Avatar
Şahin Filiz

Din ve laiklik

featured

Klasik bir konu imiş gibi görünse de Türkiye’de din ve laiklik kavramları bence tam anlaşılmış değildir. Ne kadar üstünde durulsa o denli yol alınacağını özellikle vurgulamak gerekir. Her iki kavram da olumlu ve olumsuz bağlamlarla ele alınmış; ancak bizim gibi ülkelerde, sürekli çatışma ve ayrışma odağını oluşturmuştur. Laiklik, dine karşı din; din de laikliğe karşı iman sigortası gibi görülüp değerlendirilmiştir.

Oysa her ikisi de farklı ve ayrı kategorilerde değerlendirilmesi gereken ve hatta felsefi analizleri dikkatlice yapılması gereken kavramlardır.
Diğer dinleri bir başka bir yazıya bırakalım. İslam kadar laikle uyuşan, uzlaşan hemen hiçbir din yoktur. Daha ilerisini söylersek yanlış olmaz: Laiklikle İslamiyet birbirinden ayrılmaz. Sağlıklı dindarlık, laikliği benimsemiş olmakla yakından ilgilidir. Laiklik, siyasal bir tutumdur. İslam dini, siyasetle ilgili konuları içerse de siyaset dini değildir. Laik demek, “din adamı sınıfından olmayan” demektir. Bu sınıftan olmayan kimseye dinsiz denilemeyeceğine göre, “Müslüman olanın laik olamayacağı” iddiası temelsiz  kalır.

Sözcük olarak laiklik, “kamu huzur ve barışını bozacak herhangi bir dinsel uygulamaya müdahale etmek” gibi anlam da içerir. Bir dinin herhangi bir ibadete ya da ritüele, kamuyu rahatsız edecek; diğer din ve mezhep bağlılarının toplumsal yaşam barışını tehdit edecek düzeye gelebilecek her türlü dinsel uygulama durumunda müdahale etmek demektir. Bu, toplumda dinsel ve kültürel çeşitliliği ve buna bağlı olarak toplumsal barışı demokratik zeminde garanti altına almak içindir.
Çoğunluğu Müslüman halktan oluşması bakımından Türkiye’de “din”den anlaşılan, doğal olarak İslamiyet’tir. İslamiyet, tarih boyunca temel kaynakları ve ilkesel dayanakları birbirinden çok farklı yönlerde yorumlanmıştır. Yüzlerce mezhep, binlerce yorum biçimi ve onlarca “Müslüman Devlet” ortaya çıkmıştır. Bu gün de durum bundan farklı değildir.

Bir örnekle bu çelişkili durumu açalım:

Doğal olarak, somut, nesnel ve maddi şeyler bile çok değişik yönlerden algılanıp yorumlanabilmektedir. Örneğin, karşımızda bulunan bir masa, farklı meslek gruplarından, bölge ya da kültürlerden gelmiş olan bireylerce hep “neyse o” olarak algılanmayacaktır. “Masa” bile, her bir öznenin sahip olduğu bakış açısına göre ve bulunduğu duruma göre algılanacak; her bir özgül algıya göre birbirinden farklı hatta aykırı yorumlarla tanımlanacaktır. Kimi bu masayı, “estetik”, kimi “ticari”, kimi de “geometrik” bakımdan algılayacaktır. Hangisi doğrudur? Aslında hem hiç biri “doğru” değildir; hem de hepsi doğrudur. Hiç birinin “doğru” olmaması, doğruluk değeriyle ilişkili olmamasından değil; “masa”yı “neyse o” olarak kendi başına temsil edecek bir özdeşliği ifade edememesinden kaynaklanır. Somut varlık ve olgularda bile tam bir dil temsili gerçekleşemez.

Din, yarattığı kültür değerleri bile soyut olan bir kavram olarak, somut varlıklara göre daha farklı ve türlü biçimlerde algılanması kaçınılmaz olan manevi bir alandır. Görünür nesnelere göre algı ve yorum farklılıkları sonsuzca çeşitlilik gösterir. Hangisini temel alacağımız sorunu da o denli karmaşıktır. Ayrı ayrı dinler bir yana, aynı din içinde bile örgütlü düşünce ve yorumlar sayısız olabilmektedir. Bunlardan herhangi birini, aynı dine bağlı insanlara, dinin kendisiymiş ya da dinle özdeşmiş gibi dayatmak olanaksızdır. Tarih bu olanaksızlıkların doğurduğu acı deneyimlerle doludur. Bu yüzden bir dine ilişkin herhangi bir örgütlü yorum ya da dünya görüşünün, başka bir deyişle bir mezhebin, toplumu yöneten ilkeler bütünü olma şansı yoktur. Tarihte bu şansın defalarca zorlandığını ve sonunun hep hüsranla bittiğini biliyoruz. Din savaşlarından daha fazlası, aynı dine bağlı mezhepler arasında meydana gelmiştir. Bu çatışma kültürü bütün dinler için geçerlidir.  Diğer dinler konumuz değildir.

Laikliği İslamiyet bağlamında inceleyelim. Ancak önce, din ve dinin ilişkili olduğu bazı kavramlara bakalım.

İSLAMİYET NEDİR?

İslamiyet nedir, kısaca görelim.

Yoğun felsefe dersleriyle birlikte Yahudilik, Budizm, Hıristiyanlık ve doğal olarak en çok da İslamiyet hakkında ortaöğretimden beri eğitim öğretim gördüm. Din, bireysel ve toplumsal olarak insan yaşamının bütün alanlarını düzenleyen ilahi kaynaklı bir öğreti olarak tanımlanır. Başta Kur’an ve Hz. Muhammed’in söz ve davranışları ölçüt olarak alınır. Peygamber’in arkadaşları yani Sahabilerin de söz ve davranışları ikincil kaynak olarak görülür. İslam bilginleri denilen fukaha yani İslam hukukçuları, Müfessirler (Kur’an yorumcuları) ve Kelamcılar (İslam ilahiyatçıları) temel kaynakları yorumlamışlar; bu yolla güne dek epeyce din literatürü oluşmuştur. Bu birikim içinde felsefeden fetvalara, sosyolojik analizlerden Tanrı’nın insanlardan neler istediğine dair pek çok alanda kitaplar yazılmış; sosyal bilimlerin konusu olabilecek birçok konular ele alınmıştır. Hele 700 yıl öncesi, İslamiyet’in yarattığı felsefi, dini ve kültürel miras bakımından oldukça zengindir. Ancak bu zenginlik, bilindiği gibi Gazali faktörüyle son buldu ve İslam dünyası tam 700 yıldır bir daha kendine gelemeyecek kadar çöküşe sürüklendi.

İSLAMİYET NEYE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ?

İslamiyet o yıllarda felsefe ile kendine özgü bir kültür yaratmıştı. Bireysel dindarlıktan, özgürlüklere, hümanist düşünceden pozitif bilimlere ve edebiyat, sanat ve estetiğe varıncaya dek her alanda bir Rönesans yaşamıştı. Din buyurgan ve Tanrı merkezli değil, insan edimlerini, insanın doğasını ve taleplerini öne alan bir insanlık kültürü idi. Bozulma artarak devam etti ve Emperyalizmin de etkisiyle bünyesinden felsefeyi, açıkçası insanı çıkardı, attı.

Siyaset bilimi yaparken zamanla siyasallaştı. Tanrıbilimle uğraşırken Tanrıcı kesildi. Belki de tanrılaştı. Din bilimlerini insanı özne yapan insaniliğinden sıyırarak kul tanımının parametrelerini çıkarsadığı araçlara dönüştürdü. Akla, felsefeye ve bilime düşmanlık, iman ve İslam’ın geçerli ölçütü sayıldı. Mantık ve matematik bir kenara itildi. Bilimlerin tanımı değişti. Bilgi yerine inanmak; araştırmak yerine teslim olup itaat etmek geçer akça kabul edildi. Araştırmak ve bilmek, dine ve imana saldırı gibi görüldü ve nihayet kısa süren İslam Rönesans’ı sona erdi.

İslamiyet’in akıl, bilim ve kültür çağı sessizce yıkılmadı; gittikçe artan bir şiddette bütün alanlarda yıkımları artırdı. Dinsel bakış ve biçimlendirme her alanı egemenliği altına aldı. Aklın, bilimin ve araştırmanın yerini inanmak ve bağlanmak aldı. Din kutsallığını, üstüne vazife olmayan alanlara taşınarak yitirdi. Ahlaksal içeriği boşalıp yerini dışa dönük, tüketilebilir davranış kalıplarına bıraktı.

ATATÜRK VE CUMHURİYET İKİNCİ BİR RÖNESANSTIR

Atatürk, İslam tarihi genelinde İslam Rönesansı’ndan sonra ikinci Rönesansı yaratmıştır. Türk tarihi açısından ise, Cumhuriyet’in kurulması eşi olmayan ilk Türk Rönesansı’dır.

Atatürk Cumhuriyeti emperyalizmle savaşa savaşa dinin tarihsel istismarına son verdi. Ancak Atatürk’ün hiçbir İslam ülkesine nasip olmayan armağanı bağımsız Cumhuriyet, döndü dolaştı yeniden, Rönesans’ından koparılmış ve böylece geriliğin, ilkelliğin ve akıl düşmanlığının girdabına düşmüş bir din kalıntısının altında can çekişmeye başlamıştır. İslamiyet tümüyle birkaç biçimsel ibadete sıkıştırılmış; İslam uygarlığının adı bile anılmaz olmuştur. Öyle bir din yaratılmıştır ki, kendinden başka her şeyi rakip bir din gibi görmüş; varlığını borçlu olduğu laikliği bile  henüz tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Diyanet de, varlığını borçlu olduğu laikliği rahatsız edici bir “karşı-din” saymaktadır. Oysa başta da söylediğim gibi, laiklik, siyasi bir tavırdır ve dinin insani ve çağdaş hukuksal sınırlar içinde kalmasını sağlar. İnanç ve ibadet yerine, “muamelat-ı nas” (insan yapıp etmeleri) ‘a odaklanan Diyanet, en azından bu din politikası sonucu laiklikle çatışmaktadır. Oysa kuruluş amacı, inanç ve ibadet konusunda hizmet vermektir. İnanç ve ibadet değişmez; bu yüzden de yaşamın gereklerini engellemez. Ama muamelat fetvalarla ya yeniden pişirilip karşımıza çıkarılır ya da yenileri üretilerek bilim ve ilerlemenin, akıl ve vicdanın önünü keser. İşte burada laikliğin müdahil olmas“farz”dır.

Din, gündelik siyasete araç olacak kadar aşağılanmıştır. Bundan dolayı ahlaksal derinliğini ve ilahi kaynaklı kutsallığını yitirmiştir. İstismarcıların dine verdikleri en büyük zarar-ziyan da budur.

İslamiyet, akıl ve bilimle uygarlıklar bile yaratan dindi. Ahlaksal derinliği ile en etkili öğütler içeriyordu. Ne var ki İslam ülkeleri içinde en şanslı ve en rahat yaşam bulup nefes alacağı bağımsız bir ülkede emperyalizmin kolayca yönlendirip kullanabildiği cemaat ve tarikatların laiklik karşıtı bir ideolojisin dönüştürüldü.

LAİKLİK ELDEN GİDERSE NEYE BENZERİZ?

Türkiye’de bilgi ve kültür düzeyi yükseldikçe laikliğin değeri daha iyi anlaşılacaktır. Laiklik, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Laiklik olmadan en asgari demokrasi düzeyinden bile söz edilemez. Yaşanan çelişkilerin ve kafa karışıklığının tek nedeni, demokrasi ve özgürlüğün en temel koşulu olan laiklik karşıtlığıdır. Oysa Laikliğin zaman zaman din karşıtlığı olarak yorumlanmış olması, demokrasi ve insan hakları için vazgeçilmez ilke olduğu gerçeğini değiştirmez. Türk toplumunun bilgi ve kültür düzeyinin yükseltilmesi için harcanacak çaba, laikliğin geliştirilmesi için de harcanmalıdır. Laiklikle süre giden bu kör savaş sona ermedikçe, toplumsal gerilimlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Daha kötüsü, din istismarı, bu mücadelenin iç çelişkilerinden beslenmeyi sürdürecektir.

Arap dünyasında meydana gelen olaylar, bana sorarsanız, temelde laiklik-İslamcılık çatışmasından kaynaklanıyor. Liberal ve İslamcı yarı-aydınlarımız, bu başkaldırıları değerlendirirken ağızlarından demokrasi ve hukuk sözcüklerini düşürmüyorlar ve bu olayları, Arap dünyasının demokrasi tecrübesine sahip olmadıklarına bağlıyorlar. Haklılar. Ancak ikiyüzlülüklerini de açığa vurmuş olmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran çağdaş ideolojinin laik, sosyal bir hukuk devleti anlayışını gerekli kıldığı gün gibi açıkken, bu tecrübemizi ona borçlu olduğumuzu hemen unutuverdiler. Oysa laiklik olmadan sosyal bir hukuk devletinden söz edilmez.

Arap ülkeleri sömürgeden kurtulmuş değildir. Emperyalizme başkaldırı, lider-ulus bütünlüğü ile gerçekleşmediği için, genellikle sonuçsuz kalmıştır.

Atatürk gibi bir liderleri, Türk halkı gibi devrimci ruha sahip halkları yoktur. Bağımsızlığın emperyalizme devrimle karşı koymak sayesinde kazanıldığının farkında değildirler. Onlar mazur görülebilir. Ancak demokrasi ve hukukun üstünlüğünün, emperyalizmi yıkarak sağlanabildiğini Cumhuriyet’in yurttaşı olarak fark edememek hiç mazur görülemez. Atatürk, dışarıda işgalci emperyalistler, içeride de emperyalizmin taşeronlarına (Fetö, Cemaatler ve bölücü örgüt) karşı iki köklü devrim yapmıştır. Özgürlük ve bağımsızlığımız bu devrimlere borçluyuz.

Fetö ve bölücü terörle mücadelede laiklik vazgeçilmez bir değerdir.

Din ve laiklik

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

4 Yorum

  1. 30 Ekim 2019, 14:59

    Lâiklik;din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demektir.Dini devletten çıkarırsan dinsiz devlet olur.Bu sebepten dolayı bir müslüman lâik olamaz.Bir lâikte ben müslümanım diyemez.Aksi taktirde kıpkızıl kâfir olur.ALLAH cc A’raf suresi 54.ayette şöyle buyurmuştur;
    “Yaratmak,emretmek ve hüküm vermek/yasa (kanun)yapmak Allah’a(cc) aittir”
    Hakimiyet ALLAH’ındır.

  2. Şahin Bey laikliğin ne olduğunu mümkünse, Cengiz Özakıncı beye sorun.Laiklik,Kilise dinine tepki duyup şeytanı arkalarına alan tanrıtanımazların uydurduğu bir insan dinidir.Hümanizm de bu dinin temel dayanağıdır.Pagan hristiyan dünyasının dinamikleriyle islamiyeti analiz etmek,bilimsel yöntem ve vicdana uymaz.Laiklik,batı hristiyanlığının alternatif Din arayışından başka bir şey değildir.İslamın ruhu sekülerizme aykırıdır…

  3. 30 Ekim 2019, 09:50

    Falan kişi, Allah hayatın içine nasıl müdahil olacak? Emir ve yasakları ile değil mi? bu emir ve yasaklar nelerdir, Adalet, liyakat, zekat (vergi), kamu malını korumak vs gibi toplumsal ve namaz oruç yalandan uzak durmak vs gibi kişisel emirlerdir. Laik bir ülkede bunların hangisi uygulanamaz? Hepsi uygulanabilir. O halde laiklik bu işin neresinde? Şurasında; Allah adına kimse kimseyi yönetemez, emir ve yasaklar getiremez… Kur’an bazı ayetinde kanun ve nizamın, toplumsal ilişkilerin örfe uygun olması gerektiği gibi açık kapı bırakır ki, aklımızı kullanıp halk adına kanunlar çıkaralım diye. Haliyle Osmanlıda olduğu gibi kendini allah ın yeryüzündeki halifesi sayan şirk ehli çıkıp insanları kendi çıkarları doğrultusunda yönetmesin diye Kur’an yukarıda bahsedildiği üzere şüra (cumhuriyet) ve beyat (seçim) sistemini önermiştir. Laik bir ülkede kim neye inanırsa inansın Allah adına değil toplum adına Allah ın ilkelerine uygun konmuş kanunlar ile yönetilmelidir. Laf yetiştirdiğin adam profesör ve Kur’an ı senden benden iyi biliyor merak etme. Allah adına yönetme sevdalıları ve dinde baskı yoktur diyen Kur’an a rağmen baskı kurup saltanat sürme sevdalılarına artık gerçek İslam da yer olmadığını öğren.
    Bakara (241)
    Boşanmış kadınlar için örfe uygun bir geçim imkânı sağlanması Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur.
    Lukman (15)
    Eğer onlar, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada örfe uygun geçin; ama bana yönelenin yoluna uy.

  4. kardaş, islamı anlatacağım demişsin, sonra da felsefe tarihinden bahsetmişsin. bunun yerine islamdan ve Kur’andan bahsetseydin biraz olmaz mıydı? mesela Kur’an’da Yunus suresi vardır, aç bir oku, Allah kendisini insanlara nasıl tanıtıyor? İlah ne demek? Rab ne demek? bu surenin 3. ayet: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır.”
    bu ayetlerde Allah :İşleri düzene koyduğundan bahsediyor. bu Allah sadece işleri düzene koyup Aristonun tanrısı gibi kenara mı çekildi? o zaman Rahman Suresi 8’inci ayetteki “O her an yeni bir iştedir” ayetini nasıl anlayacağız?
    Yunus Suresi 7 ve 8. ayetler “Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir.”
    Yunus Suresi 15. ayet: Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler.” onların bu taleplerinin yerinde olmadığı ifade edildi. yani Allah, sizin/senin yüce gönlün için hayatın içine müdahil olmasın mı?
    Allah kendisinden başkasının, kulunun hayatına müdahil olmasını (emir ve yasaklarının dinlenmesini) istemiyor.
    Yunus Suresi 28, 29 ve 30’uncu ayetlerde bu kişilerin kıyametteki durumları bahsedilir. istersen bir bakıver.
    Allah, sonra da yerleri/gökleri/ikisi arasındakileri yaratanın kendisi olduğunu ifade eder. yani “bu kainata bir yasa koyduğum gibi size de bir yasa koydum” diye bildiriyor.
    35. ayet. ” De ki: “Allah’a koştuğunuz ortaklarınızdan hakka iletecek olan bir kimse var mı?” De ki: “Hakka Allah iletir.” Öyle ise, hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa iletilmedikçe doğru yolu bulamayan kimse mi? Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”
    36. ayet: “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz”.
    YANİ ZAHMET OLMAZSA ŞÖYLE KUR’ANI BİR OKU DA SONRA YAZI YAZ.
    VEYA BİLGİN YOKSA BENİM DİNİM HAKKINDA FİKİR BEYAN ETME.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!