Avatar
Şahin Filiz

Enkazdan Cumhuriyet’le çıkarız

featured

Şahin Filiz yazdı…

Ülkemiz, yalnız kendi tarihinde değil dünya tarihinde yüzyılın en büyük deprem felaketini yaşadı. 10 ilimiz, ilçelerimiz, kasaba ve köylerimiz neredeyse yerle bir oldu; on binlerce can kaybımız, bir o kadar yaralımız var. Depremden sağ kurtulan binlerce yurttaşımız, Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlarla soğuğa, evsizliğe ve diğer bütün zorluklara karşı yaşam mücadelesi veriyor; yurttaşların devletten önce yardıma koşmasıyla sevinç duyuyor; devletin yardımda gecikmesi ya da yurttaştan daha yavaş kalmasıyla da kederli duyguları yaşıyor. Artık bu saatten sonra kim, nerede, nasıl davrandı sorularını sorup her seferinde aynı yanıtları almakla zaman yitirmek yerine, dünden bugüne, depremler, orman yangınları, tekrar depremler ve yine aynı kısır döngülerle, palyatif tedbirlerle ve ceviz kabuğunu doldurmayan tartışmalarla köklü çözümler getirme hayallerinden kurtulmamız gerekir.

Kira, konut, gıda ve güvenlik sorunları, yalnız deprem bölgeleri için değil, depremden etkilenmeyen bölgelerimiz için de çözümsüzlük noktasına gelip dayanmıştır. Enkaz, yalnız depremle sınırlı değildir. Tarikat-cemaat yapılanmalarının Cumhuriyetimiz üzerinde kurduğu vesayet, din adına toplumda yaratılan infialler, Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine fütursuzca saldırılar ve dinci-bölücü yapılanmalar, sığınmacılardan kaynaklı devasa sosyal, ekonomik ve güvenlik sorunlarının giderek artması, toplumsal ahlakın ve sağlıklı dini değerlerin aşınması…ne yazık ki depremden kalan enkazdan hem daha köklü hem de çok daha uzun erimli bir arınmayı gerektirecek boyuttadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, deprem enkazı ile toplumsal enkaz arasında sıkışıp kalmıştır. Deprem doğal bir afettir. Sosyal enkaz ise siyaset laboratuvarlarında imal edilen bir enkazdır. İlki kendiliğinden; ikincisi yapaydır. Daha önceki ve şimdiki depremler bir doğa olayı olsa da onlardan az ya da çok zararla çıkmak, yine bizim elimizdedir. Üstelik, her iki enkazın en az zararla atlatılması birbirinden ayrı düşünmemeye bağlıdır.

Doğal ve sosyal enkazlar birbirinden ayrılmaz. Deprem ülkesi olmasak ve ülkemizin hiçbir yerinde deprem meydana gelmese bile, sosyal enkaz yok sayılamaz. Başka bir deyişle, deprem gibi doğal afetler sosyal enkazın tek ve değişmez nedeni değildir. Deprem, sel ve yangın gibi doğal afetlerin enkazı, Türk milletinin eşine az rastlanır dayanışma ve yardımlaşma örgütlenmesiyle öyle ya da böyle kaldırılmış ve kaldırılacaktır. 6 Şubat’ta neredeyse ülkemizin dörtte birine tekabül eden pek yıkıcı bu depremin de milletçe yaralarını saracağız ve doğal enkazı ortadan kaldıracağız.

Ama bir deprem ülkesi olduğumuza göre, ulusal dayanışma ve yardımlaşma yapmak için neden deprem enkazını beklemek gibi bir kaderciliğe kendimizi mahkûm ediyoruz? Bir enkazın mutlaka gözle görülür ve elle tutulur olması mı gerekiyor? Kaldı ki jeofizikçiler ve deprem bilimciler bu felaketi yaşayacağımızı bilimsel ölçütlerle önceden bildiriyorlar. Buna rağmen, bir afetin sonucunun, bu kadar somut bir enkaza bizi maruz bırakacağını nasıl görmezden gelebiliriz? Enkazı görmezden gelebiliriz ama enkaz bize hiç de acımamaktadır.

En vahim olanı ise, depremi ve enkazını, en yetkili ağızlarla birlikte, “kaderin bir planı” saymaktır. Yine vurgulayayım: Kur’an’daki “kader”, ölçü, miktar ve düzen anlamına gelir. İmanın şartlarından biri olan kader yoktur. “Her şey belirli bir ölçüye (kadere, yani Türkçemizde, “kadar”) göre yaratılmıştır” diyen Kur’an’daki kaderle, bizim imanın şartlarından saydığımız kaderin hiçbir ilişkisi yoktur ve imanın böyle bir şartı da bulunmaz. “Saldım çayıra Mevlam kayıra” kör ve yanlış kaderciliğin atasözüyle ironik ifadesidir. Mevlam bizi neden kayırsın? Ya da neden enkaz altında bıraksın? Enkaz olacak yapılar varsa, enkaz olacaktır. Sağlam yapılar varsa enkaz olmayacaktır. İnsan, Galileo ve Newton’un dediği gibi, “matematiksel orantı ve fiziksel yasalara göre yapılmış/yaratılmış bir evren”de yani “kader”e göre yaratılmış bir evrende yaşadığının ayırdına varmadığı sürece, Kur’an’daki ifade ile “başına gelen kötü şeyleri Allah’a; iyi şeyleri kendine” mal edecektir. Nitekim hem halk olarak, hem de yönetici olarak seçtiklerimiz kötü şeylere kader, iyi şeylere de “biz yaptık” diye sahip çıkabilmektedir. Bu konu uzun sürer. Başka bir yazıya bırakalım.

Her ulus kendi kaderini (yani kadarını, ölçüsünü, miktarını, iradesinin gücünü) kendi belirler. Allah hiçbir insan topluluğuna ne doğal enkazda ne de sosyal enkazda leh ya da aleyhte bir ayrıcalık tanımaz. Her din, Tanrı’nın kendi hizmetinde olcağını ve her dini topluluklar, Tanrı’nın sadece kendileri için çalışıp rakiplerini mahv u perişan edeceğini yüzyıllar boyunca bekleyip durmuşlardır. Bu beklenti hiçbir dini topluluk için doğrulanmış değildir. Çünkü Tanrı, evreni bilimsel yasalara göre var etmiş ve bu yasaları çiğneyen her kim olursa olsun hem doğal hem de sosyal enkaz altında kalmıştır. Tanrısal iltimas beklentisi, halkları, milletleri hayal kırıklığını hayra yormaya zorlayan hükümdarlar tarafından sürekli canlı tutulmuştur.

Ülkemizde birtakım siyasiler, şıhlar, din istismarcısı bilumum çevreler, Cumhuriyet’in adalet, demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğü prensipleri karşısında, “kötülükleri Allah’a yükleyen” kadercilikle toplumu dinin kutsallarına karşı soğuturken; iyi şeyleri kendi hür iradelerine bağlayıp minnet duygusunu kendilerine yontmaktadırlar. Bu, kurnaz bir şirk yöntemidir. Deprem, enkaz, ölüm ve çaresizlik “Allah’ın kader planı”nın gereğidir demek, “başınıza ne geliyorsa Allah’tandır, öfkenizi, siteminizi ve şikayetinizi O’na arz edin; biz her ne kadar adınıza yönetiyorsak da sizler gibi aciz kullarız, aynı mağduriyeti yaşıyoruz. Ama elde ettiğiniz ne kadar iyi şeyler varsa, o bizim eserimizdir, öyleyse bize itaatte kusur etmeyin, şikâyette bulunmayın; açız, çadırım yok, üşüyoruz demeyin, sitemi Allah’a, teşekkürü bize gönderin”, demektir. Zürdüştilikteki gibi, kendilerini, “Ahura Mazda” (iyilik tanrısı), Allah’ı ise “Ehrimen (kötülük tanrısı) yerine koyan düalist tanrıcılık gizliden gizliye kendini gösterir. İslam’ın tevhit anlayışında Tanrı tektir; hiçbir ortak kabul etmez. Bu inanca, gizli ya da açık, ters düşen her tanrıcılık, şirktir.

Cumhuriyetimiz, içinde İslam’ın değerleri olmak üzere insanlık değerlerinin ve kutsallarının bireylerin vicdanına yerleşmesinden yanadır. Vicdanda yerleşen erdemlilik, dürüstlük, adalet, hak ve hukuk değerleri, önce insanın iç dünyasındaki canlı içgüdülerinden kaynaklanabilecek ahlaksal enkazı önler. “İçini ahlakla süslemeyenin dışı güzel olmaz.” Vicdandan kopartılan hiçbir değer, herhangi bir canlı gibi dış dünyada yaşamını sürdüremez. Değerler insan tekinin ruhunda yaşar ve ona “kader” yani ölçü verir. Çağdaş, aydın ve adil bir toplum, bireyin ahlaksal varoluşunu besler; besledikçe benzer bireylerin sayısı çoğalır. Her birey kendi ahlaksal enkazını kendisi kaldırır ve benzerleriyle dayanışır. Ne zaman bireyliğini tehdit eden iç ve dış etmenler belirse, üyesi olduğu toplumun yardımıyla bu engelleri aşar. Tersine, toplum bozuldukça, sosyal enkaz ortaya çıkar.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, bu yüzden bir fazilet rejimidir. Özgür bireyler, yöneticisini enkazı olmayan vicdanlarına; toplumsal bilince ve insan yaşamının onuruna bağlı kalarak, seçer. Seçilen yöneticiye belli bir süre verilir. Vicdanının efendisi olan seçmen, seçtiği kişinin de “efendisi”dir. Efendi olmaya kalkana dersini vermek üzere, kendisinin efendi olduğunu hatırlatmak için demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne başvurması yetişir. Cumhuriyet rejiminde kimse ağa, şıh, efendi ya da seçkin değildir; herkes hukukun önünde eşittir. Cumhuriyetimiz, adaletten başka hiçbir din tanımaz. Adaletten başka din tanıyan nice devletlerin, imparatorlukların, halifeliklerin sosyal enkaz altında kalarak yerle yeksan olduklarının bilincini taşıyan tarihsel bir belleği vardır. Aile, hısım, akraba, eş dost tanımaz. Liyakat esastır. Dindar-Dinsiz ayırt etmez; çünkü dinsel yargılayıcı devlet değil, Tanrı’dır. Cumhuriyet, liyakat arar; adaleti sağlayacak bir rejimi ön öngörür. Zaten Kur’an’da bu husus çok açık ve tartışmasızdır. İstismara açık tarafı yoktur.[1]

Cumhuriyet, adaletsizliğin enkazında kalmamak için vardır. Hukukun önünde her Türk yurttaşının eşit olduğunu bize Cumhuriyetimiz öğretti. Hiçbir ayrıcalığın çağdaş hukuk ve ahlakta yeri yoktur. Monarşi, oligarşi ve despotizm Cumhuriyetin demokrasi ve özgürlük felsefesine aykırıdır.

Atatürk, bize emanet ettiği Cumhuriyet’in ideal bir rejim olduğunu şöyle vurgulamıştır: “Demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir”

Cumhuriyetimizin ilke ve değerleri, doğal enkazla katlanan sosyal enkazdan bizi kurtaracak tek yoldur. Eşitsizlik, adaletsizlik, hak ve özgürlükleri kısıtlayan siyasi anlayış ve uygulamalar, seçkincilik, nepotizm, ihmalkarlık, insafsızlık, kul-efendi ilişkisini besleyen seçkincilik, kayırmacılık, haksız kazanç, barınma, geçinme ve giderek zora giren geçim sorunları….sosyal enkazdır. Maraş, Hatay ve diğer illerimizde yaşadığımız deprem enkazı, esasen yıllarca halının altına süpürdüğümüz bu sosyal enkazların üstüne tüy dikmiştir.

Deprem enkazını sosyal yardımlaşma ile kaldırırız ve ulusça bu yarayı sararız. Ama sürekli yaralanmaktan kurtulmanın tek yolu, sosyal ve kültürel depremlere karşı Cumhuriyet’imizi korumak ve kollamaktır. Sosyal enkazı kaldıramayan milletler, doğal enkazlarla sürekli yaralanmayı ilahi kader sayarak tarihten silinmeye boyun eğecektir.

Türk milleti, Cumhuriyet’ine sahip çıkacak ve devletin kendisinden başka hiçbir kişi ya da güce ait olmadığını behemehal kavrayacaktır. Bu kavrayış Cumhuriyet ittifakını yaratır.

Bunun yolu, siyasal enkazı, Cumhuriyetimizi yeniden inşa ederek kaldırmaktır.

 

[1] “Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya/korunup sakınmaya daha uygundur. Allah’tan sakının. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır”. (Maide 4/8)

Enkazdan Cumhuriyet’le çıkarız

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. asıl sorun, Türkiye dahil tüm Orta Doğu ülkelerinin neden böyle kötü halde olduklarını sorgulamamaları.

  2. Şahin hocam, bu muhteşem yorum için teşekkür ederim

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!