Avatar
Şahin Filiz

Selefiyeci-cihatçı dinciliğe karşı ‘Yunus Emre Kalkanı’

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı

Her şeyden önce hepimiz şu esaslı ilkeyi aklımızdan çıkarmamalıyız. Hiçbir mezhep, etnik varlık, dini anlayış ya da tarikat, laik hukuka bağlı olarak kurulmuş bir ülkede “kalkan ya da çare” olamaz. Tam tersine, kavga ve kaosun kaynağı olur. Türkiye’deki bütün siyasi partiler mevcut anayasaya bağlı olan/olması gereken kurumlardır;  tüzel kişiliklerdir ve tıpkı Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi onlar da bu laik hukuka bağlı olmak ve onu savunmak zorundadır. Üstelik bağlı olmakla kalmayıp onun yaşaması ve ayakta kalması için mücadele etmekle yükümlüdür.

Bu yüzden hiçbir parti, şu ya da bu mezhebi veya etnik topluluğu siyasal ve kurumsal olarak esas kabul edemez. Herhangi bir mezhebi ya da etnik topluluğu “çare” veya “çözüm”ün adresi olarak göstermesi, bir partinin hem bağlı olduğu anayasayla hem de kendi kuruluş ilke ve prensipleriyle çelişkiye düşmeyi göze alması demektir ki, bu çelişki ve çatışma, önce söz konusu parti ya da partilerin, yeşeren umut olarak görülmesini engellediği gibi, varoluş amaçlarına da zarar verme olasılığı taşır.,

Zafer Partisi, bütün bu hassasiyetleri Atatürk Milliyetçiliği bağlamında en titiz bir şekilde göz önünde bulundurduğu için, “Maturidi Kalkanı”nı değil “Yunus Emre Kalkanı”nı devreye sokmayı daha uygun bulmaktadır. Doğrusu da budur. Yunus Emre arı-duru Türkçesi, barışçı, birleştirici mesajıyla Türk din anlayışına dayalı dünya görüşünün öncüsüdür. Ahmet Yesevi geleneğini şiirlerinde Türk düşüncesi ve dindarlık tarzının pusulası olarak izleyen Yunus Emre, kendi çağdaşları ve vefatından sonraki Türk düşünürleri arasında sağlam bir halkayı oluşturmuştur.

Yunus Emre hiçbir mezhep ya da dini gruba aittir değildir. Şiirlerindeki toplumsal birliği ve dayanışmayı öğütleyen insan merkezli din anlayışı, Türk Milleti’nin hatta dünya insanlığının tümüne seslenmektedir. Türk’ün din ve düşüncesini, olması gereken en evrensel biçimiyle şiirlerinde terennüm etmekte; Alevi-Sünni dayanışmasının kilometre taşlarını döşemekte, Selefiyeci-Cihatçı dinciliğe karşı Türk Milleti’nin kadife yumruğunu temsil etmektedir. Yunus Emre barışçı ve insansever felsefesinin yanında, dinciliğin her türlüsüne şiirleriyle aşılmaz bir kalkan oluşturmuştur. Siyaset ve mezhepler üstüdür. Diğer yandan da, Türk Milleti’nin  akıl ve ruh dünyasını temsil ederken de etnikçiği aşar, Türk Milleti’nin tüm etnik farklılıkları aşan bir adlandırma olduğunu yine Yunus Kalkanı ile öğrendiğimizi görüyoruz.

İslam tarihinde mezheplerin ortaya çıkışı, genellikle siyasi tartışmalara dayanır. Başka bir deyişle siyasi tartışmalar, mezhep veya mezheplerin doğuşu için gerekli toplumsal zemini hazırlar. Yoksa önce mezhepler doğup sonra da onlara uygun siyasi oluşumlar meydana gelmez. Bu nedenle bir mezhep ya da örgütlü herhangi dini bir anlayış, doğmakta olan herhangi bir siyasi hareketi belirlemez; onun doğuşuna neden olmaz. Bu nedenle, doğmakta olan bir siyasi harekete, herhangi bir mezhep tercihi doğrultusunda yön vermek, o hareketi, sonunda şu ya da bu mezhebin hâkimiyetine emanet etmek zorunda bırakmak riski taşır. Şu halde siyasi partiler hiçbir din ya da mezhebe pozitif ya da negatif ayrıcalık tanıyarak tercihte bulunmamalıdır. Hangisini seçersek seçelim, hep dışarıda başka bir mezhep ya da mezhepler bulunacaktır. Birinden birini tercih etmek,  yalnız bireyler için makul ve anlamlı olabilir. Mezhebi pozitif ayrımcılığa tabi tutulan mensupları, ister istemez kendilerini diğerlerinden ayrıcalıklı ve üstün sayacaklar; kendilerinin “milli”, zamanla ötekilerin “gayri milli” olduğuna kanaat getirerek Türk milletinin mezhep temelinde içten içe bölünmesinin aktörleri haline geleceklerdir. Oysa mezhep tercihi, siyasi partilerin bireysel tercihleri olamaz.

Mezhepçilik, mezhepler ve dinler üstü bir devlet ve bir siyaset tarzı olarak ancak laiklikle aşılabilir. Aynı şey etnikçilik için de geçerlidir. Etnikçi siyaseti aşacak olan da,  her etnik yapıyı Türk milleti kapsamı içinde eşitleyen Cumhuriyet ilkeleri ile somutlaşmış Atatürk Milliyetçiliğidir. O halde mezhepçilik ve etnikçiliğe karşı kalkan laiklik ve Atatürk milliyetçiliği olmalıdır. İşte Atatürk Milliyetçiliği kalkanının ardında Yunus Emre eşitliği, insanseverliği ve birleştiriciliği vardır.

Ne var ki söz, niyete  genellikle galip gelir. Baudrillard, hipergerçeklik dediği bu çağda, niyet ve anlamın, sembollerin (söz ve yazının) egemenliği altında kaldığını; simulakrumların, anlamın önüne geçtiğini söyler. Çağımız, dijital karakteriyle simge ve semboller çağıdır; bir metinde bırakın sözcükleri, bağlaçları; nokta ve virgüllerin vazgeçilmez yeri vardır. Metin yazarlığı, şekil ve içeriğin uyumunu dikkatle ölçüp biçerek, gelişir. Sonra okuyucu ve dinleyicilerin okudukları ve dinledikleri açılar hesaplanır. Metnin okunmasından sonra, metin yazımı öncesi niyetin ne denli yansıtılıp yansıtılmadığı düşünülür. Felsefede buna metin analizi adı verilir.

Maturidilik ya da başka bir mezhep, mezhepler üstü Yunus Emre felsefesinin yerini tutmaz.

İslam mezhepler tarihinde her mezhep gibi Maturidilik de siyasi nedenden doğmuştur.

Samani hükümdarı Nasr b. Ahmed (ö. 943) Maveraunnehir bölgesinde etkili olan Batıni (İsmaili/Karmati) propagandasından etkilenerek Batınıliği seçti. İmam Maturidi (ö.944), bir hükümdarın Bâtıniliğe mensup olmasını tehdit olarak algılayıp “er-Redd ale’l-Karamita” (Karmatilere Reddiye) adlı iki ayrı eser yazdı. İlk bakışta bu eserler, Batıniliğe karşı yazıldığı için, Sünni dünyada takdirle karşılandı. Ancak reddiyelerin esası, siyasi saiklere bağlı olduğu için, katıksız bir kelami tutum sayılmaz.

Maturidilik, “İslam Rönesansı” diye nitelendirdiğimiz 9.- 12. Yüzyılar arasında doğdu. İmam Maturidi 10. Yüzyılda yaşadı. Başka bir deyişle, adını bir Türk  filozofu olan Farabi’den alan İslam Rönesansı ya da Farabicilik Çağı’na tanık oldu. Bu aydınlanma çağını başlatan akılcı mezhep Mutezile idi. Eş’arilik, Mutezile’den kopan bir grubun kurduğu; Büyük Selçuklular döneminde ülkenin bazı yerlerinde kurulan Nizamiye Medreseleri’nde etkili oldu; eğitim-öğretimin resmi mezhebi kabul edildi. Devletin Eş’arilikten yana olan politikası sonucunda Mutezile mezhebi gerileyip söndü; buna karşılık Eş’arilik Nizamiye Medreseleri sayesinde gittikçe güçlendi. Selçuklular ve Osmanlılar Eş’ariliğin izinden devam ettiler.

Maturidilik, tam da Mutezile ile Eş’arilik arasında uzlaşmacı bir tutum sergiledi. Ama bu ikisi arasında geleneğe bağlılığı ile Eş’ariliğe; akılcı olmakla da Mutezile’ye yakın durdu. Hanefi ekolünden olmakla birlikte Bağdat, Basra, Kufe,  ve Şam’da Hanefilik kadar ilgi görüp yayılamadı; bugünkü Özbekistan’ın şehri Semerkand’la sınırlı bir alanda kaldı. Akıl ile vahyi ayırmadı ama, aklı yalnız vahyin anlaşılması ve yorumlanması sınırları içinde meşru kabul etti. Yani Maturidilik aklının sınırları, vahyin ötesine geçemedi.

Eş’ariliği ve Mutezile’yle uzlaşır görmesi, bugün ülkemizde Maturidiliğin eşi benzeri olmayan akılcı bir mezhep gibi yorumlanmasına ve içeriksiz bir takdir hissi beslenmesine yol açmıştır. Bir de İmam Maturidi’nin “kuvvetle muhtemel Türk olması”, onun iki mezhep arasında kalarak sıradan bir mezhep olduğu gerçeğini görmeyi engellemiştir.

Maturidilik  başta bir kelam yani teoloji ekolüdür. Kelam, İslam inanç esaslarını akılla açıklayıp akılla savunmak demektir.  Maturidiliğe göre Allah’ın kelam yani konuşma ve söyleme sıfatı, tıpkı O’nun gibi ezeli bir anlamdır. Daha anlaşılır söylemek gerekirse, örneğin Kur’an’ın sure ve ayetleri, anlam olarak Allah’ın ezeli sıfatıdır, yoksa harfler ve cümleler olarak ezeli değil, yaratılmış ve sonradan olmadır.

Allah’ın zatı ile bir olan Kelam-ı nefsi yani Kur’an’ın anlamı, Peygamber’in gönderildiği Arap toplumunun dili olan Arapçada somutlaştırılarak Kelam-ı lafzi adını almıştır. Şu halde Kur’an anlamca ezelidir; Arap diline dönüştürülmüş hali ile yaratılmış, ezeli olmayan lafızdan ibarettir. Allah harflerle ve seslerle konuşmadığı için, Kur’an’ın Arapça hali gerçek anlamda değil, mecazi anlamda ilahi kelama işareti bakımından Allah kelamıdır. Başka türlü dersek, Kur’an’ın harflerden oluşan yazıları ve sesleri ezeli değil, geçicidir. Mutlak değil, izafidir.

Buradan anlıyoruz ki Maturidi kelamcıları Kur’an’ı lafız ve anlam olarak ezeli sayan Selefiliğe ile onu her bakımdan mahlûk( ezeli olmayıp yaratılmış olan) ve sonradan sayan Cehniyye ve Mutezile’yi reddederek ikisi arasında uzlaşmacı bir yol izlemiştir. Bu tutumu ise onun arada yeterince önem kazanamamasına yol açmıştır.

Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Maturidilik, Selefiye ile Mutezile ve Eş’ariye arasında bir yerdedir ve her birinden belirli görüşler alarak ortaya çıkmıştır. Ancak Kur’an lafzını dolaylı olarak Kelamullah saymakta; Arap diline kutsallık atfetmekten geri durmamaktadır. Bir yanda şeraitlerin değişebileceğini öne sürerken, diğer yanda Kur’an’ın anlamını ezeli-ebedi bir ilahi sıfat olarak görmektedir. Birden fazla şeriat varsa ve şeraitler zaman-mekan bağlamında değişebiliyorsa, dayandıkları ilahi anlam, yani Kelam-ı nefsinin de değişmesi gerekmez mi? İşte burada İmam Maturidi’nin çelişkiye düştüğünü ve sorunu çözümsüz bıraktığını görüyoruz.

Hz. Meryem’e ve Hz. Musa’nın annesine “vahyedildiği”ne ilişki ayetleri, Hz. Muhammed’e gönderilen vahiyden ayırmaya çalışırken vahiy ile ilhamın temel farklarını ortaya koymakta zorlandığına tanık oluyoruz.

İmam Maturidi’nin Batıniliğe karşı (Batınilik Kur’anın  sadece gizli, Batıni anlamını önemser) “Kur’an vahyi hem lafız (dil) hem de anlamdır” görüşünü savunurken, Ebu Hanife’nin ‘namazda Kur’an’ın Farsça tercümesi okunabilir’ içtihadını savunmak adına ‘Kur’an aslında anlamdan ibarettir’ görüşünü dile getirmesi başka bir çelişkisidir.[1] Ayrıca Türk olduğu savunulan İmam Maturidi neden böylesine kritik bir konuda, Farsça ile birlikte ‘Türkçe tercümesi okunabilir’ diyebilecek kadar Türklüğünü ortaya koymamıştır?  Neden Farsça okunabileceğini savunurken bir Türk din alimi olarak namazda Türkçe de okunabileceğini söylemiyor? Türklük, kandan ileri bir kültürel, dilsel ve tarihsel kimlik olarak neden ‘rivayeten Türk olan’ Maturidilik mezhebinde gerçekten açığa çıkmamıştır? İmam Maturidi dil ve kültürde Türk değilse, kan ve kemikte Türk olmasının hiçbir anlamı yoktur.  Türklük her zaman doğumla doğrudan ilgili bir olgu  değildir. Dile ve kültüre her koşulda sahip çıkabilmektir.

Akıl-nakil (vahiy) arasında kurmaya çalıştığı telifçi yaklaşım, Maturidiliğin Nizamiye Medreseleri’nde egemen olan Ehl-i Sünnet dünyasında Mutezile taraftarı olarak damgalanmasına yol açmıştır. İmam Maturidi eğer doğduğu Atayurdunun dili, kültürü ve tarihine, Arap dili ve kültürüne atfettiği önemi verseydi, bugün Anayurtta cirit atan Selefiyeci-Cihatçı Arap ırkçısı dinciliğe karşı, tıpkı Hoca Ahmed Yeseviler,  Yunuslar, Hacı Bektaşlar, Abdal Musalar, Kaygusuz Abdallar, Pir Sultan Abdallar, Seyyit Nesimiler, Otman Babalar gibi hem dil (lafzen) hem de anlam (batınen) olarak 10. Yüzyıldan itibaren gerçek bir “kalkan” olabilirdi. İşte asıl kalkan Yunus Emre’dir. Ama o, Arap dili ve kültürü içindeki tartışmalarda kaybolmakla kalmamış, Farsça namaz kılınabileceğini bile savunurken Türkçenin adını bile  anmamıştır. Bunun neresi Türk’tür?

Oysa Yunus Emre, dilinden kültürüne, hümanizminden, dinciliğe karşı mücadelesinde, binlerce yıllık Türk kültürünü şiirlerine bazen dolaylı bazen de doğrudan yerleştirmiş olmasına kadar, baştan başa bir Türk filozofu ve örnek bir dindarıdır.

Maturidilik, Selefiyeci-Cihatçılığa karşı, sanıldığı gibi  akılcı ve tutarlı da değildir. Kelin merhemi olsa başına sürerdi. Akılcılığı, bazı ayetlere yaptığı tefsirlerde tümüyle görünmez olur. Bakara 2/191 şöyle diyor:

“Onları (müşrikleri) ele geçirdiğiniz yerde öldürün. Onların sizi sürüp çıkardıkları yerden siz de onları sürüp çıkarın. Fitne (küfür ve şirk) savaşta insan öldürmekten daha kötüdür.”

Maturidilik, bu ve benzeri ayetleri tefsir ederken Selefiyeci-Cihatçı dincilikten pek farklı düşünmez. Maturidilik diyorum çünkü onun Tevilatu’l-Kur’an ve Kitabu’t-Tevhid adlı başlıca eserleri, öğrencilerin tuttukları notlardan oluşmaktadır. Bütün temel görüşlerine bu eserlerden ayrıntılı bakılabilir.

Şirk fitnesinin insan öldürmekten daha ağır olduğu şeklindeki görüşü Maturidilik de benimser. Maturidiliğe göre, müşrikler her zaman ve zeminde öldürülebilir. Barış değil savaş yani cihat esastır. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre savaşın en önemli nedeni, savunma amaçlı olmaktan çok, küfür ve şirki yeryüzünden kaldırıp atmaya yöneliktir.

Maturidilik, bu ayeti ve devamını Selefiyeci-Cihatçı anlayışın Kelam-ı lafzi’yi, yani ayetlerin zahiri manalarını yorumladığı ve anladığı şekilde tefsir etmekte; savaşın asıl gerekçesi olarak küfür ve şirki göstermektedir. Şimdi, Maturidilik bu görüşüne rağmen Türkiye’deki Selefiyeci-Cihatçıları  müşrik ve kafir olarak nasıl karşısına alıp onların etkilerini kırabilecektir? Yoksa bu kavramlar sanıldığından daha mı esnektir? Ayet zaman üstü ve mekan üstü anlaşıldığına göre, Maturidilik kendisiyle bu konuda aynı düşünen Selefiyeci-Cihatçı,  zahirci-lafızcı mezheplere karşı nasıl bir savunma hattı kurabilecektir? Kafalarına göre tanımladıkları küfür ve şirki kutsal cihadın temel gerekçesi  olarak gören bu radikal dinci mezhepler içinde zayıf bir halka olarak Maturidilik, güçlü radikalizme karşı nasıl mücadele aracı olabilir?

Bu mücadeleyi hem duygusal hem de akılsal olarak yapabilecek tek figür Yunus Emre ve onun felsefesi, onun dünya görüşüdür.

Çelişkiler, kuşkular, anlaşılmazlık ve sistemsizlik bir yana, 10 yüzyıl önceki önemsiz bir mezhep,  21. Yüzyıl çağdaş, laik bir devletin medet umabileceği bir dünya görüşü değildir. Laiklik esastır; bütün mezhep, tarikat ve din anlayışlarına karşı tek kalkan, yegane çare laikliktir. Laiklik hiçbir mezhebe pozitif veya negatif ayrıcalık tanımamak olduğu kadar, her mezhepten bireyleri kucaklayan bir tarafsız ilkedir. Ortaçağ’da kendini geliştirememiş; derde deva olamamış, o günün sorunlarına bile ikna edici çözümler sunamamış mezhep veya mezheplerden çare ummak, laiklikten ödün vermekten başka bir sonuç doğurmaz. Özellikle Afganistan’dan gelen kaçaklar arasında Maturidi olanlar da göz önüne alınırsa, sığınmacıların gönderilmesine yönelik haklı çabalar bu sebeple akamete uğrayabilir.

Nizamiye Medreseleri İslam Rönesansı’na karşı geriletici bir kalkan olurken, Maturidilik veya başka mezhepler, Selefiyeci-Cihatçılardan çok laik, sosyal bir hukuk devleti olma yolunda binbir türlü zorlukla karşı karşıya olan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde bir kalkan değil, kör bir duvar oluşturacaktır.

Ahmet Yesevi’den başlayan, Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Seyyit Nesimi ve Otman Baba’ya kadar yekpare bir  Türk kültür geleneği ve dünya görüşünden esinlenen Atatürk milliyetçiliği ve bunun doğal eseri olan Cumhuriyetçilik, Türk milletinin ve Türk Devleti’ninin tek kalkanıdır.

Yunus “Emre Kalkanı”, mezhepleri ve etnik kimlik iddialarını aşacak milli ve evrensel bir kalkandır.[2]

“Cümleler (İnsanlar) doğrudur sen doğru isen,

Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.”

 

[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Öztürk, “Maturidi Tefsir Geleneğinde Kur’an ve Yöntem Anlayışı”, ss. 1-31 (pdf).

[2] Geniş bilgi için bkz. www.yunuscadergi.com

Selefiyeci-cihatçı dinciliğe karşı ‘Yunus Emre Kalkanı’

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Yazar tam bir kafa karışıklığı içinde. Yunus Emre ile göçmen düşmanlığının (zafer partisi) Ne ilgisi var. Tam bir tezat

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!