Avatar
Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Diğer
  4. ‘Hoca efendi’den FETÖ’ye 15 Temmuz üzerine analizler

‘Hoca efendi’den FETÖ’ye 15 Temmuz üzerine analizler

featured

15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün kuşkusuz dış destekli  kanlı ve vahşi girişimine “Darbe Girişimi”, “Kalkışma” ya da “İç Savaş Çıkartma Provası” gibi nitelemeler kullanabiliriz. Ama bu girişimin en yalın adı, Emperyalist Terörün FETÖ Kolu kalkışması”dır. Sanırım bu konuda Türk toplumunda neredeyse ittifak edilmiş durumdadır.

DİNİ GRUPLAR SİVİL OLAMAZ

Belki 15-20 yıl öncesinden FETÖ’nün bir terör örgütü olduğunu, İslam’ın yüce değerlerini emperyalist amaçları için kullanırken hiçbir ahlaki, insani, milli ve dini kural tanımadığını vurgulamıştım. Darbe girişiminde bulundukları 15 Temmuz  2016 tarihine kadar Cemaatin yapılanması, “sivil bir terörist örgüt” özelliği taşıyordu. Bu tarihle birlikte, sivil terörist hazırlığın militarist boyuta ve aşamaya geldiği kanaati hasıl olmuş ki, bu girişime cüret edebildiler. Bence asıl tehlike, askeri güce erişmiş ve silahlı bir çeteleşmeye dönüşmüş olmalarından öte, sivil bir terör örgütü niteliğini korumaya devam etmesidir. Fethullahçı Terör Örgütü şimdiye kadar “cemaat” olarak kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanıtmış ve alttan üstten pek çok toplum kesimini “gönüllü” ya da “gönülsüz” kandırmış olsalar da, doğası itibarıyla dini gurupların “sivil” olmaları mümkün değildir. “Sivil” olabilmek, bir örnek  inanç ve kanaatlerin örgütlenmesini değil, farklı inanç ve kanaatlerin ortak insani kaygı ve taleplerde bir araya gelmesini ifade eder. Dinler ve mezheplere dayalı guruplar ve cemaatlerden hiç biri bu anlamda sivil değildirler ve sivillik seküler bir tarz, tutum ve örgütlenmedir.

CEMAAT VE TARİKATLARDA ÖZGÜRLÜK OLMAZ

Özgürlük, ancak sorumluluk yüklenmekle gerçekleşir. Özgürlük talebi, felsefi olarak yetki ve sorumluluk üstlenmeye hazır olmayı dile getirir. Oysa bu tip guruplarda yetki dini liderlerde, sorumluluk ise, bağlılarındadır. Yani tokmak hoca efendilerde, davul  ise müritlerinde, şakirtlerindedir. Hocaya yetki, şakirtlere de sorumluluk düşer.  Özgürlük burada parçalanmış olur. Yetki ve sorumluluk iki tarafa bölünmüşse, özgürlük ortadan kalkar ve cemaat-lider arasında sorgulanamaz bir emir-komuta sistemi oluşur. Dini cemaatler sivil olmadıkları için, bu emir-komuta sistemi, “Batıni” (gizil, gizemli, içsel)dir ve cemaat dışındakiler bunu fark edemezler. Cemaatteki bu gizemli hiyerarşi, en alt düzeydeki şakirdin, en üst düzeydeki imamı ile aynı “manevi statü”ye sahip olduğu inancına kapılmasını ve bu örgütlenmenin hangi kademesinde görev verilirse verilsin, kendisini “değerli bir birey” olarak görmesini sağlar. Cemaat yapılanmasındaki “yeri” ve mevkii”nin, Tanrı tarafından liderine bahşedilen manevi bir lütuftan dolayı olduğu inancıyla, sivil hayattaki en ayrıcalıklı ve en yüksek statüler bile gözünde değersizleşir. Fethullah ve benzerleri, Tanrı’nın kendilerine lütfettiğine inandırdıkları bu statüleri yine Tanrı adına bağlılarına “bahşettikleri”ni öne sürerler. Böyle olunca FETÖ’de, “bir generalin bir çavuş ya da astsubaydan emir alması” , cemaat yapılanması içinde “bahşedilmiş”  her statünün, ilahi bir değeri haiz olduğu inancına dayandığı için, ne emir alanı, ne de emir vereni sorgulamaya yöneltmez.

FETÖ eliyle gerçekleştirilen son terörist kalkışması, genel olarak İslam tarihi boyunca yalnız farklı mezheplerin birbirleriyle mücadelesini değil, aynı mezhep içinde de çekişmelerin, kanlı mücadelelerin olduğuna dair örneklerdendir. Üstelik aynı mezhep içindeki hesaplaşmalar, farklı mezhepler arasındakilerden daha kanlı ve daha acımasız olabilmektedir.  Siyaset ve cemaat yakınlaşması aman zaman aynı mezhepsel ve dinsel yorum tayfında buluşmuş olması, din-devlet ilişkisini grileştirmiştir.  Arka planda din istismarının bulunduğu bu tür kalkışmaların bu gri alan büyüdükçe, salt FETÖ’ye münhasır kalmayacağına dair önemli ipuçları vermektedir.

Her devletin ideolojisi olur ve olmalıdır. Yeryüzünde ideolojisi olmayan hiçbir devlet gösteremezsiniz. Dini cemaat ve tarikatlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve ideolojisine saldırarak Cumhuriyet’in varlık nedeni ve süreklilik gerekçesini zaafa uğratmışlardır. Cumhuriyet ilkeleri ve Cumhuriyet kültürü, kısacası Atatürk ilke ve devrimleri üzerinde temellenen bu ideoloji, devletimizin “kozmik odası”dır. Devletler dinsiz yaşar ama ideolojisiz yaşayamaz. Dindar olup olmamak, kurumlara değil kişilere özgü bir niteliktir. Devletin görevi, yurttaşlarının dine ya da dinlere mesafelerini ayarlamak değil, her bireyin dinle ilişki kurmak ya da kurmamak talebinin önünü açmaktır. Yetkili ve yöneticilerimiz, dini cemaat ve gurupların, milletin özgür iradesiyle kendilerine tevdi ettiği erke dolaylı ya da doğrudan müdahil olmalarına göz yummanın, liyakat, siyaset ve adaleti hangi boyutlarda tehlikeye atabileceğini bu felaketten ders çıkararak görmek ve Atatürk Cumhuriyeti felsefesi sayesinde emanet aldıkları yönetim erkine tüm yurttaşlar adına sahip çıkmak zorundadırlar. Fetöcü darbe girişimi, yöneticilerimizin aynı zamanda emperyalistlere karşı en etkili panzehirin Cumhuriyet ilkeleri olduğu gerçeğini çok acı bir faturayla bir kez daha hatırlatmış olmalıdır.

Mustafa Kemal Atatürk, insanın doğası itibarıyla inanmaya karşı konamaz bir eğilim duyan bir varlık olduğunun farkında bulunduğu için Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kurmuş ve Türk insanının her toplum gibi gibi inanma ihtiyacını en sağlıklı, en doğru ve çağdaş yaşam koşullarıyla en barışık yöntemle karşılaması için onu ciddi bir devlet kurumu olarak kabul etmiştir. Diyanet, verilen bu görevi ihmal ettiğinde, insanlar inanma ihtiyacını illegal kişi, kurum, kuruluş ya da örgütlere başvurarak giderme yoluna gitmektedirler. Bilme ile inanma arasındaki fark, kişinin kim ya da hangi örgüt tarafından, hangi düzeyde inandırılabildiği ya da kandırılabildiğine ilişkin şaşkınlığı anlamsız kılar. Bilme güdüsü, inanma güdüsünden daha az aktiftir. İnsan bilme güdüsünü tatmin etmeden de yaşamına devam eder. Bilmek toplumda belli insanlar tarafından deruhte edilen bilimsel bir etkinlik olarak sınırlı bir alana hitap ederken, inanmak, toplumda hiçbir sınıfın bigâne kalamayacağı ve onsuz yaşamını sürdüremeyeceği en güçlü güdü ve ihtiyaçtır. Bilmek isteyen insanı kandırmak kolay değildir; ancak inanmak isteyen insan, -sınıfı, tahsili, rütbesi, sosyal statüsü ne olursa olsun- kandırılma riskine ihtimal bile vermeden, inanmaya hazırdır. Çünkü inanması için bilmesi gerektiğini düşünmez. Çünkü bilmek değil, inanmak istemektedir. İşte Fethullah Gülen’in bilgi ya da tahsil düzeyi, bilmekten çok inanmak isteyen insanlar için önemsizleşir. Türk toplumu,  bilim ve teknolojinin yarattığı modern yaşamın bir üyesi olarak, diğer toplumlar gibi yalnız dine değil, herhangi bir şeye inanma boşluğu içindedir ve boşluğu görmek için, cemaat ve tarikat liderlerinin üniversite mezunu olmasına gerek yoktur. Hatta okuma-yazma bilmemeleri bile muhataplarına manevi bir referans olarak kullanılabilir. Hz. Muhammed’in “ümmi” (okuma-yazma bilmeyen) olduğuna ilişkin asılsız rivayetlere dayanarak “ümmi olmanın” Peygamber’in mirasçısı sayılmak yolunda rüçhaniyeti bile öne çıkarılır. Gülen, cehaletini, bilim ve felsefe düşmanlığı ile meşrulaştırmakta; ama bilgi üreten alanları en profesyonel şekilde kullanarak, bu cehaletin gücünü oradan devşirmektedir. Bilgiyi, inandırmakta bir manivela olarak kullanmakta; dinsel terminolojiyi-kötü bir kopyası olsa da- Marksist diyalektikle kamufle etmeye çalışarak kullanmaktadır. Cahiller insanların inanç güdülerindeki boşluğu, bilme ve bilgilendirme yöntemiyle değil-zaten bu yönteme hem yabancı, hem de düşmandırlar-kandırma yoluyla doldurmayı hedeflerler.

Fetö ve benzeri dini örgütler, kendileri gibi inanmaya yer açmak için, bilmeye ve aydınlanmaya ait yeri daraltmakta, hatta yok etmeye çalışmaktadırlar. Fetö ve benzerlerinin bilgiye, felsefeye ve bilime saldırması, bilmenin değerini düşürmeye, inanma ve kandırılmanın kaçınılmazlığını dikte ettirmeye yöneliktir.

Dindar ve muhafazakâr kesim dışında Fetö, bir takım sol, liberal ve sıradan tarafsız kesimlerde de etkili olmuştur. İlk kesimi yani muhafazakâr ve dindar kesimi, inanç güdü ve ihtiyaçlarındaki boşluğa; diğer kesimleri de, gayrı meşru yollarla ve emperyalistlerin destekleriyle açtığı yurt dışındaki sözde Türk okullarını ve yurt içinde bin bir türlü hile ve desiselerle elde ettiği bilim ve teknolojinin olanaklarını kullanarak, devletin imkan ve gücünü de yanına alarak yanına çekmeyi başarmıştır.  İkinci kesime demokrasi, barış, hukuk ve çağdaşlaşma gibi kavramlarla yaklaştılar. Dinler arası Diyalog Projesiyle Fethullahçılık, yerel kültüre emperyal mesajlar katarak Hıristiyanlıktan yararlanmış; “Protestan bir İslam” algısı yaratmıştır. Aziz Pavlus’un, Korintoslulara Mektuplarda, “Herkesle her şey oldum. Amacım her yola başvurarak insanların bir kesimini kurtarmaktır. 23Sevinç Getirici Haber yararına bunların tümünü üstleniyorum,”  mesajını şiar edinen Fethullah Gülen ve ona bağlı Fetö, “herkesle herkes”, “her şeyle her şey” olarak bütün kesimlere ulaşabilmiştir. Aynı mesajı, her inanç ve kesime özgü  dille iletmiştir. Mesaj aynıdır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslar arası işgale ve iç savaşa elverişli hale getirmek.”

DİNDARLIĞI DİNCİLİKLE YIKARLAR

Dindarlık ve ahlaki duyarlılık,  bu tip örgütlerle en fazla yara alan iki değerdir. Fetö ve benzeri dinci cemaat ve tarikatlar, dinin masum doğasını temsil eden dindarlığa saldırmak ve onu yıpratmakla işe girişirler. Dindarlığın doğasındaki ahlaki derinliği ve erdemliliği, dincilikle yıkarlar; hiçbir kutsalları olmaz; taciz, tecavüz, iftira, yalan ve sahtecilikten tutun, işte kendi dindaş ve yurttaşlarına kurşun yağdırmaya kadar zirveye çıkar. “Herkesle her şey olmak” bu anlama gelir.

Unification Church  (Birleşik Kilise) ya da Unification Movement (Birleşik Hareket), ABD ile eskiden beri sorunu olan Kuzey Kore’li olmakla birlikte 1954’de oradan Güney Kore’ye kaçan ve sonra ABD’de bu hareketi kuran Sun Myung Moon’un lideri olduğu Hıristiyan bir örgüttür. CIA bu tarikatı yıllardır koruyup kollamaktadır. Çünkü Moonculuk, her açıdan ABD lehine faaliyet göstermekte; “God Bless America” (Tanrı ABD’yi kutsasın) parolası ile hareket etmektedir. Fethullahçı terör örgütü  ise, Moonculuğun Türkiye ve Ortadoğu’daki sözde İslam kökenli bir harekettir; amacı ABD’nin menfaatlerini, Türkiye ve Ortadoğu’da savunup korumak; bunun için İslam dinini kullanmaktır. Moon nasıl ki Hıristiyanlığı kullanarak ABD’nin çıkralarına göre teşkilatlanıp faaliyet gösteriyorsa, Fetö de Türkiye’de aynı vazifeyi deruhte etmektedir. Söylediğim husus, bir komplo teorisi değil; de facto bir durum, yani bir vakıadır. Fetö, gerek teşkilatlanma yapısı ve gerekse ideolojik içeriği bakımından Moonculukla aynıdır. Nitekim Türkiye’de Moonculukla ilgili yapılan akademik düzeydeki tezlerin yayınlatılmamasında  Fetöcülerin parmağı değil, elleri kolları vardır. Fethullah Gülen, emperyal çıkarların dinci karakolu olarak “herkesle her şey “ olmuş ama Türk ulusu ve Atatürk Cumhuriyeti ile asla yan yana olmamıştır. Onun tek hedefi, Türkiye’nin demokratik ve barışcıl çimentosu olan bu değerleri, efendilerinin adına tarumar etmektir.

Emperyalistler daha önce Said-i Kürdi’yi nasıl ayaklarına göre ayakkabı olarak seçtilerse, onun örgütsel ve dinci sulbünden gelen Fethullah’ı da postmodern model olarak seçmişlerdir. Dinci silsile, emperyalizme hizmet ederken, “soysuzluk ağacı” olarak sürer.

Arabistan eskiden beri ABD’nin köyüdür. Fetönün orada faaliyet göstermesi için bir neden yoktur. Vahhabi dinciliği ile Fetö dinciliği arasındaki ideolojik çatışma bahane edilerek Fetö’nün Arabistan’a sokulmaması, yine Türkiye’deki muhafazakâr kesimin genelinin nezdinde kabul görmeyen Vahhabiliğe karşı tepkiyi örgüt lehine çevirmeyi amacına yöneliktir. Sorun, ikisinin çatışması değildir. Fetönün Arabistan’da ABD lehine çalışmasına gerek yoktur. Çünkü  Arabistan, ABD’nin Suudi karakoludur. Türkiye’deki muhafazakârların Vahhabiliğe olan mesafesini, Fetö, faaliyet göstermesine gerek olmayan “Arabistan’a sokulmaması” bahanesiyle kendi lehine çevirmiştir.

Suriye, Türkiye hariç, diğer İslam ülkelerine nispetle daha seküler ve laikliğe daha sıcak olduğu için, tüm Orta Doğu’da din ve mezhep çatışmalarını kızıştırmayı planlayan emperyalistler için hedef olmanın zeminine sahiptir. Çünkü bir devlet ne kadar seküler ve laik olursa, o denli demokratik, çağdaş, barışçıl ve sağlam bir yapıya kavuşma potansiyeli taşır.

Fetö elebaşıları, bir kere “İslam mehdisi” olarak kabul ettikleri liderler için “ne yaparsa, haktandır” şeklindeki meşrulaştırıcı manivelayı propagandalarında etkili olarak kullanmışlardır. Papa II. John Paul ya da İsrail çevreleriyle görüşmesi, İslami kesimlerde bu manivela ile normalleştirilmiş ve hatta Fethullah’ın çok farklı bir yöntemle “İslam’ı gayri Müslimlere tebliğ ettiği” yalanına inandırılmıştır. Fetö, dış desteklerle bir koyundan birden fazla post çıkarabilmiştir.

Böyle örgütler, büyüdükçe iç çatışmalara girerler ve her bölünen hücre, bağımsızlığını ilan eder. Kendini, bölündüğü bütünün ahlaki ve yasal yıpranmışlığından azade tutmak için, yaygın değerlerle meşrulaştırmaya çalışır. Bana göre, ne Fetö ne de onların beslendiği bataklık olan Nurculuk,  “tasa ve sevinçte” hiç de birbirinden farklı değildir. Dinciliğin dini, imanı olmaz.  Allah’ı kitabı, vatanı, milleti olmaz. Namusu, haysiyeti, şerefi ve insanlığı yele vermiştir.

Fetö ile işi bitmedi. Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşında yenilen işgalci emperyalistler,  o zamanki vatan haini dede-Fethullahların torunları yoluyla intikam duygularını canlı tutmaktadırlar. Türkiye ne zaman dinci yapılardan arınıp Atatürk ilke ve devrimlerinin ve Cumhuriyet değerlerinin rotasını adamakıllı izlerse, emperyalistler bu kuklalarını işte o zaman kendi elleriyle satışa çıkarır. Bize fazla iş düşmez bile.

Dini duyguları ve inanma ihtiyacını, modern koşulların bütün imkanlarını ustalıkla kullanarak ancak kendilerinin karşılayabileceğine kitleleri inandırmak için, ev sohbetleri, kermesler, iftar yemekleri gibi yerel kültürü, bu milletin ferdi imiş gibi devreye sokmaktadırlar. Yereli kullanıp emperyali hedeflemektedirler. Bilgi ve inançta güç merkezi olduklarını her yol, yöntem ve fırsatta dillendirmekten geri durmayacaklardır.

Devletlerin ve ulusların varlığını, istikbalini ve sürekliliğini tehdit eden en büyük tehlike, dinsel ve etnik ayrımlaşmadır. Bu ikisi üzerinden siyaset yapmak, son derece ölümcüldür. Bunu sadece 15 Temmuz terörist kalkışmada değil tarihte pek çok örnekleriyle görmek mümkündür.  Fetö ve PKK, aynı emperyalist memeden irin emen iki babasız-anasız kardeşlerdir.  Atatürk, din ve etnisiteye dayalı siyasete karşı önceden uyarmıştır ve bunun ne kadar önemli bir ikaz olduğunu anlamak için, kanlı darbe girişimlerine açık olabilecek lüksümüz yoktur.  Ergenekon, Balyoz, gibi emperyalist tertiplerin arkasında yerli güç odaklarına fırsat vermeyecek rasyonel politikalar izlenmesi, ülkemizi olası kalkışmalardan da koruyacaktır. Siyasiler artık bireyi ve onun özel dünyasını oluşturan değerler üzerinden siyasi ikbal umma alışkanlığından vazgeçmeye mahkûmdurlar.

İSLAM, MEDENİYET DİNİDİR

İslam dini yalnız barış değil, devasa bir medeniyet dinidir. Edebiyattan bilime, astronomiden felsefeye, diğer din ve kültürlerle bilgi alışverişinde kendine olan güveniyle, Avrupa Ortaçağına ışık tutmakla kalmamış, yarattığı Rönesans’la Avrupa Rönesans’ı başlatmıştır. İslam, kendi müntesiplerine reva gördüğü barış ve kardeşliği, diğer dinlere ve kültürlere mensup insanlara da çok görmemiş bir medeniyetin kurucusudur. Hatta 500 yıllık (8-13. Y.y.) İslam Rönesans dönemi, Türk filozofu Farabi’nin adıyla anılır. Akılla inanç, vahiyle bilim kategorik olarak ayrı olsa da, birbirlerine karşı savaşan taraflar olarak görülmemiştir. Ve bu gün İslam dünyası, sayesinde tarihe geçtiği İslam Rönesans’ı dönemine ait akıl, bilim, hoşgörü ve barış gibi erdemlerle yeniden buluşmak zorundadır. Cemaat ve tarikatlar, dincilik rekabeti içinde hem toplumu hem de birbirilerini tüketerek ne Müslüman kalabilirler, ne de insanlık değerlerine layık olabilirler.

İslam dünyası, 14. Yüzyıldan bu yana yitirdiği muhteşem felsefe ve bilim medeniyetini yeniden kurmak istiyorsa, İslam Rönesans’ı zihniyetine geri dönmek zorundadır.

Türkiye özelinde ise, Türk kültürü ve ulusal belleğimize ait birikimlerimizi, çıkar guruplarına dönüşmüş dinci guruplara kurban etmeyecek güce sahibiz. Bu güç, İslam öncesi tarihsel ve kültürel birikimimize eklenen barışsever, hoşgörülü ve felsefi geleneğe dayalı Türk din anlayışı ile katlanır; Cumhuriyet kültürü ile taçlanır. Atatürk’ün gösterdiği “Avrupa’yı da aşan medeniyet” hedefiyle somutlanır.

Ülke ve ulus olarak mücadelemiz, Fetö vak’asına münhasır kılınacak kadar basit ve sıradan olmamalıdır. Kendi siyasi, sosyal ve kültürel zihinlerimizde de aydınlıkçı sorgulamalar yapmayı elden bırakmamak gerekir. Darbe ve darbecilere, dinci ve ırkçı terör yapılarına karşı uyanık kalabilmek, Fetö girişimine karşı canla başla savaşmakla noktalanamaz; tam tersine, mücadeleyi derinleştirerek sürdürmekle mümkün olabilir.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. Hocam iyi güzel diyorsun da islam köleliğe cevaz verirken nasıl barış dini olabilir ben de onu anlamıyorum. Fetö ve tarikatlar konusundaki tespitlerinize % 100 katılmakla birlikte islamı bu yapıları ortaya çıkartan ana neden olarak görmedikçe işimiz zor.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!