Beş-altı yaşlarından beri her yaz tatili çalışırım, tee o yaşlarda maçlarda su sattım, sinema önlerinde sakız sattım. Amerikan golden çiklet ve meltem sakızları konusunda uzman sayılırım. Annem ve komşularımız meltem sakızlarının teneke kutusunu iğne iplik, incik cincik koymak için çok severdi. Bir mahalle dolusu kadının dikiş kutuları sattığım sakızların kutusu olması ve akşam vakti kadınların satıp bitirdiğim kutuları heyecanla bekleyip ve bana sarılarak kutuları elimden almaları, kahraman olmak gibi bir şey. Bugün dahi eskici dükkânlarında eskimiş resimli meltem sakızı kutularını görünce içim gider, hasret giderir, derin derin bir uzun bakış beni bir yarım asır önceye götürür. Ben 13-14, Murat altı-yedi yaşında ancak vardı. Hep yanımdaydı. Su satarım yanımda, mısır satarım yanımda, sakız satarım yanımda, sahile midye toplayıp teneke üstünde cızlatıp yemeye giderdik, Murat hep yanımda. Uzun süre kolumda sepette mısır sattım, yorulur, biraz da sen taşı Murat derdim. Murat sepeti koluna aldığında sepetin ağırlığı Murat’ın bir yanını çökertir, birkaç adım ancak taşıyabilirdi. Murat’la çok korkunç anılarım var. Sahile uzanmış yarısı denizin içinde yosunlu kayanın bir metre altında gizli bir tünel vardı. Çocuklar denize dalıp bu yeraltı deliğinden geçmek için yarışırdı. O dar geçitte bir çocuk sıkışıp boğuldu. Cesedi çıkartılırken bir şehir sahile indi. Bütün anne babalar bir daha çocuklar dalıp tünele girmesin diye ağlayarak yalvarmaya başladı. Çok geçmedi, ağzı var dili yok dünyanın en sessiz sakin çocuğu Murat mahallenin bütün ağır ağbilerine meydan okurcasına daldı ve tünelden kahramanca geçti. Annene söyleyeceğim diye sert çıktım, ancak annesi akşamları eve gelmezdi, bütün mahalleli Naciye ablanın ne iş yaptığını bilir bu yüzden Murat’a biraz tuhaf bakarlardı. Daha da ağır şeyler gördüm, komşu teyzeler ekmek almaya beni yollarlardı, bazen, işim var Meliha teyze, ‘Murat’ı gönder’, dediğimde, yüzünde fare görmüş gibi bir tiksinti ifadesiyle ‘Murat’ın elinden ekmek mi?’ deyip evin içine kaçarlardı. Murat’la daha da korkunç anılarım var, mısırları kocaman bir kazanda öğlene kadar kaynatır sonra sepete yerleştirir sonra üstlerine havlu benzeri bez sereriz. Düzgün uzun ve taneleri dolgun mısırlar hemen satılmasın diye iyileri en dibe yerleştiririz. Bir sabah kazanımız su sızdırıp delindi. Annem, ‘eyvah’ dedi, ‘bugün satacak bir şeyimiz yok ne yiyeceğiz’ diye hayıflanıp ağlar gibi oldu. Sonra, dur, dedi kendine, öğleden sonra pazara gidip nasılsa bir kazan alırım deyip bir hışımla koşup komşudan kazan istedi, komşu Naciye teyzeydi, Murat hemen bir kazan getirdi, annem kazanın önünde kalakaldı, bir düşündü, sonra, ‘olmaz Murat oğlum sağol, şimdi ben pazara gidip kazan alırım!’, deyip, kazanı geri çevirdi. Bir hışımla mantosunu giydi bir soluk bakırcılar çarşısına koştuk, kazanlar çok pahalıydı. Hayal kırıklığıyla eve dönerken Bit Pazarı’nda eskici önünde bir kazan gördük. Annem kazana yapıştı pazarlığı yaptı hemen aldık. İçi kalaylı kapkara kazanı aldık, ocak’a koyduk. Kazana şöyle baktım çok yumruk yemiş gibi her tarafı ezik çok eskimiş ve çok heybetli. Ama kazana iyice baktığında isli kararmış yerlerinde sanki belli belirsiz ölmüş insanların hayaletleri gibi resimler vardı. Kazan sanki bir masal canavarına benziyordu. Bir hafta geçti geçmedi, buna benzer isli bir kazanda sokağın karşı duvar dibinde su kaynatılmış cenaze yıkanmıştı. Altına yeni kesilmiş taze ıslak ağaç kütükleri sürülmüş odunların yanması uzun sürmüş ve Murat’la ben saatlerce kazanın başında kazandan haşlanarak taşan suyu film gibi seyretmiştik. Murat’ın ayaklarımın dibinde çömelmesini hiç unutamadım, Murat hep çömelir öyle seyrederdi. Kazanın fokurdayan haşlanmış suyun köpükleri de korkunçtu, altına sürülmüş iri kıyım kütükler de, cehennem tasvirleri gibi. Sonra mahallenin en meşhur adamı İmam Musa geldi. ‘Bu kazan sokak ortasında olmaz’, dedi, ‘avluya alın’, diye direktif verdi. Kalçaları sokağı dolduracak kadar büyük enine boyuna yüz kiloluk dört kocaman kadın kazanı çaput bezlerle tutup ateşin üstünden usulca dikkatle alıp milim milim cenazenin yanına kadar getirdiler. Fokurdayan suyun bu üç-dört metrelik yolculuğunu bütün mahalle kazan ya devrilirse korkusuyla tık nefes izlemişti. Üç-dört yaşlarında onlarca küçük çocuk ayakaltında. Kadınlar feryat figan kaçın kaçın diye yırtınırcasına her teyze kendi çocuğuna yakalayıp kucaklayıp bağıra çağıra kaçıyordu. İnsan korkudan ölüyor. İşte o gün hayatımın en korkunç günüydü, kaldırılıp taşınırken sallanan kazananın haşlanmış suyu üstüme döküldü, yandım, acıdan bayılmışım. Gözümü açtığımda kol ve sırt derim sabun köpükleri gibi kabarmıştı, fokurdayan bataklık gibi. Doktorun yanıp balon köpüğü gibi şişmiş kabarcıkları cımbızla koparta koparta çekip temizlerken deri parçalarım sakız gibi tüy iplik gibi uzuyor, acı çığlıklarımla hastaneyi ayağa kaldırıyorum. Bir hafta yatakta kaldım, anneme, Murat nerede, dedim. Annem, ‘o uğursuzun yüzünden oldu zaten’ dedi, ‘Murat bir daha bu eve girmeyecek’, dedi. Yıllar yıllar sonra Trabzon’a döndüğümde ayaklarım beni nedense o eski pazarlara götürür, yolum düştükçe o kara kazanlara tek tek inceleye inceleye dala dala başka gözle bakarım. Yanımda turist gibi benimle gezinen arkadaşım olur, eski bir saat eski radyo eski bir gramofon değil, gözünü dikmiş dakikalarca bu kazanın nesine bakıyorsun, diye, beni sorgular. O çıkmaz sokaklar içinde mahalle dolusu çocuğun içinde kaynayan cenaze kazanlarını nasıl anlatsak. Bir defasında komşu kadınlarla ortak annem yoğurt yapmış, çömleklere dolduruyor ve satması için bakkala taşıyordum. Kucağım doldu hepsini taşıyamam. Murat yanımda bitti. Çömleklerin bir tanesini Murat’ın kucağına verdim. Kilden yapılmış kırmızı renkli o çömleklerin hatırası işte çocukluğumun en görkemli eşyaları. Ağzı çok geniş ve uzun boyludur, adı yoğurt çömleğidir. Kucağıma iki tanesi ancak sığıyor, yine de komşu teyze, düşürürsün bir tane taşı, dedi, erkekliğime yediremedim önce üç tane aldım, sonra imdadıma Murat yetişti, birini Murat’ın kucağına verdim, Murat pek hevesli. Tam sokağın ortasında çömlekler kucağımdan sokağın ortasına düştü kırıldı, nasıl korktum. Murat kucağındaki çömleği düşünmeden yere eğildi, onun ki de düştü. Üstümüz başımız yoğurt. Toz toprak içinde yoğurta gömülmüş sokak ortası temizlenir gibi değil, bembeyaz yoğurt içinde kıpkırmızı kiremit parçaları, ayıklanır toplanır gibi hiç değil. Komşular pencerelere fırladı, ‘Allah seni ne yapsın, batırdın ortalığı’, diye azarladılar, ama en çok, ‘o Murat yok mu, o Murat, çömlekleri o düşürdü’ diye bağırdılar. Korkunç habere annem komşular yetişti. Annem beni azarladı dövecek gibi, ama Murat’ı görünce yumruğunun tersiyle başına vura vura, bir de komşulara duyura duyura ‘benim oğlum dikkatlidir düşürmez, bu Murat var ya…’ Sonra annem hırsından ağlamaya başladı, yeni çömlek almaya parayı nereden bulacağız? Kırılan birkaç çömlek ama komşular kapı önlerine çıkmış mahalleli kadınlar önünde bu travmatik anlar çok korkunçtu. Otuz kırk yıl geçer ne zaman memleketimin kasabalarında dükkân önlerinde o eski çömlekleri görsem, korkudan yanlarından uygun adım asker selamıyla geçerim. Benimle Trabzon’a geziye gelmiş arkadaşıma bu çömleklerin öyle masum masum dükkân önünde dikilişlerine aldanma bir düşmeye görsünler memleketi berbat ederler, derim. Yanımda geziye gelmiş arkadaşlarımın ‘Trabzon’u görmeye koskoca yol geldik, dükkân önüne dizilmiş bu çömlekleri mi seyredeceğiz’ diyen bir halleri hep olurdu.
Murat’la daha da korkunç hatıralarım var. 1980 sonrası kirli sakal furyası başladı, Fransız erkekleri hala direniyor ama kirli sakal modası artık tüm dünyaya yayıldı. Oysa 1960’lı 70’li yıllar tıraş bıçakları markalarının birbiriyle yarıştığı yıllardı. Çünkü gündelik her sabah tıraş şarttı. Hatta elektrikli tıraş makineleri çıkmıştı ki çok havalıydılar ancak zenginler alabiliyordu. Şimdiki gibi plastik saplı permatik türü yoktu. Herkesin bir tıraş bıçağı vardı ve bir jilet takılıyor birkaç sefer ancak kullanabiliyordu. İşte o günlerde bir büyük yeni marka çıktı: Flaş tıraş bıçakları. 16-17 yaşına gelmiştim, Murat da herhalde 10 yaşında olmalı. Trabzon radyosuna reklam veren Aşkım Reklam’da çalışıyor hatta radyoda yayınlanan reklam spotları dahi yazıyordum: ‘Karadeniz’i Saran Hoş Bir Koku, Hamuloğlu Kolonyaları’. Patron, Flaş tıraş bıçaklarının Karadeniz temsilciliğini almış. Elimizde onbin flaş tıraş bıçağı afişi var. Bu afişleri peyder peyder sokak sokak cadde cadde kasaba kasaba duvar bina şehir şehir gördüğümüz her yere yapıştıracağız. Her bir afiş için bugünkü parayla tanesine bir lira, dedi. Yani gecede ikiyüz afiş ikiyüz lira büyük para. Gece yarısı millet yattıktan sonra sokağa çıkacağız gördüğümüz her yer düz yere yapıştıracağız. İlk seferde merdivenimiz dahi yoktu, Murat’ı omuzlarıma alıyorum öyle yapıştırıyoruz. İlk harekâtımız fiyaskoyla sonuçlandı, çünkü hamur ve su karışımı bir kovayla çıktık, afişler duvarda bir dakika dahi durmadan uçtular. Ertesi gün patron bizi azarladı, evladım, hamur ve suyla değil, kostikle yapıştıracaksınız. Çok sonra siyasi zamanlarda ustası olduğum kostik’in adını ilk orada duydum. Kostik tehlikeli bir madde. Naftalin’in aynısı. Kovaya bir avuç koyuyor sonra suyla doldurup saatlerce karıştırıyorsun, aman, elinizi sokmayın, derinizi yakarak kaldırır. İlk denememizde kostik potur potur kalınca elimizle ufalamak istedik elimizin derisini yanarak kalktı. İkinci denememizde kostiği bir gün önce hazırlayıp geceye kadar beklettik, bir de ne görelim kostik bulgur gibi şişip şişip yoğunlaşıp katılaşmış fırçaya sürülecek akıcı sıvı hali hiç yok. Deneye deneye sonunda öğrendik, işe çıkmadan bir saat önce kostiği hazırladım. Sırtımıza uzun kollu fırçamızı, elimize kovayı ve merdiveni ve afiş tomarlarını alıp sokaklara daldık. Fırçayı kostiğe daldırıyor ve sonra afişin arkasına sürüyoruz sonra afişi duvara yapıştırıyoruz. Nasıl sevinçliyiz. Her sokak her cadde her meydana ikiyüzün üstünde afiş. Sabah ezanıyla afişler bitti. Mutluluktan uçarak yatmaya eve gidiyoruz. Rüzgarın Allah cezasını versin, sabah sabah bu rüzgar da nereden çıktı, ne görelim, hayatımızın fiyaskosu bütün afişler kendiliğinden düşmüş. Murat ağlamaya başladı, ağlaya ağlaya uçuşan afişleri topluyor nafile bir uğraşla duvara yapıştırıyor. Uçan afişleri havada yakalamaya çalışan komik halini ne zaman bir işe girişsem yenilginin hüsranın hali olarak hala hatırlarım. Afişlerin bir yarısı da tam düşmemiş, bu daha ağır hüsran sefil bir manzara. Panikle diğer afişlerin durumuna bakmak için gerisin geri koşuşturduk. Adam gibi duvarına yapışmış halinden memnun bir tane afiş ancak bulabildik. Öğlen uyanıp patrona ne diyeceğiz. Biz uyanmadan patron evin kapısına dayandı. Annem uyandırdı. ‘Oğlum iki yüz afişi de rezil etmişsiniz hiç biri tutmadı’ dedi. Vallahi kostiği afişin arkasına yedire yedire sürdük, dedim. Patron, şu fırçayı eline al kostiğe batır ve nasıl yaptığını bir daha anlat, dedi. Şöyle yaptım diye, anlattım. Oğlum, dedi, afişin arkasına değil kostiği önce duvara süreceksin sonra afişi yere serecek afişin önünü fırçaya takıp yüzüne süre süre yedireceksin. Tam da evimizin karşısında düşen afişin önündeki duvarda patron beni dövmeye başladı, ki, Meliha Teyze pencereyi açıp bağırdı, ‘pencereden gördüm o Murat çok beceriksiz o afişleri Murat yapıştırdı’.
Sonra yan komşumuz Naciye teyzenin evine gittik, Murat’ı uyandırdık. Yollarda yerlerde uçuşan afişleri gördükçe Murat’la utançla yerin dibine girdik, Murat, yine de dayanamıyor uçan afişleri havada yakalamaya çalışıyor, o afişlerin peşine nafile koştukça patrondan fazladan bir tekme daha yiyordu. Hatta şakacı rüzgâr afişleri sürüklüyor tam da patronun ayağına doluyor, patron sinirle bir de uçuşan afişleri tekmeliyordu, bütün trajik sahneler bir asır geçti bana hala bir türlü komik gelmiyor.
Bugünkü gibi o zamanlar afiş yerleri belediyece belirlenmemişti, istediğimiz her yere asabiliyorduk, sonra ustası oldum, afiş asmadan önce, yanıma Murat’ı alıp arabayla bir keşif gezisine çıkıyor, asılacak yerleri gösteriyordum. Çok sonra işi ben alıyorum kalın eldivenler takarak kostiği hazırlıyorum ama geceleri çıkmaya üşeniyor Murat’ı tek başına işe yolluyordum.
Leman’da yazdığım yıllarda bir gün bir okuyucu arkadaş, ‘ağbi, bir günün nasıl geçiyor yanında olmak istiyorum’, dedi, kendince bir yazarın bir gününü bir hikâye yazacak. Bir öğle sonrası çocuğu aldım, alelade gündelik bir gezi işte, gittiğim mekanlar sokaklar geziyoruz. Ben de farkında değilim. Çıkrıkçılar Yokuşu’nda kostik satan dükkânın önünde durdum. Kostiği elime aldım, derin derin baktım. Sonra bir çaycıya indik sonra yürüyerek aşağı indik. Genç arkadaşa, işte sıradan bir gün, dedim, insanın dikkatini çeken olağanüstü bir şey yok. Çocuk, durdu, ağbi, şaşırıp merak ettiğim bir şey yok, ama, o naftalin çuvalının önünde o kadar uzun vakit daldın gittin, dedi. Çocuk naftalin sanıyordu, avucunu aç, dedim, açtı, kelebek kanadı gibi ince kostik parçasını avucuna koydum, şimdi üstüne tükür, dedim.
Çocuk tükürdü ve asit köpürdü ve avucunu yaktı. Kostik bir kelime ama hala elimizi yakıyor, yazarın kelimeleri hatıraları, tıpkısıdır, o kostik beyninizde, asidi köpüre köpüre kelimeleri kelimeler zihninizi zihniniz hikayeleri yaka yaka soya soya… Sonra çayımızı içtik çocuğu uğurladım, ne yazdı, yazmadı, bilmiyorum. Sonra bu olaydan onbeş yıl önce annemle geçirdiğim son akşamlardan birini anlatan bir diyalogla hikâyemi bitirdim. Dün şehit haberleri gelince o hikâyeyi yeniden hatırladım. Annem, örgüsünü örüyor, gözlük camlarının üstünden bir gözü de televizyonda ben de kitabıma gömülmüşüm. Anne, dedim, bugün ne duydum, biliyor musun? Hayır, olsun, dedi. Naciye’nin oğlu Murat’ı hatırladın mı? ‘O uğursuzu mu, nereden geldi aklına, otur da haline şükret, bak florasan ışık altında kitap okuyorsun, seni kimlerden kurtarıp Ankara’da okumalara getirdim’. Anne, o Murat var ya. ‘Aman nereden aklına geldi o pislik kadının oğlu…’… Anne, o Murat var ya….
-Ne olmuş, oğlum.
-Bugün duydum, askeri cemse devrilmiş, üç arkadaşıyla ölmüş anne…
Annem yerinden feryatlarla fırladı, neee, şehit mi oldu?
-Evet anne…
Annem üstünü başını yırtarak çığlıklar atıyor, ah oğlum ben ne günah işledim, nasıl günahını aldım, oğlum ben şimdi bu günahla ne yapacağım, ah Murat. Ah oğlum niye Murat’ın askere gittiğini hiç söylemedin…
Annem korkudan titreye titreye banyoya koştu, abdest almaya başladı.
-Anne, o kazanda haşlandığım günü hatırlıyor musun, hani kollarım kabarcık olmuş doktor cımbızla soyuyordu. Anne, o gün, haşlanmış su Murat’ın da üstüne düşmüş yanmış, komşular beni doktora yetiştirirken, bir mahalle dolusu kadın Murat’ı unutmuş…
….
Sonra.
Annem, tülbendini başına geçirdi, seccadesini serdi ve namaza durdu, dualarını okudu, selam verdi, ve bana:
-O kazan Murat’ı da mı yakmış, oğlum sen nasıl evlatsın, bunca zaman geçti, insan daha önce annesine niye söylemez, deyip bir hışımla içeriki odaya koştu.
Duvarda asılı Kur’an’ı Kerim’i indirdi, bismillah deyip sayfalarını açtı, sabaha kadar yorulana kadar mırıltı mırıltı mırıltı mırıltı mırıltı..
Hikayenin sonunda hüngür hüngür ağladım..
Kaleminize yüreğinize sağlık..
“Günün mana ve ehemmiyetine” ilişkin yorum yapmayı bırakın. Hayatınızda böylesine kaç öykü okudunuz, onu söyleyin. Teşekkürler Nihat Genç…
Hayatımda okuduğum en dokunaklı, en vurucu metinlerden biriydi. Toplumsal düzene, ikiyüzlülüğe bırak tokat atmayı resmen edebi, tertemiz bir dayak çekmişsin abi.
Hem de alıştığımız yer yer sinkaflı üslubunu bir yana bırakıp, öyle naifçe yapmışsın ki bu işi, ana avrat sövsen bu kadar vurucu olmazdı. Aile fertleri olarak farklı zamanlar ve farklı mekanlarda okumamıza rağmen aynı gözyaşlarını döktüğümüzü, aynı alt metni anladığımızı farkettik.
Eline sağlık, iyi ki varsın, susma!
her şehit haberinde aklıma yeni doğmuş kucakta sevilen bebekler aklıma gelir.
Murat’lar Ahmet’ler Mehmet birilerinin en değerlisi aynı bizim çocuklarımız gibi….
Hakan Bahadır Nihat Gencin yazdıklarını sadece siz anlamışsınız. Gün birlik olma günüdür. Gün vatan için kucaklaşma günüdür, didişme, kavga, suçlama günü değil!!!!!! Varolun Nihat Genç oğlum. Ben sizden çok yaşlıyım ama size saygım büyük. Sizin gibi yiğit insanlar olduğu müddetçe Türkiye’mize hiç bir şey olmaz evvellallah.
Ersin bey siz sanırım başka bir hikaye okudınuz.. Ana fikir açık ve net her şey bir yana asker ve şehit bir yana. Tüm kızgınlıklar, küskünlükler, ön yargılar bı Türk insanı için biter.. O artık hepimizin askerdir, çok güzel bir anıyla anlatmış Nihat bey.. Yok sermaye yok kapitalist, israil vs vs.. değil çıkarılacak ders.. Duayı kabul etmek vs ne alakası var. Allah adına konuşmak şirk değil mi? duayı kabul eder etmez Allahın bileceği iş!! Saygılar
Bu hikayeyi çok eskiden okumuştum diye hatırlıyorum. Sevgiler saygılar Nihat Ağabey.
Şahane bir yazı olmuş..
Nihat abimiz inanın şu Vatanı gerçek yüreği ile savunan insanlarını seven anlayan tek adam.neden öyle peki derseniz bu adamcağız Vatanı için de ağlayan tek delikanlı adam derim işte bu yüzden.hiçbir kimseyi takip etmeyeceğim sadece Nihat abimi okuyacağım izleyeceğim.Türk Milletinin gönüllerine girmiş duygu yüklü bir adam böylelerine bu dünyada işte İNSAN deniyor Allah ömrüne ömür katsın ilk başta sağlık Vatanımızın başından eksik olmasın Tanrı Nihat Genç abimizi korusun yolunu nurlu eylesin inşaALLAH kurtarırsa böyle yiğit abilerimiz kurtarır bizler ne yapabiliriz ki Vatanı kuratalım dedik kendi çapımızda destek olalım yardımcı olalım gösterdiler zaten günümüzü sen kim vatan kurtarmak kim denildi.
Bu hikayeyi hangi kitabında okumuştum?
Emperyalizm Ülkemize Biçtiği Kıyafet: Saddama, Afgana biçtiği kıyafete ne kadar da benziyor.
“Fabrikalar boş kalmayacak” diyen liderlerin yönetmesi dileğiyle.
Yarım yamalak da olsa, var olanları satmasak iyiydi…
Bir vatan savunmasıdır. işgale kalkısırlar vatanın bır karıs topragı ıcın(15×10) cm2 gerekırse on sehıt verırsın yakar ama boyle yakmaz.
Evet çok üzüldüm çok ağladım Murat a .Murat lara .Eski zamanlar da cocuklar in düşüncesi cocuk olduğu akla gelmeyerek yanlışlar ve günahlara giriliyor.
Önce halk çok günaha girmişler bir anneyle bir çocuk dışlanmış ve birsi çıkıp buna dur dememiş.O cocuk ruh halini düşünün. SIMDI dışlanan cocuk Türkiye için bizim için kendini feda etti .Böyle olunca cocuk kıymetli anası namuslu oldu.Ben olsam affetmem.Murat çok ağladım Çocukları cocuk diye sevelim onları yargilamayalim damgalamayalim…Kendime borç bildim yazmayı Murat a….
Nihat Kardeşim,
Anladık, üzüldük de… Sadece şehitlerimize değil, acı çeken herkese, Nihatların analarına, “Kazan” için ve “çömlek” için ölen gençlerimize, Afişleri bizim nihatlarımıza muratlarımıza astırtan “amerikalı veya rus” patronlara kin duyduk. Afiş yaptırtan İsrailli zengin ve ihtiraslı pis-kapitalist patronları hatırladık. Şehit olmuş “nihatların” analarına ağlarken, bir anda suriyeli ” muratların” da bu patronlar yüzünden öldüğünü biliyoruz. Bu hikaye, görmemek için sadece Nihatların evine baktığımızı , ” murat”larında esasında o kostiklerle yandığını bize hatırlattı. İnsanlar sihalarla atılan bombalara sevinç çığlıkları atarken, ben uçuşan insan parçalarına bakıp bu ” muratların” anaları da düşünüp ağlıyor, hem bu hikayedeki nihatlar ; ” MEHMETÇİĞE” hem de bu hikayedeki muratlar “suriye askerlerine ” ağlıyordum.
Bir patronlar grubu çıkıyor ve berbat işler yaptırıyor, her tarafımız cayır cayır yanıyor. Ve bizlerde utanmadan ölen ve havalarda uçuşan cesetlere bakıp sevinebilecek kadar hayvanlaşıyoruz. Sonra bir kaç rekat namazla vicdan azabımızdan kurtulmaya çalışıyoruz … Öyle mi ? Peki duayı ettiğimiz Allah’ın gözüyle siz baksaydınız, duayı kabul edermiydiniz, bunu hiç kendimize sormuyoruz.