıza ölümsüzlük bahşeden bir ödülü var!

Ne istiyor yine karanlığa gömülmekte olan kızıllıklar senden, hangi sefere çıktılar, engin ufuklarda bu hangi ayaklanmadır?

Renkler içimizdeki kimi çağırıyor neremize uzanmak istiyor!

Çok uzaklarda köyümün dereleri uyumak için batan güneşin son kızıl parlaklığını bekliyor!

Çocukları babaları anneleri ölen Gazze topraklarında güneş böyle mi batıyor?

Renklerin de morfini esrarı vardır ve kimi mayhoşluk kimi esriklik bırakır ama kimi delilik bırakır!

İkindi sonrası pencereler yangın yeri, Hint sarısı mı camlarda patlayan bu sarının içinde ne ilahi sarılar var!

Camlarda patlayan bakır sarısında sanki ama davul bateri bir trompet neşesi var!

Göğsümden sanki bir kuş uçuverdi, ufukları gagalayıp sanki kaybettiğim o şeyi geri getirdi, sevgilinin dudaklarını!

Sırrı burada, kelimeler susar renkler konuşur, gözlerin göremeyeceği çok tanıdık ve diri neşeli renkleri geri getirir, sıkıntıdan damıtılmış!

Her vaktin bir rengi ve her rengin bir vakti vardır, ve her rengin karşılığı içinizde tozlanmış bir duygu vardır, işkence odasından geçmiş ve sonra saltanat kayığına binmiş!

Bir anda değişiverir renkler, hayat dediğin bazen eski ayakkabılar gibidir, giyilmeyen eşyalar durduğu yerde daha çok yıpranır!

Akşamın morlu sarılı ufukları sevgilinin boynuma dolanan şalı mı?

İsterdim ki mekanik saatlerde rakam olmasın mesela akşamın altısı sadece bir renk olsun, rengin vakitleri zamanı da büyütüyor ve daha çok dillendiriyor daha çok ayaklandırıyor içinde gündemin telaşıyla tuzağa düşürülüp kıstırılmış olanları!

Ne zaman bir arkadaşa gün batımı anlatsam, en güzel bizim orada batıyor, der, hayır değil, derim, en güzel köyümün yaylalarında batıyor, ki, batınca ormanlar nasıl suskun kalıyorlar buz gibi olup birden neşesini kaybediyor, nasıl somurtuyor dağlar anlatamam, derim, öyle bir karanlığın içine gömülüyor ki, batınca güneş çok korkuyor insan!

Neremize batıyor bu mor kızıl ışıklar, İğne vurulurken kolumuz çok acır çünkü batıp delinen bir yer var!
Mor kızıl renklerin batacak yeri yoksa, içinizde nereye batsın?

İçinizdeki kuyu derinliği kadar zehirlidir morun kızılın çığlığı, işte yine, usul usul kayboluyor güneş, zehrini bırakarak!

Derin ve uzun renkler çok sıkı fizik formülleri gibi. bilinmeyen x ve y rakamları, göklerin tahtası yine bilmediğim formülleri renkleriyle karmakarışık yazıp çizdi!

Hep böyleydi, en arka sırada otururdum ortaokulda ve öğretmen, anlamadığım matematik problemleriyle dolu tahtayı hep bana sildirirdi!

Anlamadığım formülleri kalkıp bir hırsla niye bir anlamayan benim niye ben anlamıyorum diye öfkeden kudurmuş, silerdim!

Değişen bir şey yok, yine salya sümük ağlayarak koşuyorum büyük öğretmene! Yine anlamıyorum bu renkleri!

Ama bu sefer gönüllü silmek istiyorum, çözemediğim bu renkleri, nihayet huzur içinde bir sileyim, yine olmadı!

Oysa çok iyi çalışmıştım içimdeki formüllere duygulara renklere ve sonsuzluk problemine, bir elli yıl!

Günden ne kaldı elimizde?

Batan güneş kana benziyor, esmerim vay vay!

Tepelerde renkler dans ederek geldi ve gitti, yorulmuş kelimelerimiz bizi bir daha yordu!

Gün olur yeni bir gün doğar bilemem, yarın olur, kimbilir, tepelerde yine kızıl mor ışıklar, fırtına yine çalkalar çalkalar, sabrımızı!

Belki ufuklardan gelip de geri dönmeyen mor kızıl bir tonuna denk düşeriz!

Ötelerden gelip de iz bırakan belki bize de uğrayan bir rengine denk düşeriz!

Gelip de tablosunu tamamlayan, kimbilir, bir başka renk çıkıp gelir!

Oysa insan, küçüldüğünü ezildiğini yitip kaybolduğunu hissettiği an, yüksek tepelere bakar, o büyük tabloya uzak kalmamak için!

İnsanlığa mesafeyi kapatmamak için her bir rengin sırrını anlamak istersiniz!

Ki çok tecrübe ettim ve çok rahattım, çünkü nice azapla dolsanız, gün batımının boyası karmaşıklığınızı çıkışsızlığınızı alıverir!

Renkler en olmaz en mutsuz anınızda bile içinize, yüce tepelerden bir ferahlık getirir!

Ne derin bir kopuş!

Yıkılan hangi dünya, biz hangi dünyaların seyrindeyiz!

Uzakların mavisi kızılı içimize dokunamıyor ah uzakları görmek, duadan başka elimizde ne kaldı?

Çok kızgın güneş, çok sıcak güneş altında, leşimizi çürütüp kokutuyor, kızıl ışıklar!

Ah ah, işgal altında insanlığı renk renk kucağına alan limanları, akşamlar!

Söküverecek gücü bulabilir miyiz eski gemilerimizi!

Acı çeken öfkemize, bir küçük kayık yeter deyip, açılabilir miyiz yeniden mavi denizlere!

Vakit artık vakitsizliğin esiri, vakit artık vaki değil, vakit artık baki değil, vaktin adını iklim koymuşlar!

Artık ısıtmıyor içimizi kuşların gagaladığı uzayıp enginleri saran mor ışıklar!

İçimizdeki hassas, demir gibi, renklerin dokunamayacağı kadar sert!

Tepelerde uzanan ve kırılan ve dağılan ve uzanan ışıklar, eski günler gibi bize gümbür gümbür yeni yollar açar mı?

Şehirler büyüdü ülkeler kalkındı ve insanlar ilahi yangını göremeyecek kadar çok küçüldü!

En sabırlı en bilgin olanların kalbine dahi ufuklar sızamaz oldu!

Ölümü seyredenler öldürenler kadar ateş içinde yanacak diyen, bir ahlağımız vardı!

Ahlaksızlar soykırımlar içimizdeki kuyuları cinayetle doldurdu!

Bombalar patlıyor ve kızgın ateşinde fazla kalmış seramikler gibi sırrımız kararıyor!

Kararan tepelerde güneş bu sefer bir renk bir iz bir ses bir çığlık bir isyan bir ayaklanma bir şiir bir sevgili bırakmadan, sahiden batıyor!

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. Edebiyat güzeldir sığınırız hüzünleniriz ama korkularımızı dindiremeyiz. Hiç değilse önemli bir gurup korkularından kurtulabilse. O sarı ineği vermeseydik hayıflanması yerine korkmuyoruz ulan diyebilsek.
    Allah “onlardan korkmayın benden korkun korkulmaya en layık olan ben değilmiyim”derken zulümle savaşın korkmayın diyor

  2. Halbuki ne kolay herşey!İnsanın adi basit çıkarı uğruna rezillik çekmese emperyalizmi kahret siyonisti yok et dinci bölücü işbirlikçi olanı idam et ve artık dümdüz dünya.Kardeşce eşitçe özgürce yeniden kur ve doyasıya yaşa (yaşa)!

  3. 12 Ocak 2025, 14:48

    Dünden beri evdeki kilime dalıp gitmem sanki bu yazıyı önceden okumuşum gibi hissettirdi.Renkler arası geçişler motiflerin uyumu kilimi dokuyan ustadan sonsuzluğa fısıldanmış kelam ve gönüllere söylenmiş selam sanki.Ellerine sağlık ustam ve aleyküm selam.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!