Hanbeli Köktenciliğinden Vahhabi Faşizmine
“Selefiye” ve “Selefiyecilik” arasında açık bir ayrım yapmanın zorunlu olduğunu hemen belirtelim. Selefiye, tarihsel bir olgudur; var olanın resmidir. Yaşanmış ve uygulanmış “kendiliğinde” bir tavrı temsil eder. Aynen sufilik gibidir. Sufilik, nasıl ki herhangi bir tartışma, iddia, tez, antitez vs. savunma ya da taarruza başvurmadan içsel yaşamın salt bir resmi ise, Selefilik de öyledir.
Selefiye ilk nesil Müslümanlarının adıdır. Gazali din-felsefe veya akıl-vahiy ilişkisini ele alırken, Selefi Müslümanları ayrı tutar. Gazali(ö. 1111)’ye göre Selef öngörü ehlidir, bunların mezhebi apaçıktır ve hiçbir şüpheye yer verilmez. Ona göre Sahabe ve Sonrakilerin (Tabiin’in) izledikleri bu görüş ve bakış açısının geçerli olduğu zamanlarda kalplerin her türlü fitne, şaşırtma ve yanılgıdan korunduğu dinginlik dönemleridir. O dönemde Selef’e karşı çıkan, fitneyi körüklemiş, günaha yol açmış olurdu. Bugünse (Gazali kendi dönemini kastediyor) her yanda fitne, kuşku, karışıklık ve kalplere boş şeyleri sokma gayretleri büyük ölçüde yaygınlaşmıştır.
Selefiye, Gazzali’nin iddia ettiği gibi bugünkü anlamda bir mezhep değildir. Ayrıca, Sahabe ve Tabiin’in, İslam’a gönül verdikleri kuşku götürmemekle birlikte, yaşadıkları dönemin sosyal ve siyasi şartlarına nostaljik bir özlem duymak gerçekçi davranmamaktadır. Çünkü insan yeryüzünde var oldukça fitne de var olacaktır.
Selefiye, en genel anlamda Sahabe ve Tabiin’in dini teslimiyet ve yaşayışlarını ifade eder. Geleneğin harfi harfine takip ve nakli, çok önemlidir. Gerçi İbn Hanbel (ö.859)’e gelinceye dek sistematik bir Selefi düşünceden söz etmek zordur. Ancak İbn Hanbel, zahirci olması (olgucu dini anlayış) ve hermeneutik’e (dini ilkelerin yorumuna) yeterince yol vermemesi bakımından “bu olmakta olan”ı, veya “olmuş olan”ı, “olması gereken” yerine koymuş veya kendinden sonrakiler bunu böyle algılamışlardır.
Selefiye çok yerde aklın da, naklin(dini delillerin) de delil olduğunu kabul eder. Ancak Vahiy aklı önceler. Özetle, insanın -aklı olmasına rağmen -dini dogmalar ve bu dogmalardan çıkarsanan yargılar karşısında tek yapacağı şey kabul, itaat ve teslimiyettir. Bunun için akla, bireysel otonomluğa ve tercih hakkına ikinci derecede önem verilir ki bu da bir bakıma, bireysel özgürlüğün olmaması anlamına gelir.
Selefi anlayış ve yaşayış tarzı, İbn Hanbel ile sistemli bir mezhebe dönüşür. Ahmed b. Hanbel, Selef ve Sünnet yolunun en önemli temsilcisi olmuştur; bunu yaymak için çalışmıştır. Mutezile’ye, Cehmiyye’ye ve Mürcie’ye karşı şiddetle mücadele etmiş ve onlara reddiye yazmıştır.
Mütevekkil’in halife oluşundan sonra İbn Hanbel’in sosyal durumu değişmiştir. Bu halife, hadisçi ulemaya (muhaddislere) yakınlık göstermeye başlamıştır. Mütevekkil, İmam’ı danışman edinmiş ve önemli konuları ondan sormaya başlamıştır. Devir, artık nassçılığa(ayet ve hadisleri her şeyde ölçü sayma) doğru bir eğilim göstermiş; Mutezile’ye ve Kelamcı ekollere karşı baskı başlamıştır.
İbn Hanbel, hadis ehlinin en büyük imamıdır. Sened’e (hadislerin iletilme zinciri) çok büyük önem vermiş ve hadisleri Peygamber’e ulaştırmaya çalışmıştır. O, doğası gereği, hadis yolunu çok genişletmek istemiştir. Akıldan ziyade nakli öne almıştır. Onun fıkıh ekolü, nass’a (dogmaya) geniş yer veren bir kimlik taşımaktadır. Bu nedenle onu alabildiğine genişletmek istemiştir. Hadis toplama faaliyetine özel önem vermesinin nedeni de budur. Böylece İslami hükümlerin uygulanması konusunda geniş bir literatür toplamış ve hadisi bir bilim disiplini haline getirmiştir. Onun ve öğrencilerinin yaptığı iş, tarih ve tarihçiler için, hukuk tatbikatı ve hukukçular için çok önemlidir. Ahmet Hilmi’ye göre İbn Hanbel, İslam hukukunun, hatta amentü ilkelerinin uygulanması ile bunların toplumlardaki etki ve yansımalarını ortaya koymuştur. Onun yolunun karakteristik özelliklerinden biri de sedd-i zerayi (İhtiyat payları) denilen, harama sebep olan şeylerin ve araçların yasaklanmasıdır. Hanbelîlik, zeraya ile amel etme açısından, mezheplerin en şiddetlilerinden biridir. Bu sedd-i zerayi Gulat-ı Hanabile (Köktenci Hanbeliciler) tarafından, kötüye kullanılmıştır. İlginçtir ki bütünüyle bir yöntem olan bu mekanizma, insani bir tarz olan bu kural, Tanrı adına “haram kılma”nın; hukuk yoluyla ahlakı belirlemenin bir aracı gibi kullanılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in fitne zamanı olduğu gerekçesiyle kendi döneminde silah satışını hukuken yasaklamış olması dinin de aklın da kabul edebileceği bir davranış olmakla birlikte, hukuki yasağın daha sonraki dönemlerde dini-ahlaki harama dönüşmesi ya da dönüştürülmesi, böylece en azından yasak kavramının haram kavramıyla karşılanması hukuk-ahlak ilişkisini, hukukun lehine açıklamak anlamına gelmektedir. Nitekim Filebeli Ahmet Hilmi, “tahrim etmiştir (haram kılmıştır)” ifadesini rahatlıkla, geçici hukuki özdeşleştirerek kullanmaktadır.
“Sedd-i Zcrayi” kuralıyla Selefi hukuk anlayışının en sert ve en katı sonuçlarını verdiği akım, tarihte Gulat-ı Hanabile denilen grubun dünya görüşüdür. Gulat-ı Hanabile denilen bu akım namaz kılmayanı, oruç tutmayanı vs. türlü ibadetleri yerine getirmeyen Müslümanları birinci derecede saldırı hedefi haline getirirken, bu tavrını nasıl ve neden Hanbeli mezhebinden esinlenerek geliştirmiştir?
Hanbelî mezhebi, kendi içinde böylesi bir akımın doğmasına elverişli bir zemine oturmaktadır. İbn Hanbel, rey(görüş) ve içtihada göre hükümler üretme alanını daraltmış ve bu yola zaruret olmadıkça girilmemesini telkin etmiştir. Kur’an ayetlerini tevile kalkmayı da doğru görmemiştir. Böylelikle o, Selefiliğin büyük imamı unvanını almıştır. Tevilin, rasyonel yorumsamanın ve reyin önünü zahirci nassçılığı ile tıkayarak kendinden sonra gittikçe katılaşacak ve bu tavrı bir doktrin haline dönüştürecek “Selefiyecilik”i hazırlamıştır. Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiye(ö. 1328), öğrencisi İbnu’l Kayyım el-Cevziyye (ö. 1350) ve nihayet Muhammed b. Abdilvahhab( ö.1792) ’ın temsil ettikleri bu anlayış, doktriner bir “Selefiyecilik” akımı olarak ortaya çıkacaktır. Ancak hemen söylemek gerekir ki Ahmet b. Hanbel’in bir mezhep çatısı altında sistemleştirdiği “Selefiye”, felsefi bir doktrin olmaktan çok, kendinden önceki Sahabe ve Tabiin’in mevcut nassçılığı üzerinde yürümeye çalışıyordu. Bu bakımdan buraya kadar vurgulamaya çalıştığımız “Selefiye” anlayışı “olan’nın betimlenmesi”dir ve Sufilik kavramına benzer. Sufilik, tasavvufa dönüşmekle nasıl sistemleşti ise, Selefiye de “Selefiyecilik” anlayışına aynı şekilde ulaştı. İşte özellikle İbn Hanbel’den sonra “Selefiye”, “Selefiyecilik” olarak birtakım ilke, yöntem ve tezler ileri sürerek katı bir yaklaşıma büründü.
AKIL DÜŞMANLIÜININ İDEOLOJİYE DÖNÜŞMESİ
“Selefiye”nin Nakil-Zahir-Hukuk-Ahlak zinciri, doktriner bir yapı içerisinde “Selefiyeciliğin” temelini oluşturmuştur. Akıl-Batın-Ahlak çizgisi tamamen dışlanmış; aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru süren bir determinasyon benimsenmiştir.
İkinci yani Akıl-Batin-Ahlak zinciri, sübjektiftir; bireysel varoluşu ve sorumluluğu öngörür. Bu anlayışa göre tinsel olan, olgusal olanı belirler. Örneğin din ahlakı değil, ahlak dini belirler. Birincisi yani, Nakil-Zahir-Hukuk objektiftir; bunun tam tersidir. Burada belirleyen şey, görünen; deneylenip gözlemlenebilen somut verilerdir. Örneğin, ahlakı hukuk belirler, ama hukuku ahlak beliremez. Başka bir deyişle, ahlak-sız hukuk olur ama hukuk-suz ahlak olmaz. Bu güne tercüme edersek, ahlak-sız din olur ama din-siz ahlak olmaz. İdeolojik selefiyecilik budur.
İbn Hanbel ve İbn Teymiye Kur’an’ı harfi harfine yorumlamışlardır, ancak gerçekte bu yaklaşım, sırf modern bir yaklaşımdır. Çünkü modernite insanı, mutlak özne statüsüne yükseltmektedir. Doğaldır ki, insan özne olunca, Tanrı ve vahiye, obje olmak kalır. Modern Müslüman kendini değiştirme ve evrenin hâkimi olmak arzusundadır. Kur’an ise Müslümanları Tanrı’nın elleri altına koymaktadır. Zahir âlimler bizi, literalist bir yaklaşımla. Kitap ve Sünnet’te ne yazılmışsa ona uymamızı, geri kalan ölçütleri her zaman reddedebileceğimizi söylerler. Sözün (logos’un) egemenliğidir bir bakıma bu; Gellner’in ifadesiyle metne bağlı ( scriptural-Kutsal Kitaba ait) bir söylemdir.
Öte yandan Sünni İslam’ın sağ kanadı olan Hanbelîlik, İslam’da tasavvufun bir hayat tarzı olarak doğuşuna daima kuşkucu bir gözle bakmıştır. Bu kanadı oluşturan, Hanbelîler ve Hadisçilerdir . Aslına bakılırsa Hanbeliler’le Hadis ehli, mutlak anlamda olmasa bile hemen hemen aynı gruptan ibarettir. Kontrolden uzak teorik düşünceye güvenmeyen Hanbelîler, hem akli felsefenin hem de teorik tasavvufun açıkça düşmanı olmuşlardır. Bu gün İlahiyat Fakülteleri’nde başta İslam Felsefesi Anabilim dalı olmak üzere felsefe, kelam, mantık, din felsefesi, din sosyolojisi, dinler tarihi gibi akla dönük bilimlerin kısıtlanması, bu bilim dallarında görev yapan İlahiyatçı akademisyenlerin baskılanması, idari herhangi bir görev verilmemesi ve nihai amaç olarak felsefe kapsamında olan bütün bu dersleri ve bağlı olduğu anabilim dallarını ortadan kaldırmaya yönelik açık ya da dolaylı girişimlerin yoğunlaşması rastlantı değil; İslam aklıyla hesaplaşmanın kapanmadığını gösteren intikamcı uygulamalardır. Hadis, Tefsir, İslam Hukuku, Arap Dili ve Belağatı gibi derslerin kredileri yükseltilmekte, hocalarına daha çok itibar edilmektedir. İşte bu Hanbelilik ile Vahhabiliğin kesişme noktasındaki dönüşümünün çağcıl izdüşümüdür.
Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiye ve İbn Kayyim’in oluşturduğu Selefi çizgi, doktriner hüviyetini tüm keskinliği ile Muhammed b. Abdilvahhab’ta kazanmıştır. İbn Abdilvahhab’ın “Tevhitçi” görüşü Allah’ın birliğinin bozulmazlığı ve tecavüz edilmezliği prensibine yaslanmaktadır. Dört hukuk ekolü içinde en muhafazakârı ve hadisin lafzına bağlılık konusunda uzlaşma kabul etmez bir prensibin savunucusu olan Hanbelî ekolünün her biri püritan reformist olarak temayüz etmiş ancak şartların gereği başarıya ulaşamamış İbn Teymiye İbn Kayyım el Cevziyye’nin ortaya koyduğu görüşlerden etkilenmiş olması sebebiyle, İbn Abdilvahhab’ın görüşleri yeni değildir. İbn Abdilvahhab, daha evvel Hanbelî âlimlerince sistematik biçimde ele alınmış olan fikirleri diriltmiş; İslam dinini Sahabe dönemindeki arılığına kavuşturmak isteyen ve bunu fikri alanda yürütmekten çok “cihat”la uygulamaya kalkmak suretiyle İbn Teymiye’nin başaramadığını siyasi destekle başarmaya çalışmıştır.
Peki, acaba Teymiye’nin “Selefiyecilik” düşüncesindeki yeri ve ağırlığı neydi?
İslami egemenliğin bölünen devletle başa çıkmasını sağlamak için yapılan ideolojik bir girişim olarak “ümmet” kavramı ile “Şeriat” kavramı yan yana gidecektir. Abbasiler üzerinde Büveyhiler’in egemenlik kurduğu ve Mısır ve Suriye’de Fatimi hanedanının yükseldiği bir zamanda yaşayan Bağdadi ve Maverdi, ümmet kavramına dini ve dolayısıyla ideolojik bir anlam yüklediler. Moğollar’ın 1258’de Bağdat’ı yağmalamalarıyla eski düzenin yıkılması hukukçuların entelektüel tutarlılığını bozmuştu. İbn Teymiye Şeriatın, topluluğun birliğine üstünlüğünü vurgulamakla görülmemiş aşırılığa varacaktır. İbn Tevmiye, siyasal ve simgesel olarak asıl ağırlığı, ümmetin kalıcı ve sağlam birliğini sağlayabilecek tek araç olarak, şeriat’e yükler. Daha çok yeni bilginlerin pragmacı-gerçekçi içtihadının temsil ettiği taklid’i reddederek, tevhit kavramından hareket eder. Kur’an ve Sünnet’e geri döner ve İbn Hanbel ile aynı çizgide ama bunu daha katı bir tarzda onları yorumlar, hem İslam’ı çoğulculuğa (mezhepler, mistik akımlar vs.) ve hem de hukuki yenilik ve hilelere (bida, hıvel) güçlü bir biçimde karşı çıkarak ve hükümdarı var gücüyle daha yüksek standartlara zorlayarak bunu yapar. Bu nedenle onun fikirleri militan retçilik ile Selefi tutuculuğun bir karışımını ifade eder ve gelecekte birçok İslami harekete çekici gelecek bir karışımı temsil eder.
İbn Teymiye Tanrı’nın zatına ve sıfatına değgin ayetleri zahiri anlamları ile almış; temsile gitmemiş; ancak sahih (doğru, kuşku götürmez ) olan tevili kabul etmiştir. O, aklın delil olduğunu, fakat şeriatın içinde bulunduğunu; aklı naklin karşısına çıkarmanın yanlışlığını öne sürmüştür.
Diğer yandan İbn Tevmiye, tasavvufun mükaşefe delilini (keşif kanıtı) sübjektif sayarak, Selefiyeciliğin, hukukun ahlaka üstünlüğünü ima eden tavrının ilk ışıklarını yakmıştır. Kur’an’ın zahiri anlamından ayrılmayı kabul etmemesi, zaten beklenen sonucu önceden haber verir görünmektedir.
İbn Abdilvahhab, İbn Teymiye ile İbn Kayyim’in şer’an yasaktır, dedikleri fiilleri, hep küfrü gerektiren eylemden sayarak hukukla ahlak arasındaki mesafeyi gittikçe açmıştır.
İbn Abdilvahhab ve Vahhabilik, ilhamını İbn Teymiye’den devşirmiştir. Teolojik bakımdan, çağdaş İslami hareketlerin çoğunun başlıca esin kaynağı, Abbasi hanedanının çöküşü sırasında Suriye’de yaşayan bu güçlü düşünürden gelmiştir.
Tatarların karşısında dehşete düşen ve zamanın siyasetçilerinin Moğol işgalciler ve Haçlı göçmenlerle uzlaşmaları karşısında nefret duyan İbn Teymiye, çürümüş hükümdarlara itaat etmemek için güçlü gerekçeler bulmaya çalıştı. İbn Teymiye’nin öğretileri geçmişe daha fazla yönelen bir tür İslam’ı savunan püriten, militan hareketler üzerinde daima bir etki yaratmıştır. Arabistan’da Muhammed b. Abdilvahhab ve Kuzey Afrika’da Muhammed Senusi (XIX. yüzyıl) ve bir ölçüde bu yüzyılın ilk yarısında Mısır’da yaşayan muhafazakâr eğilimli Reşit Rıza, İbn Tevmiye’nin müritleri arasında yer aldı. Bu Sünni (Vahhabi) hareket, İbn Teymiye’nin düşüncelerinden yola çıkarak yaklaşık XII./XVIII. yüzyılın ortalarında Merkezi Arabistan’da aşırı derecede muhafazakâr bir Hanbelî kılıkla ortaya çıktı. Bu “Selefiyecilik” hareketini başlatan Muhammed b. Abdilvahhab, gençliğinde tasavvufa intisap etmiş, daha sonra İbn Teymiye’nin eserlerinin etkisi altına girmiştir. İbn Teymiye’nin yaptığı şekilde ve onun etkisiyle Ortaçağ’ın otoritelerini aşmayı ve Selef’in Sünnetine dönmeyi gerekli gördü. Böylece o, Ortaçağ İslam dünyasının söz ve yetki sahibi kişilerine muhalefet ederek sadece iki otorite kabul etti: Kur’an ve (Sahabenin ortaya koyduğu örneklerle birlikte) Sünnet.
İSLAM DÜNYASININ GAYRİMEŞRU ÇOCUĞU: VAHABİLİK
Vahhabilik, doğrudan İbn Teymiye’den etkilenmemiştir.Asıl kökleri Hanbeliliğe uzanır.Doğal olarak Hanbelîlik İbn Teymiye’nin de ilham kaynağıdır.
Hanbelî mezhebinin diğer İslam bölgelerinde fazla taraftar bulmamasına rağmen, Necid bölgesinde çoğunluk tarafından benimsenmesi, Necid’deki emirliklerin kadılarının her birinin çeşitli sıfatları yanında “Hanbelî” diye de anılmaları ve Kahire, Şam gibi ilim merkezlerinde Hanbelî bilginlerinin ya hocalarından ya da öğrencilerinden birinin Necid’li olmasından anlaşılmaktadır.
Buna göre, Necid bölgesinde Muhammed b. Abdilvahhab’ın ortaya çıkmasından çok önce Hanbelî mezhebinin hâkim olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, Hanbelî mezhebinin alabildiğine katı ve yalın olması, Arap yarımadasında dış tesire en az maruz kalan Necid’li için sadeliğin önde gelmesi nedeniyle doğalarına yakınlığı yayılmasını kolaylaştırmış, hatta Necid bu mezhep için elverişli bir ortam olmuştur.
Böylece Vahhabilik İbn Teymiye yoluyla Hanbelî hareketinin içinden çıkıp büyüdü ve tasavvufa karşı düşmanca bir tavır aldı. Tasavvufa karşı çıkışı yalnız itikat ya da dini yaklaşım farkından dolayı değildir. Siyasal bir hareket olduğu için Osmanlı’ya başkaldırması, sufiliğin Türklerde yaygın olmasından da kaynaklanır. Başka türlü dersek, bu günün Suudileri, tarihsel olarak Türk din yorumuna ve dolayısıyla Osmanlı’ya başkaldırmanının manivelası olarak Emeviciliği çağcıl Vahhabilik formunda kullanmışlar ve kullanmaktadırlar.
Acaba “Seleficilik” Vahhabilik’le birlikte nasıl bir forma büründü ve neyi değiştirmeyi amaçladı?
Sonraki yazımızda Vahhabiliği felsefi ve dini açılardan eleştireceğim.
İslam aklı “Allah’ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak, mutlu yuvaları bozarak gayretullaha dokunmayalım” diyenlerin aklıdır. İslam akıl dışıdır. İslamı, diğer dinleri ve tanrıyı savunanlar da öyle. İslam, diğer dinler ve Allah aklın önündeki en büyük engellerdir. Ülke on sekiz yıldır bunun kötülüğünü yaşamaktadır. Allah adının kökeni nedir? Japonya, Çin, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Hollanda ve belediye otobüslerinde “There is probably no god…” yazmasına karşın, buna karşı çıkmayan İngiltere’de yaşayan insanların ÖBÜR !!! dünyadaki işleri çok zor olsa gerek. Ey akıl sen neredesin?
Sayın profesör,
Öncelikle herkesin bilmesi gerekir. İlahiyat (Tanrıbilim) diye bilinen konuda bilim yoktur. Bilim somut deneyler, gözlemler, araştırmalar sonucunda oluşan ve doğruluğu gerçekliği herkes tarafından görülebilen bilgilerdir. Örneğin saf su yüz derecede kaynar gibi. Din ve tanrı konularında böyle (bilimsel) bir deney, gözlem, araştırma yapılamaz. Tanrı ve din bir varsayımdır, inançtır. Bir başka söyleyişle doğruluğu, gerçekliği kanıtlanamadan onaylanan durum demektir. İlahiyat diye bir bilim dalı olaaamaz. Buralardaki akademik unvanlar da. Bir bireye hangi bilimsel savlarla doktor unvanı verilir? Sonrasında doçent, profesör yapılır?
Tanrı ve din özgür usun önündeki en büyük engeldir. Sizin de. Ülkemizin bugün bu denli kötü durumda olmasının birinci nedeni de tanrı ve dindir. İkincisi ise, böyle olduğunu bilmesine karşın, tanrıyı ve dini, Yaşar Nuri’yi öven yazılar yazan insanlardır. Tanrı ve din konusu, insanların en büyük takıntılarının olduğu konudur. Eğitim düzeyi ne olursa olsun, birey saplandığı yerlerden kendisini çoğunlukla kurtaramaz veya çok zor kurtarabilir. Buralardan kurtulmuş veya henüz oralarda takılıp kalmış bile olsa, halâ din ve tanrıyı öven yazılar kişilerdir. Bu kişiler insanlığa en büyük kötülükleri yapmışlardır. Örneğin Yaşar Nuri. Nasıl profesör oldu. Bu konuda bu olur mu?
Tanrı ve din inancının insanlığa çooook büyük zararları, kötülükleri olmuştur. Bu özellikle Müslüman olduğu söylenen ülkelerde artarak sürmektedir.
Tanrıyı ve dini öven yazılar yazanların hemen bunu bırakıp gerçekleri söylemeleri, yapamıyorlarsa KESİNLİKLE susmaları gerekir.
Bu konularda “uzman” olan kişiler lütfen Ahzap suresinin iyice anlaşılmasını sağlayan yazılar yazmalılar. “Anlayabilmeniz için Kuran’ı Arapça indirdik” sözcüklerini açıklamalılar. Adem ile Havva’dan (Kuran’da adı geçmez) insanların nasıl çoğaldıklarını da. Nebe suresini, Muhammed 15. ayeti de… Kuşkusuz indirme olayını da. Bir belge, kanıt?
Eğer yanlışları, yanılgıları varsa! din ve tanrıya karşı çıkan düşünürlerin düşünceleri de.
Edîb Harâbî, Tevfik Fikret’in de…
İslam çok belirgin bir biçimde AKILDIŞIDIR VE AKLIN EN BÜYÜK DÜŞMANIDIR. Böyle olan bir durumun/olgunun akılla zaten bir arası olmadığı için, bu açılmaz. Bir an önce Prof. Dr. İlhan Arsel’den, Turan Dursun’dan, Arif Tekin’den, Erdoğan Aydın’dan, MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ’dan, Ömer Hayyam’dan, Jean Meslier’den söz etmeli. İstanbul depremi çok yaklaştı. Ülkemizin laik bir cumhuriyet olmasının sonu da. Siz de hemen bir önlem alın, yoksa suçunuz “GÜNAHINIZ” çok büyük olacak. eğer bir yargılayıcı varsa çok büyük bir “günahkar” olacaksınız. Bir an önce “TÖVBE” edip gerçekleri yazın. Ya da susun.
Sefer bey,
Yağma denince aklınıza neden hemen Batı geliyor. Evet Batı yağmacıdır sömürgecidir. Peki, ya islam ? Onlar da gaspçı, yağmacıdır. Üretimi destekleyen bir arap kültürü vardı da biz mi bilmiyoruz.
İşin garibi ne biliyor musunuz ? Batı’nın şimdiki üretim modeline geçmesi Osmanlı’nın üstün gayretleriyle olmuştur. Akdeniz bir Türk gölü haline gelince (yağmacılık ve korsanlık) Avrupa, Fas’tan batı afrikaya giden “altın” yollarındaki hakimiyetini ve ticaret üstünlüğünü kaybeder. Yeni arayışlar, onları modern gemicilik yöntemleri bularak yeni dünyayı keşfetmelerini sağlar. Yeni yağmalarla birlikte gelen altın o kadar fazladır ki İspanya kraliçesi bu altınları speküle olmasın diye ticarette kullanmaya karar verir. İlk iş yahudileri ve arap tacirleri ülkeden atar. Sonra Fransa’daki Gabardin kentine milyon metre kumaş, Sevre ve Limoge kentlerine keza on binlerce porselen siparişi verir. Kentlerin gelen siparişi üretme gayreti daha modern üretim tekniklerinin keşfedilmesine yol açar. Sonrasında İsviçre’de fuarlar kurulur. Avrupa üretime başlamıştır.
Evet hepimiz barbarız. Fakat akıl denince ???
Müslümanlığın yozlaşması, Vahabileşmesi, Selefileşmesi, akıldan uzaklaşması… falan diyorsunuz, iyi hoş da, HIRSIZ’ın adını da koysanız arasıra! Yaklaşık 1500 yılına kadar, İslam kültürü Batı’ya karşı üstündü. O tarihten sonra ne oldu? Emperyalizm, Amerika’yı “keşfetti” ve yağmaladı; Afrika’yı köleleştirdi ve yağmaladı; Asya’yı köleleştirdi ve yağmaladı…
Bunları AKIL’la değil, BARBARLIKla yaptı…
Biraz emperyalizm analizi, lütfen…
Saygılar.