Avatar
Şahin Filiz

İslam ve tarikatlar

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

Cemaat, tarikat ve mezheplerle bin bir parçaya bölünmüş İslam dünyası, Gazze’yi inim inim inleten insanlık düşmanlığına karşı her zamanki gibi acziyetini ortaya koymuştur. Ümmetçiliği Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı “cihat sloganı” olarak kullanan akl-ı evveller, yine dönüp dolaşıp Türkiye’ye ve Türk askerine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamış olmalıdırlar. Öyleyse, İslam adına laik, sosyal bir hukuk devleti olan/olması gereken Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun kurucusu Ulu önder Atatürk’e sahip çıkmak gerektiğini yeniden herkes anımsamış olmalıdır.

Tarikat ve cemaat kavramları neredeyse bütün dinsel gruplar için birbirinin yerine kullanılır. Ben de böyle kullanacağım, ama bu sözcükler arasındaki farkları vurgulayacağım.

Hemen söyleyeyim: Tarikat yol, yöntem, tarz anlamına gelir. Arapça ‘da tarik, yani yol olarak kullanılır. Kur’an’da ve Hadislerde tarikat sözcüğü yer almaz.

Cemaat da Arapçadır. Tıpkı tarikat gibi bu sözcüğün de dinsel bir anlamı yoktur ve topluluk anlamına gelir. Herhangi bir insan topluluğu-dinsel olur ya da olmaz- anlamına işaret eder. Kuran’da cemaat de geçmez. Yani her iki sözcük, sözlük anlamı bakımından sonradan dinselleştirilmiştir.

Türkiye’deki bütün tarikatlarda olduğu gibi Menzil Tarikatında da babasoylu ve tarikatsoylu bir yapılanma, bir hiyerarşi söz konusudur. İki kanaldan türeyen silsile, tarikat yapılanmasında temeldir.

Menzil Tarikatı, tarikat silsilesini 1389’da Özbekistan’ın Buhara kendinde ölen Muhammed Bahaüddin Şeyh Nakşibendi’ye dayandırırlar. Genellikle Türklerin rağbet ettiği Nakşiliğin bu şeyhi Şah-ı Nakişbend olarak bilinir. Diğer yandan Kürt kökenlilerin bağlandıkları öteki Nakşilik kolu ise, 1827’de Şam’da ölen Mevlâna Halid-i Bağdadi’ye nispet edilen Nakşiliktir. Her ne olursa olsun, sonuçta diğer tarikatlar gibi her ikisi de babasoylu ve tarikatsoyludur. Babasoylu, en kestirme ifadeyle, dinsel patronluğun babadan oğula ya da erkek soyuna dayandırılarak tekelleşmesidir. Bu eril dinsel tekelleşme, kadına ya da kadın soyuna silsilede hiçbir şans tanımaz, bundan da öte, silsilede soya yabancı hiç kimse-melek dahi olsa-bu zincir halkasında yer alamaz. Babasoylu zincirin halkalarından biri ya da birkaçı tarihsel olarak saptanamadığı zaman, hemen tarikatsoylu bir zincirle bu kopukluk giderilir. Müritlerin hepsi, yaratılan bu silsiledeki herkese ve bundan sonra soyca halkalara eklenecek olası her çocuğa sorgusuz süalsiz bağlanmak zorundadır.

Öyleyse tarikat hiyerarşisi, feodal bir hiyerarşidir. Tarikatçı-cemaatçi feodalite, bugün ve gelecekte bütün sözde dinsel silsilesini, Nakşibendilikten aldıkları marka ile ilk dönem İslam sufilerinden herhangi birine-örneğin Zünnun Mısri, Seriyy sakati vb.-oradan Hz. Muhammed’e kadar meşrulaştırma haritası çıkarmıştır. Erkek egemen ve belirlenmiş bir soy içinde dönüp duran bu hiyerarşi, dikkatle bakıldığında, modern devlet örgütlenmesinin ilkel, feodal ama çok tehlikeli bir benzeridir.

Tarikat hiyerarşisi, ekonomik, sosyal ve siyasal olanakları, yani her türlü gelir getiren araçları bu yapılanma içinde tutarak “toplumdan ayrıksı”; söz konusu olanakları, her alanda dışladıkları toplumu kullanarak genişletmek, güçlendirmek ve devlete kendi sözlerini geçirmek için de “sivil” bir görüntü verirler. Başka bir deyişle, kendi içlerinde katı emir-komutaya dayalı militarist dinsel kurallar uygularken, kendi dışındaki büyük çoğunluğa karşı da her türlü kutsalı çiğneyerek “seküler” bir kılığa girerler. Evrensel ahlaki değerleri çiğnemek koşuluyla ancak seküler bir yaşam sürecekleri yanılgısı yüzünden, gerçek bir seküler, çağdaş yaşama paldır küldür katılırlar. Örneğin, emeksiz, kuralsız kazanç, İslam’ın en belirgin ahlaki ilkelerini kapalı kapılar ardında ters yüz etme, yaşadıkları ülkenin bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal olanaklarını yağma gibi görme…Bu kuralsız, vicdansız ve liyakatsiz yaşam biçimini, mevki ve makamları liyakatsizliklerine rağmen, işgale ehil olduklarına dair şeyhlerinden aldıkları sözüm ona tarikat icazeti”, Menzil’i ve diğer cemaatleri hem insani yaşamın doğallığına hem de laikliğe düşman hale getirmektedir. Siyaseten laiklikle savaşırken, pratik yaşamda kuralsız kurallarla ördükleri sözde seküler yaşama kendilerine bırakırlar. Çünkü bu ve benzeri yapılar, Cumhuriyetimizin çağdaş değer ve birikimlerine “imanları gereği” savaş açmayı “cihat” saydıklarından, bin bir çilelerle kurulmuş Cumhuriyet’in bütün kurum ve kuruluşlarını tüketmeye programlanmışlardır. Tüketebileceklerini akılları keserse Fetö gibi darbe yapmaya girişmekte; akılları kesmezse Cumhuriyet kurumlarını ele geçirmeye veya halktan yetki almış seçilmişlerin yetkilerine ortak olmaya ya da tümden vekâletlerini almaya odaklanmış durumdadırlar.

Tarikat ve cemaatle ilişkisi olmayan ve liyakat esasına göre göreve gelmiş bir insan, emir ve direktifleri Anayasanın öngördüğü yasalardan, Cumhuriyetimizin değerlerine uygun kurallardan ve hiçbir ayrım gözetmeksizin Türk vatandaşlarının çıkarlarından alır. Tarikat zorbaları ve cemaat baronları onun için bir değeri temsil etmez. Cemaat ve tarikatlar, ancak kendi müritlerine emir ve talimat verirler. Ancak resmi ya da sivil yetki alanlarından ekonomik, siyasi ve idari destek gördükçe etki alanları tüm topluma ve yönetim erkine kadar genişletir; bu basınç tüm toplumu doğrudan ya da dolaylı olarak sarar, sonunda siyasi ve idari sorumluları, baskı altındaki toplumun baskı kaynağı olan bu hiyerarşik yapılara olan –kerhen ya da isteyerek- teveccühünü kazanmak için, demokrasiyi bu kapalı döngüsel örgütlenmeye mecbur bırakır.

Çağdaş demokrasi ve hukukun sağladığı “seçilmişlik”, cemaat ve tarikatların etkisiyle “atanmışlık”a dönüşür. 85 milyonluk Türk halkının demokratik ve özgür bir seçimle verilen ulusal  yetkisinin bu yapılara kısmen ya da tamamen devri, hiçbir siyasi sorumlunun hak ve iradesine bağlı değildir. Menzilciler, Süleymancılar, Fetöcüler, Nurcular ve benzeri yüzlerce cemaat ve tarikat, ilk aşamada “Eski Türkiye”de, devlete sızmak için uğraş vermekte idiler. Ama “yeni Türkiye’de” bunlar, devletin, hukukun, adaletin ve hakça bölüşümün önüne geçebilecek denli, devletleşme yoluna girme aşasına gelmişlerdir. Türk halkının devleti, kaygı verici trajik bir fiili durumla karşı karşıyadır.

Bu ikinci aşamada tablo tersine dönme eğilimine girmiş; adeta devlet cemaat ve tarikatlara “sızmak”; devletliğini göstermek sürecine girmiştir. Adalet, hak, hukuk, liyakat, eşitlik, özgürlük, demokrasi, aydın ve çağdaş yaşam talepleri, bütün Türk halkının temsilcisi olan devletten beklenmek yerine, zır cahil din tüccarı şeyhlerin şıhların hiyerarşik düzeninden beklenir olma yoluna evrilmektedir. Menzil de Fetö ile benzer bir yol izlemektedir. Çünkü her ikisi de doğrudan Nakşibendilikten beslenmektedir. Her ikisi de feodal bir yapı, her ikisi de sosyal, ekonomik ve siyasi güç kazanmak için her türlü dinsel, hukuksal ve kültürel değerleri fütursuzca çiğnemekte; ama meslek haline getirdikleri bu ihlalin, işin kötüsü, İslam’ın gereği olduğuna insanları inandırmada başarı kaydetmeleridir.

Tarih-dışı olan ve tarihsel gerçeklere uymayan hilafetin hiçbir dini ve pratik esası olmadığı, her kesimden büyük bir çoğunluk tarafından teslim edildiği halde, bu “kara” sevda, cemaat ve tarikatlar arasındaki “görev ve çıkar bölüşümü” ile, taksitli bir hilafet provası yoluyla tatmin edilmeye çalışılmaktadır. İslam’daki hilafet[1] kavramıyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan bu prova, esasen dinsel ya da kutsal hiçbir kaygı da gütmemektedir.

Cemaatlere ve tarikatlara, siyasi ya da ekonomik anlamda göz yuman veya destek veren sorumlular, halktan aldıkları yetkiyi, halkın onaylamadığı kişi ya da yapılara devrederse, bir tarikat liderinin dediği gibi “iki bin silahlı grup” ilk önce bu yetki devrini yapanları alaşağı edecektir. Atatürk “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken aslında bu yetki devrinin hiçbir şekilde meşru olmayacağını; milletin adına gelenlerin milletin aleyhine yetki kullanma hakları olmadığını vurgulamaktadır.

İlk İslam filozofu Ebu Yakup İshak el-Kindi, “Dinini satan, dinsiz kalır. Çünkü satılacak bir şeyi kalmamıştır” der. 9.- 13. Yüzyıla kadar İslam dünyası, bu günkü İslam dünyasından çok daha ileri idi.  Türklerin İslam’la tanışma süreci de tam bu döneme rastlıyor. Her millet gibi Türkler de İslam’ı Anadolu’nun tarihsel ve kültürel tüm birikimi kapsamında kendilerine göre algılamış; akla ve zihinsel işleyişe karşıt olmayan bir dindarlık tarzı geliştirmişlerdir. Ancak felsefi düşünce yerine fideist (imancı) tutumun resmi bir din anlayışına dönüşüp devletleşmesiyle insanlar, nasıl dindar olunacağını devletten gelen talimatla belirlemek gerektiği inancına kilitlenmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar Osmanlılarda devletin tarikatlarla karmaşık ilişkisi, zihinsel istismarın resmileşmesini; Cumhuriyet kurulduktan sonra da illegal ama gittikçe derinleşen akıl yozlaşmasının yolunu açmıştır.

Bu yapılar bilimi ve eleştirel düşünceyi halk nezdinde itibarsızlaştırmışlar; bu süreci planlı ve örgütlü bir şekilde yönetmektedirler. Bilime ve aydınlanma düşüncesine karşı soğutulan insanlar, çareyi cemaat ve tarikatların akla ziyan ama kendilerine yarayan uydurma pratiklerde aramaya başlamışlardır. 19. Yüzyılda Din Bilimleri kavramını ilk kez kullanan Max Müller, din ve dinlerle ilgili her türlü araştırmayı bilim disiplini içinde görmüşken cemaat ve tarikatlar yüzünden din öğretimi, beyinleri işlevsizleştirme aracı olarak kullanılmaktadır.  İlk operasyon, insana ve yaşama dair ne varsa insanları her şeye, kendine, ülkesine, ulusuna, öz kültürüne yabancılaştırma yoluyla gerçekleştirilmekte; birey en şiddetli yabancılaşmayı kendi aklı ve öz güvenine dönük olarak hissetmektedir. Önce kendine ve aklına olan özgüveni yıkılan birey, çaresiz kalınca tek seçenek olarak tarikat şeyhine ölümüne bağlanmakla zorunda kalıyor. Artık bu aşamadan sonra her şey, inanca ve inancın tek yetkili organı olarak önüne konulan tarikata bağlanarak beyin doldurulmaya hazır hale getiriliyor. Başka bir deyişle, aç bırakılan bir canlının, aç bırakan tarafından istenilen her şeyi yemek zorunda bırakılması demektir.

İslam devleti, Şeriat devleti ya da İslam halifesi kavramlarının dinsel ve tarihsel hiçbir gerçekliği yoktur. Ama buna rağmen bu kavramlar sanki tarihsel ve dinsel hakikatler imiş gibi, boşaltılan beyinlere telkin yapılıp cemaat ve tarikatlar hilafet kurumunu kendi aralarında bölüşerek sürdürdüklerine inandırmaya çalışmaktadır. Her biri kendi hilafetini, hilafet merkezini (Menzil örneğinde Adıyaman-Kahta, Van’da Zehracılar ve benzeri), halifesini ve hatta uydurdukları dini çoktan kurmuş bulunmaktadır. Bölüşülmüş hilafeti, devleti ele geçirerek bütün bir hilafete dönüştürmek için de aralarında kıyasıya savaş vermektedirler. Bu savaşta onun ya da bunun, başka bir deyişle, tasavvuf yolunu tuttuğunu öne süren Cübbeli’nin ya da onu hedef tahtasına oturtan silahlanmış selefi cemaatlerin tarafını tutmak, hiçbir sorumluyu bunların hışmından azade kılmayacaktır. İlk zarar görenler, göz yuman ya da destek verenler olacaktır. Neden? Çünkü devleti ele geçirip hilafet merkezi olmak için birbirini boğazlayan tarikat ve cemaatler, ilk önce, Atatürk Cumhuriyetinin bağışladığı yetki ve gücü temsil edenleri izale etmekle işe girişeceklerdir. Fetö de aynısını yapmaya kalkışmamış mıydı?

İyi cemaat-tarikat, kötü cemaat tarikat yoktur; devletleşebilecek güce erişeni vardır, henüz erişemeyeni vardır.

Eğer halkın eliyle ve halk adına alınan yetki, marifeti kendinden menkul tarikat ve cemaatlerden medet umarak kullanılırsa, yetkiyi denetleyen ve isterse sınırlandıran da onlar olacaktır. Oysa yetkiyi halk verdiğine göre bu güç halkta olmalıdır. Kendine verilen siyasal ve yönetsel erki, halk dışındaki yasaya aykırı odakların paylaşmasına yol açacak gaflette bulunmak, öncelikle bu erkten sorumlu olanları hem kişisel hem de tüzel anlamda rencide etmelidir. Kaldı ki tarikat ve cemaatlerin varlığı yasa dışıdır; hukuk dışıdır ve İslam dışıdır.

Ne yazık ki ülkemizi baştan ayağa çepeçevre sarmış irili ufaklı yüzlerce tarikat ve cemaat vardır. Nakşibendilik ile selefi cemaatler bunların iki ana gövdesidir. Örneğin Fetö Nakşilikten türemedir; Fetullah’ın sözde hocası cehalet timsali Said-i Nursi de Nakşidir. Menzil de öyledir. Bir de selefi gruplar vardır. Selefi yapılar, önceden Ihvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’e yakınlık duyan kişi ve gruplar, dışarıdan gelen Ortadoğulu göçmenlerden bir kısmı ile daha da güçlenip semirmiştir. Selefiler, öbürlerinin telkinle yönlendirdikleri beyinleri, emperyalizmin ekonomik destekleri sayesinde silahla sağlamaya çalışmaktadırlar. Ülkemizde Işid operasyonları bunun kanıtıdır. Zihinsel istismar selefilerde silahlı zorbalıkla birleşir. Doğrudan Türk halkını ve Türkiye’yi kafirlikle suçlarlar.

Bunlar bildiğimiz İslam dinine inanmıyorlar. Bir ilahiyatçı  ve felsefeci olarak tarikat ve cemaatlerin-akıl edemeyen bağlıları bir yana-tüm yönetim birimlerindeki beyin-katillerinin Müslüman olmadıklarını düşünüyorum. Açıkçası, Kuran’daki İslam’la hiçbir ilgileri yoktur. Tersini iddia eden varsa, her birinin din diye pazarladıkları nefsani, şeytani ve siyasi manevralarını İslam’la yüzleştirmeye hazır olmaya çağırıyorum. Yağma, çapul, haksızlık, adaletsizlik, yaşama ve insana düşmanlık eden, çocuk-çoluk, kadın erkek, canlı cansız demeden her şeyi önce dinselleştirip sonra da cinselleştiren; tüm yaptıklarını İslam’la Kuran’la değil de tarikat şeyhlerinin talimatlarıyla her bir tarikat ve cemaat kendi dinini yaratmış; İslam bu “uyduruk dinler”le işgal ve iğfal edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bir Cumhuriyet kurumudur ve Cumhuriyetimizin vizyon ve ilkelerine göre ile görmelidir. Ancak Diyanet bu görevini yapabiliyor diyemeyiz. Kendi yetki ve sorumluluk alanlarını adeta cemaat ve tarikatların inisiyatifine ve insafına terk etmiş görünmektedir. Anayasal olarak suç işlediğine dair serzenişlerdeki haklılık oranını hukukçular daha isabetli değerlendireceklerdir. Diyanet, göz göre göre “uydurma din fabrikaları”nın kendi yetki alanını ihlal etmesine göz yummamalıdır. Bir an önce bu yapıların din-dışı ve yasa dışı olduğunu resmen, fiilen ve hukuken ilan ve ilam etmelidir.

Selefiler, mevcut İslam dinini, yetersiz ve işlevsiz gören silahlı ve tehlikeli din görünümlü terör örgütleridir. Işid başta olmak üzere ülkemizde mevcut anayasal düzeni kökünden yıkıp adına Şeriat devleti dedikleri hayali ama silah zoruyla egemen olmak istedikleri bir yapıyı ikame etmeye çalışıyorlar. Mezhep, ırk, bölge ve din ayrımlarını özellikle Müslüman toplum üzerinden körükleyerek, Müslümanlar arasında iç çatışma çıkarmak ve böylece emperyalistlerin işgaline zemin hazırlamak amacındadırlar. Bunlara Kuran az gelmektedir. İslam onlara göre silah, ölüm, cinayet ve tedhiş olarak yorumlanarak İslam ile terörü ayrılmaz ikili olarak göstermek istemektedirler. Batı’da İslam ile terörün yan yana getirilmesinden İslam’la hiçbir ilgisi olmayan özellikle terör grupları sorumludur. İslam adını teröre bulaştıran bunlardır.

Kuran’da bağlamından kopararak aldıkları ayetleri siyasal sloganlar haline getiriyorlar. En masum bir metin ya da bir yazıdan istenirse sloganlaştırılmış ifadeler çıkarılabilir. Din kavramı, Arapça ’da medeniyet kavramının türediği bir sözcüktür. Düşünün; esasen medeniyet, şehirlileşme, uygarca yaşam anlamına gelen din, Türkçe ’de dinselleştirilen bir dine dönüşerek medeniyetten koparılıp vahşetin adresi yapılmaktadır. Arapçadan dilimize geçmiş pek çok sözcük, orijinal anlam evreni bakımından “daha az dinsel, daha çok dünyasal” olmasına rağmen, anlam daraltılmasına uğratılmakta; bu daralma da irili-ufaklı pek çok tarikat ve cemaatlerin doğmasına yol açmakta, sonuçta bu daralma yaşam alanlarımıza yansımaktadır.

Anadolu İslam’ı ya da Türk İslam’ı da en az Fransa İslam’ı ya da Fransızlar için İslam” gibi düşünülebilir. Zaten pratikteki İslam algımızla bize, “hayır, bunlar İslam’da yok” iye söylenen İslam arasında büyük fark var. Başka bir deyişle, biz Türkler İslam’ı, Anadolu’nun gelmiş geçmiş bütün tarihsel ve kültürel zengin birikimleri ışığında algılamakta ve yaşamaktayız. Ancak Sünnilik adı altında anlatılan teorik İslam ile bu pratikler, Türklerin İslam’a tanışması (8. Yüzyıl) dan beri uyuşmamaktadır. İslam’ın Anadolu’ya açılan kapısı, Anadolulu bir İslam’ı doğurmuştur ve Arap geleneği ile ilgisi zayıftır. Türk halkı Alevi olsun Sünni olsun pratikteki bu İslam’dan hoşnut, ama kendisine telkin edilen teorik Arap İslam’ından mustariptir.

Gazze’deki insanlık suçunun bir an önce sona ermesi dileğiyle…

[1] İslam’da hilafet, Bakara Suresi 30. Ayette, insanın yaratılıp yeryüzüne gönderilmesi olarak belirlenmiştir. Buna göre her insan “halife”dir; Tanrı’ya adalet, iyilik ve doğruluk bakımından en çok benzeyen, en üstün halifedir. Kötülük yapanlar, O’nun halifeliğine layık değildir. Bu liyakati kazanmak, iyilikte yarışmakla mümkündür. “Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

İslam ve tarikatlar

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. 13 Ekim 2023, 02:03

    Doğru düzgün ve aydınlatan bir yazı. Okunup öğrenilmesi tavsiye edilir. Özellikle halifelik diye ayrıca bir yönetim sistemi veya kurumunun olmadığını açıklamanız aydınlatıcı. Türk halkı yoldan çıkmış bu sapık yollara girmeyi ve bunları izlemeyi çok seviyor! Bunun nedeni okumamak ve sonuç olarak okuduğunu anlamamaktır. Tanrı iyiyi korusun, kötü ile mücadele etmek zorundayız. Yoksa Tanrı yardım etmez! Bu yazıyı yazdığınız gibi şu Sinan oğan denilen Zübük hakkında da bir şeyler yazmış olmanızı ve af dilemenizi beklerdim.

  2. 12 Ekim 2023, 14:02

    Sayın Hocam;
    Türk insanının tamamının aklın yolunu seçmesi dileğim ve teşekkürlerimle.

  3. Şahin bey tarikatlarla ilgili yazdiklariniz doğru fakat bu iki yüzlü tutumlarını yok etmenin tek yolu var.turkiyeye şeri mahkemeleri tatbik etmek.bu tarikat ve cemaatlerin çıkış gayesi bu.eminim ki eğer bu dediğim olursa bunların yüzde 95i şeri mahkemeleri istemez .laik kanunlara tabi olmak isterler.cunku islamin cezaları daha ağır.kuran kurslarında tecavüz edilen yavrularımıza her gün bir yenisi eklenirken,bahsettiğiniz liyakatsiz atamalarda alınan rüşvetler devam ederken hepsi cezaların hafif kalmasından güç alıyor sözüm ona islam kanunlarını savunuyorlar.idam olsa,hırsızın parmağı eli kesilse,zinaya tecavüze kırbaç ölüm cezası gelse.bunlar ben Atatürkçü değilim ama ataturkun mezar taşını yalarlar.bunlar öyle ikiyüzlü.bunlarin elinden bu kozu almak toplumun bunların gerçek yüzlerini apaçık görmesine vesile olacaktır.bunlar din için bu isleri yaparken her türlü dinsizligi bu topraklarda darül harp var diyerek mesrulastiriyorlar.devletin zamanında uyguladığı dini zulümleri kendilerine kalkan olarak kullanıyorlar.evvelden başörtüsü zulmü vardı.hepsinin ağzında sakızdı.erdogan elhamdulillah çözdü bu işi.imam hatiplerin sayısının çoğalması,kuran kurslarının çoğalması… dindar kesimin talepleri idi.erdogan hepsini çözdü.simdi evladını dini değerler çerçevesinde yetiştirmek isteyen kişiye devlet köstek değil destek oluyor.artik şu halde cemaat veya tarikatlarla yol yürümek isteyenin sorumluluğu kendine aittir.haberlerse görüyoruz sonra analar babalar ağlıyor,oğlan çocuklarına neler neler yapıyorlar.serefsizler yatıp yatıp çıkıyorlar.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!