Şahin Filiz yazdı…
İnsanlık tarihi boyunca, bireyleri ve toplumları derinden etkileyen güçlü ideolojiler ve inanç sistemleri ortaya çıkmıştır. Bunların başında, mezhepçi dinci ve partici milliyetçi ideolojiler gelmektedir. Her ikisi de ortak bir kimlik, amaç ve değerler etrafında insanları birleştirme potansiyeline sahipken, daraltılarak manipülasyon, şiddet ve kötülüğün meşrulaştırılması için araç olarak da kullanılabilirler.
Bu yazımda, mezhepsel dincilik ve partici milliyetçi söylemlerde kötülüğün nasıl araçsallaştırılabildiğini ele alarak, Tanrı ve millet kavramlarının “saf iyilik” ideali ile nasıl çeliştiğini ortaya koymaya çalışacağım. Ayrıca bu bağlamda Türkiye’de işlenmiş iki cinayet vakası –Sinan Ateş ve Narin Güran cinayetleri– söz konusu ideolojik araçsallaştırmanın ve toplumsal suç ortaklığının çarpıcı bir örneği olarak derinlemesine analiz edilecektir.
Bu analiz, herhangi bir insanı veya bir kurumu ya da bir partiyi suçlamaya yönelik değildir. İslam dinini ve dindarlığı değil, mezhepçi ve cemaatçi dinciliği inceleyip eleştirmektedir. İki örnek olay üzerinden düşünce ve ideolojiler hakkında eleştirel felsefi, dini ve sosyolojik yaklaşımlar geliştirmeyi amaçlamaktadır.
TANRI KAVRAMI VE KÖTÜLÜĞÜN MEŞRULAŞTIRILMASI
Platon’dan beri filozoflar, Tanrı kavramını “iyi” veya “saf iyilik” ile özdeşleştirmişlerdir. Bu anlayışa göre, Tanrı kötülükten bağımsızdır ve sadece iyilik içerir. Ancak semavi dinlerin söylemlerinde, Tanrı’ya insani perspektiften “kötü” olarak nitelendirilebilecek özellikler, sıfatlar ve hatta eylemler yüklendiğini görürüz. İslam geleneğinde Maturidi gibi bazı kelamcılar Tanrı’nın kötülük işleyebilme kudretinin O’nun yüceliğinin, hatta tanrılığının bir gereği olduğunu savunmuşlardır.
Bu tür yaklaşımların ardında yatan temel nedenlerden biri, din adına işlenen veya işlenecek kötülükleri meşrulaştırmaktır. Kutsal metinlerde yer alan veya din adamları tarafından yorumlanan bazı ifadeler, şiddet, ayrımcılık ve cezalandırma gibi eylemlere dayanak olarak kullanılabilir. Ancak daha da vahim olan, bu istismarın dinin özünde varsayılması ve eleştirel bir bakış açısıyla sorgulanmamasıdır.
KELAMCILARIN İLAHİ SIFATLAR ÜZERİNDEKİ ISRARI
Kelamcılar, ilahi sıfatlar konusunda oldukça ısrarcıdırlar. Bunun nedeni, kendi teolojik görüşlerine uygun bir Tanrı tasavvuru oluşturma ve bu tasavvuru kitleleri manipüle ve mobilize etmek, istedikleri gibi yönlendirmek için kullanma arzusudur. Savaşkan, kan dökücü, intikamcı bir Tanrı imgesi şiddeti meşrulaştırmak için etkili bir araç olabilir.
Filozofların, Tanrı’yı “saf iyilik” olarak tanımlama ısrarının ardında, bu tür manipülatif ve istismarcı Tanrı algılarına karşı çıkma çabası yatmaktadır. Onlar, insanın ahlaki gelişimini ve toplumsal barışı tehdit eden bir Tanrı anlayışına karşı durarak, evrensel bir ahlak ve erdem arayışını savunmuşlardır.
PARTİCİ MİLLİYETÇİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN ARAÇSALLAŞTIRILMASI
Milliyetçilik, din kadar etkili bir ideolojidir. Tıpkı din gibi, milliyetçilik de ortak bir kimlik, aidiyet ve amaç duygusu etrafında insanları birleştirebilir. Ancak partici ya da başka bir deyimle, daraltılmış milliyetçilik aynı zamanda, öteki”ne karşı nefret, düşmanlık ve şiddetin meşrulaştırılması için kullanılabilir. Hatta kendi üyelerini dahi kolayca ötekileştirip düşmanlaştırabilir, “hain” yaftasıyla kolayca harcayabilir.
Milliyetçiliğin tanımı ve sınırları konusunda, tıpkı Tanrı kavramında olduğu gibi, dikkatli olunmalıdır. Filozofların “saf iyilik” vurgusu gibi, milliyetçilik de insanlığın ortak değerleriyle uyumlu bir şekilde tanımlanmalı ve “öteki”ni dışlayan, aşağılayan ve şiddete başvuran bir ideolojiye dönüşmemelidir. Milliyetçilik, insani kemal ve evrensel ahlak ilkeleriyle uyumlu olmalıdır. Bunun yolu, “artırılmış milliyetçilik”, başka bir deyimle, uygarlığı temel alan milliyetçiliğin geliştirilmesidir. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı böyledir. Aksi takdirde savaşlara, soykırımlara ve kanlı iç hesaplaşmalara yol açabilen tehlikeli bir silaha dönüşebilir.
AİLE İÇİ ŞİDDET VE ÖRGÜTLÜ SUÇ ORTAKLIĞI
Türkiye’de son yıllarda yaşanan iki cinayet vakası, mezhepsel dinci ve partici milliyetçi ideolojilerin şiddete nasıl yol açabildiğinin ve toplumsal suç ortaklığına nasıl zemin hazırladığının çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Her iki olayda da cinayetin bizzat aile ve yakın çevre tarafından işlenmesi, aile ve camia fertlerinin cinayeti gizlemek ve örtbas etmek için organize olması ve maktullerin “aile”ye ait uygunsuzlukları ifşa etme potansiyeli taşıyan “tanık” konumunda olmaları dikkat çekicidir.
Narin Güran cinayeti, Diyarbakır’da aile içi şiddetin karanlık yüzünü, toplumsal suç ortaklığını ve “susturulan tanık ya da tanıklar” olgusunu trajik bir şekilde ortaya koyuyor. Sekiz yaşındaki bir çocuğun ailesi tarafından, aile içinde yaşanan uygunsuzluklara veya suçlara tanık olduğu için öldürülmesi ve cinayeti gizlemek için aile tarafından kolektif bir çaba gösterilmesi, sözde namus gibi geleneksel değerlerin ve kolektif suçluluk duygusunun insan hayatının önüne nasıl geçebildiğini gösteriyor. Bu cinayette, mezphepsel dinciliğin ve ataerkil toplum yapısının, insana ve çocuğa yönelik şiddeti meşrulaştıran ve hatta teşvik eden, toplumsal suç ortaklığına ve “tanıkları susturma” kültürüne zemin hazırlayan etkisi açıkça görülmektedir.
Sinan Ateş cinayeti ise, Ankara’da, kendini “milliyetçi ve ülkücü” olarak tanımlayan çevrelerde yaşanan bir iç hesaplaşmanın ve örgütlü bir suç ortaklığının ürünüdür. Ülkü Ocakları eski başkanı olan Sinan Ateş’in, örgüt içindeki karanlık işlere ve usulsüzlüklere tanık olduğu ve bunları ifşa etme potansiyeli taşıdığı için öldürüldüğü iddiası ve cinayetin üzerinin örtbas edilmeye çalışıldığına ilişkin yerleşik kanaat, partici milliyetçi ideolojinin gizemli yüzünü ve “susturulan tanık” olgusunu gözler önüne seriyor. Bu cinayette de, “millet” ve “ülkü” adına şiddetin meşrulaştırıldığı, hukukun hiçe sayıldığı ve örgütsel çıkarlar ve “aile” sırrı uğruna gerçeklerin gizlendiği, tanıkların susturulduğu bir anlayışın hakim olduğu görülmektedir. Oysa millet ve ülkü, hiçbir suçla birlikte telaffuz edilmesi doğru olmayan etik kavramlardır.
Her ne kadar farklı ideolojik zeminlerde gerçekleşmiş olsalar da, Sinan Ateş ve Narin Güran cinayetlerinin ortak bir paydası vardır: İdeolojik araçsallaştırma, şiddet, toplumsal suç ortaklığı ve susturulan tanıklar. Her iki vakada da, mezhepsel/feodal dincilik ve partici milliyetçilik gibi güçlü ideolojiler şiddeti meşrulaştırmak, cinayeti aklamak, toplumsal bir sessizlik ve gizlilik duvarı örmek ve “istenmeyen tanıkları” ortadan kaldırmak için kullanılmıştır.
Bu iki cinayet, Türkiye’nin içinde bulunduğu ideolojik kutuplaşmanın, şiddet sarmalının ve toplumsal çürümenin acı bir yansımasıdır. Gizli uzlaşı yapmışçasına bir yanda feodal dinci diğer yanda partici milliyetçi söylemlerin nefret ve düşmanlığı körüklediği, insan hayatını hiçe sayan, suç ortaklığına göz yumarak, ” tanıkları” susturarak, delilleri karartarak gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyen bir zihniyet oluşturduğu açıkça görülmektedir.
Din ve milliyet duyguları, insanları bir araya getirme ve onlara ortak bir kimlik kazandırma potansiyeline sahip olmalarına rağmen mezhepsel/feodal dinci ve partici milliyetçi ideolojilere dönüşüp örgütlü bir güç haline geldiğinde , aynı zamanda manipülasyon, şiddet ve kötülüğün meşrulaştırılması yolunda kullanılabilirler. Daha vahim olanı, bu ideolojiler, aile ve toplumsal yapılar içinde suç ortaklığı kültürünü besleyebilir ve adaletin yerini bulmasını engelleyebilir.
Narin Güran ve Sinan Ateş cinayetleri, bu tehlikenin somut örnekleridir. Bu tür trajedilerin tekrar yaşanmaması için, hem feodal/ mezhep dinciliğinin hem de daraltılmış partici milliyetçiliğin söylemlerinin eleştirel bir bakış açısıyla sorgulanması, insan hakları ve evrensel ahlak ilkelerinin ön planda tutulması, toplumsal suç ortaklığına karşı mücadele edilmesi ve toplumsal barışın tesisi için çaba gösterilmesi gerekmektedir.
Cumhuriyetimiz, Atatürk ilke ve devrimlerinden aldığı esinle milliyetçiliği ulusal ve uluslararası düzlemde hukukun üstünlüğü, laiklik, sosyal devlet anlayışı ve çağdaşlaşma temelleri üzerinde tanımlamış; Türk yurdu Anadolu’yu şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün uygarlıkların beşiği görerek ulusal-evrensel eksende, partiler, ideolojiler ve bölgeler ötesi bir felsefeye dayandırmıştır. Türk milliyetçiliği herhangi bir parti, belirli bir klik ya da bölgeye, veya biyolojik sınırlarla tanımlanan partili bir ideolojiye sıkıştırılmadıkça Türk toplumunun birlik ve dayanışması için vazgeçilmez bir temel olmayı sürdürecektir. Türk milliyetçiliği, Cumhuriyetimizin kurulmasıyla şu üç temele yaslanmıştır: Birincisi, tarihsel kapsamdır. Atatürk Türk tarihinin, İslam öncesi binlerce yıllık köklü geçmişe gidilerek başlatılması gerektiğini ve tarih biliminin buna olanak tanıdığını öngörmüştür. İkincisi, insan merkezli tarih anlayışıdır. Bu tarih felsefesinin karşısına daha sonra ‘Türk-İslam Sentezi’ çıkarılmış; Türk milliyetçiliğine, hatta Türk milletinin varlığına Türklerin İslam’la tanıştığı tarihsel dönem başlangıç olarak belirlenmiştir. Ancak Ortaçağ tarihçiliğinin bir devamı olan bu anlayış fazla tutunamamıştır. Çünkü tarih bilimin öznesi, modern tarihçilikle birlikte artık insandır. Türk-İslam sentezinde tarihi yapan özne, Tanrı’dır ki bu ise milli bir kaderciliği doğurmuştur. Hırçın, kavgacı ve ayrımlaştırıcı, daraltılmış partici bir milliyetçilik Türk-İslam sentezine dayalı tarih felsefesnin eseri olarak doğmuştur.
Üçüncüsü, Anadolu dünden bugüne dünya kültürünü belirleyici büyük uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Bu uygarlıklar arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Türk milleti bu nedenle Anadolu’da gelmiş geçmiş bütün uygarlıkların zenginliklerinden yararlanmalı; bu zengin tarihsel birikim Türklerin Anadolu’da ayaklarını daha sabit kılmalıdır. Örneğin bütün bilimlerin içinden doğduğu felsefe, Anadolu’da doğmuştur. Okyanus ötesinden ona sahip çıkılırken kendi topraklarındaki uygarlık birikimini sahiplenmemek, ikinci maddedeki tarih anlayışına da aykırıdır. Üstelik Anadolu’da Türk milletinin gelecekte de varlığını sürdürmesi için büyük bir deneyimi ifade eder. Türk milliyetçiliğini bu kapsamda tanımladığımızda buna “artırılmış milliyetçilik” adını vermenin, daraltılmış partici bir milliyetçiliğin handikaplarını aşmamıza yardımcı olacağı düşüncesindeyim.
Feodal/mezhepçi dinciliğe karşı da, bu milliyetçilik bağlamında İslam dininin evrensel ahlak yasalarının Türk ozan, derviş ve sufilerinin işledikleri ve anladıkları dindarlık felsefesi düzleminde geliştirimesi aynı aciliyettedir. Mezhepçi, tarikatçı, cihatçı ve selefi dar din ve dünya görüşlerinin yıkıcı ve ayrımlaştırıcı olumsuz etkilerini bu çizgi üzerinde seyrederek azaltmak mümkün olacaktır.
Mezhepçilikten arındırılmış evrensel ahlak öğretisini öngören din anlayışı ile artırılmış milliyetçi felsefenin toplumda benimsenip yaygınlaşması, anılan iki olay ve benzerlerinin tekrarını, istismarını ve politik araç olarak kullanılmalarını önlemede milletçe mesafe almamızı sağlayacaktır.
Ülkemiz, hemen hiçbir uygarlıkla tanışmamış farklı yabancı unsurların kaçak olarak doluştukları bir toprak parçası olmanın ötesindedir. Ülkemize gelenlerin büyük çoğunluğu, bir takım nedenlerle kendi vatanlarına yabancılaşmış; tarihsel ve kültürel köklerinde inançtan başka herhangi bir şeye sahip görünmüyorlar. Bu yüzeyselliğe, Türk milleti de Anadolu’daki uygarlıklara yabancı kalarak katılacak olursa, tıpkı sığınmacılar gibi bu topraklarda köksüzleşecektir. Partici milliyetçilik ve feodal mezhepçilik, iki olayda benzer refleksler göstererek bu tehlikenin çok uzak olmadığını somut olarak ortaya koymuştur. Din de ve milliyetçilikte köksüzlük ve istikrarsızlık…
Bugün ve yarın izleyeceğimiz yol, Cumhuriyetimizin kazanımları ve bu kazanımları borçlu olduğumuz Atatürk ilke ve devrimleridir.
Hocam bize Tengri’yi anlat!
Benim anladığım kadarıyla nefret duygusu bir ilkesel şer duygudur, her dinde ve her inançta olursan ol içinde bu duygu varken hiçbir inanç ve din seni iflah edemez, sadece sen o inancı kendi neft duygunun beslemesi için araç edersin
“..partici milliyetçilik-mezhepçi dincilik benzerliği ”
Her ikiside Mafyavari olusumdur !!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Bölücülük, kötücülük yaratmaya egilimlidir. insanlikla beraber dogmustur !