Avatar
Şahin Filiz

Yabancı dilde ibadet ve ruhbanlık

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

Yaygın savın aksine düşünce dilden değil, dil düşünceden doğar. Düşünmenin araç ve gereçlerini, o dili konuşan toplumun kültürel değerleri ve uygarlık birikimi belirler. Düşünme dilden öncedir ki dil, o toplumun en temel yaratısı olarak doğar. Bu yüzden dil kültürel öğelerin başında yer alır. Ekonomi, inanç, bilim, gelenek, görenek, eğitim, ahlak ve görgü kuralları dil sayesinde görünür hale gelir. Özellikle inanç ve din, bu kültür öğeleri içinde dilin en başta etkilendiği ve aynı zamanda etkilediği başat bir öğedir.

“Anlayıp düşünesiniz diye onu Arapça Kur’an olarak indirdik” [1] Arap toplumu, anlama ve düşünme yeteneğini işletebilmek için kendi dilinde bir kutsal kitapla karşılaşmak zorundaydı. Kur’an Araplara başka bir dille indirilmiş olsaydı, potansiyel olarak düşünebilen Arap toplumu, Kur’an’ın, kendilerine yabancı bir dille indirilmiş olması nedenliyle bu potansiyelini kullanma olanağı bulamayacaktı. Arap dili, Arapların Kur’an’ı “anlama”larına ve “düşünme”lerine yol açmaya dönüktür. Anlayıp düşünmek, kendi dili ile işletebileceği bir anlama evreninin oluşturulmasıyla mümkün olmuştur. Temel bir kültür öğesi olarak dil, toplumun din ile ilişkisini anlama ve düşünme edimleri yoluyla kolaylaştıran bir araç olarak görülmüştür. Tersini varsaydığımızda, Arapça bilmeyen toplumlar, din ile ilişkilerini anlama ve düşünme temelinde değil, dilsel semboller üzerinde kurmaya çalışacaklardır. Buradan da “anlamsız ve düşünme”ye kapalı bir dindarlık ortaya çıkacaktır. Arap olmayan Müslüman toplumlar İslam ile olan ilişkilerini anlamaya ve düşünmeye bağlı olarak oluşturmakta sürekli başarısız olmaktadır. Bu başarısızlıklarını Arap dilinin resimsel, biçimsel olarak ve sesler üzerinden telafi etmeye çalışmakta; dil, anlamın yerini almakta, anlamadan bağlanmak da düşünmenin yerine geçmektedir. Ebru ve Hat sanatları buna somut bir örnektir. Örneğin Allah’ın 99 isminin estetik olarak çeşitli yazı stilleriyle yazılıp görselleştirilmesi, anlamı ve düşünmeyi ikinci plana atmakta, ayet, ayetin bir kısmı ya da tek bir Arapça harfin yazılış stiline karşı salt biçimsel bir hayranlığı doğurmaktadır. Estetik değere sahip bir yazı stilini beğenmek kuşkusuz estetik bir zevk sayılabilir. Ancak estetik zevk, konu din olduğunda salt estetik bir olguya duyulan bir beğeni edimi olmaktan öteye gider. İmledikleri anlamını anlamadığı ve anlamadığı için de üzerinde düşünemediği için, estetik süje yani beğenen insan, estetik objeyi yani beğenilen Arapça bir ayet ya da harfi, sırf biçim (ön yapı) olarak zihninde kendi başına kurgulamaya başlar. Düşünmek ve anlamak yerine, biçime odaklı estetik hayranlıktan doğan itaati ve bağlanmayı öne alır. Dinde estetik zevkin doğal ürünü olan hayranlık, zahmetsiz itaat ve bağlılığı, zahmetli düşünmeye ve anlamaya tercih eder. Bu ise insan zihninin düşünce ile meşgul edilmesi gerektiği gerçeğini ihmal etme noktasına götürür.

Montaigne diyor ki:

“Boş bırakılmış topraklar gübreli ve bereketli iseler yüz bin çeşit otla dolar. Yararlı olabilmeleri için onlara kazma vuruyor, işe yarar tohumlar ekiyoruz. Ruhlar da böyledir., onları bir fikirle uğraştırıp dizginlerini tutmazsanız, uçsuz bucaksız bir hayal dünyasında, başıboş, öteye beriye dolaşıp dururlar. Böyle bir aylaklık içinde ruhların kurmadığı hayal, düşmediği kuruntu, yaratmadığı gariplik kalmaz.”[2]

Arapça Türk ulusu için tıpkı diğer Batı dilleri gibi, yabancı bir dildir. Her dilin kendine özgü saygınlığı vardır. Dilimiz Türkçe de aynı saygınlık ve değerdedir. Üstelik dünyada en önemli beş dil arasındadır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk dilini eğitimde, dinde, işte, fikirde, edebiyatta ve her yerde kullanmaktan kaçınmanın hiçbir açıklaması olamaz. Eğitimde İngilizce ya da başka bir dil kabul edilemeyeceği gibi, dinde (bütün dinler dahil) ve ibadette Türkçenin yerine başka bir dil kullanmanın geçerli herhangi bir pedagojik, dinsel ya da kültürel nedeni yoktur.

Türkçemizi son zamanlarda din, eğitim, bilim ve edebiyat ve siyasette önemsizleştirmeye dönük girişimler, en çok iki kesimin işidir. İlki etnik bölücülük, ikincisi de dinden nemalanan dinci gruplardır. Her ikisi de Türkçe karşıtlığını, bilinçaltında Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk ulusuna besledikleri tarihsel, kültürel ve siyasal kinlerinden devşirmektedir. Yeşil Sol Parti ve destekçilerinin “demokratik İslam” projesi ile tarikatçı kesimin “Arapça ibadet” dayatması, bu iki grubun ikinci ortak özelliğidir. “Türkiyeli”, “Yerli Edebiyat”, “Türkiyeli Şair vs.” gibi sözcükleri yaygınlaştırmaya çalışan liberaller, etnikçiler ve rozet Atatürkçüleri ile, bırakın Türkçe ibadeti Türk olmayı bile din dışı sayacak kadar şirazeden çıkan dinci gruplar, Cumhuriyetin değil ama yine aynı anlamsızlık ve düşüncesizlik evreninin yurttaşları olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

18 Temmuz 2023 Türkçe ezanın uygulanmaya başlamasının 91. Yıl dönümü idi. 18 yıl uygulanmış sonra yeniden Arapça ezana dönülmüştü. Hangi dilden okunursa okunsun, asıl tartışma konumuz burada ezan değildir. Ancak ezanın dili konusunda azınlıkta da olsa hemen her çevreden birkaç cılız itiraz geliyor. Ne var ki bu cılız itiraz, toplumsal uzlaşının bir dışa vurumu olmak bakımından kayda değer. Peki ezanın Türkçe olmasına şiddet ve hiddetle karşı çıkanların teolojik/imani/inançsal gerekçeleri var mı? Hayır, yok. Ezan, başta namaz olmak üzere Müslümanları belirli vakitlerde toplanmaya çağırmaktan başka bir şey değildir. Amacı, haber vermek, bildirmektir. Peki, bildirinin dili, sesi, tonu mu yoksa anlamı mı öne çıkıyor? Diyeceksiniz ki, ezan Arapça olsa da herkes anlıyor. Doğrudur. Burada ezanın anlamını anlayıp anlamamayı tartışmıyorum. Farz olmayan hatta sünnet bile olduğu tartışılan ezanın mutlaka Arapça olması ve okunması neden vazgeçilmez dini bir farz gibi anlaşılmaktadır? Nedeni şu: Anlamı açık ama Arap dilinde okunması, Arap harfleriyle söylenmesi asıl önemli olandır. Aynı çıkarım, diğer ibadetler için de geçerlidir. Ezanı anlıyoruz ama okunan sureleri anlamıyoruz, bu ise ibadetimizi etkilemez. Allah kabul edecektir, diye inanılıyor. Şimdi Arapça ibadette öne çıkan nedir? Arap dilidir; harfleridir, harflerin sesidir, görüntüsüdür. Ne anlama geldikleri önemli değildir, üzerinde düşünmek bize düşmez, onun alimleri vardır, gerekirse onlara başvururuz, gerekçesiyle kendilerini savunmaktadırlar.

Oysa baştaki ayet, Kur’an’ı anlayasınız ve üzerinde düşünesiniz diye sizin dilinizde yani Arapça olarak indirdik diyordu. Öyleyse, Arapça Türk’ün dili değildir. Yabancı bir dildir. Çünkü biz Türkçe düşünürüz, Arapça veya İngilizce düşünmeyiz. Kur’an bizim dilimizde inmiş değildir. Böyle olunca din ile ilişkimizi anlam ve düşünce temelinde değil, dilsel semboller üzerinden kurmaya çalışıyoruz. Bu ise karşımıza şu sakıncaları çıkarmaktadır:

Dinin anlam derinliğini bilmiyoruz. Bilmek için her Müslümanın Arapçayı en az bir Arap kadar bilmesi gerekir. Çünkü düşüncenin işletilmesi, ana dilde mümkündür. Böyle olunca dinin değeri sürekli tartışılır hale gelmektedir. Bu tartışmanın yarattığı bulanık ortamdan tarikatlar-cemaatler çok iyi yararlanabilmektedir.

Arı bir dindar, anlama ve düşünme olmadığı için dindarlığını düşünme temelinde savunmaktan aciz kalmakta bunun için de İslam’la ilişki kurmak için “şıhlar”, “hocafendiler” edinmekte ve onlara sığınmaktadır.

Anlam ve düşünme yerine Arap dilinin biçimi öne geçtiği için, dil ile din özdeşleşmektedir. Yani Arapça bilen herhangi birisi (dini bilgisi, durumu fark etmeksizin) “din alimi”, “şeyh”, “şıh”, “hocafendi” gibi uydurma sıfatlarla ortaya çıkmakta ve yurttaş ile din arasındaki dil duvarını sürekli berkitmektedir. Din ticareti dil tekeliyle kurulmaktadır. Hatta Arapçayı yarım yamalak bilen ya da birkaç Arapça sözcük ezberlemiş bir sürü şarlatan bu din ticareti piyasasından nemalanmaktadır. Sayıları gün be gün artmaktadır. Türkçe ibadete karşı çıkmaları için herhangi bir nass ya da dini engel olmadığını bildikleri için, “zinhar Türkçe Ezan ve ibadet olmaz” diyerek dil tekellerinin kırılmasına seyirci kalmak istemiyorlar.

Bu yolla Türkiye’de bir “ruhban sınıfı” artık vardır. Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı, Martin Luther’in 31 Ekim 1517’de Wittenberg Kasabasındaki bir kilisenin kapısına astığı 95 maddelik tez ile o gün bu gündür Batı’daki etkisini yitirmiştir. Çağdaş Türkiye’de medreselerle, tarikatlarla, cemaatlerle, Diyanet’in yanlış din politikaları yoluyla gittikçe devlete egemen olmaya çalışan ruhban sınıfı oluşmuştur. Büyük çoğunluğu din cahili, vatan düşmanı, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı ruhban sınıfı veya sınıfları, Türk toplumunu ve Türk devletini çepeçevre sarmakta; ülkenin ve halkın hiçbir sorununu kendi özel grup çıkarları kadar önemsemeyen bu sınıf veya sınıflar, halk ile din veya Allah arasına belki kiliseyi değil ama Arap dilini koymuşlardır.

Türkiye’deki ruhban sınıfının kilisesi Arapçadır. Arapça, dilsel sembolizm olarak artık Türkiye’de İslam dininin yerine geçmiştir. Milyonlarca sığınmacının büyük çoğunluğu Araplardan oluştuğuna göre, dil kilisesi, “kavm-i necip”le daha da tahkim edilmektedir.

Türk halkının büyük çoğunluğu Arapçayı “cennet dili”; Arapları da “kavm-i necip” sanmaktadır. Evet, Arapça diğer diller gibi değerlidir, Araplar diğer milletler gibi değerlidir. Ancak ne dilleri cennetin dilidir ne de kendileri üstün bir millettir. Bu yalanları Arapçanın ardına sığınarak kürsülerden boca ederek Türk halkını dinin anlamından çok dilsel ve ırksal görünümlerine zebun eden bir ruhban sınıfımız vardır. Bu sınıf, sığınmacıların da harlamasıyla yakında yerini “hem Arap, hem ana dili Arapça” bir ruhban sınıfına bırakabilir. Çünkü bizim yerli ruhban sınıfı kendisini Arap ruhban sınıfı karşısında ikincil düzeyde görmektedir. Batı karşısında ezik ve özgüvensiz Batıcılara ne çok benziyorlar.

“Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa onlara, kendisinden başka ilah olmayan bir tek Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti. Allah onların şirk koştukları her şeyden uzaktır.”[3]

Bu ayeti okuyan çoğu kişi, “Allah Yahudi ve Hıristiyan din adamlarını kastediyor, bizimle ilgisi yok” diyebilir. Eğer öyleyse bu ayet miadını doldurmuştur. Ne kötü bir tefsirdir bu. Oysa bu ilahi azar, “Türk ruhbanları”nı da “Arap ruhbanları”nı da kapsar. Kur’an’da boşuna durmuyor.

Türkçe ibadete karşı çıkmanın dini herhangi bir gerekçesi yoktur. İslam ile Türkçe yoluyla kurulan ilişki daha sağlıklı ve rasyonel olacaktır, bundan kuşkumuz yoktur. Bu ilişkiyi Atatürk ezanla başlatmıştır ama 18 yıl sonra yine aynı noktaya dönülmüştür. Eğer, ezanın ve diğer ibadetlerin Arapça okunması Müslümanların birlik ruhunu güçlendirmek içindir deniyorsa bu ayrı bir tartışma konusudur ve dinsel bir gerekçe ya da nassa bağlı bir savunma değildir.

Türk halkının neredeyse tümü Arapça bilmez ama neredeyse tümü Müslüman olduğunu belirtir ya da saygı duyar. Burası tamam. Peki, ayette belirtildiği gibi, inandığı ya da saygı duyduğu dini anlamak ve üzerinde düşünmek için ne yapmalıdır? Arapça bilmiyorsa kendi dili ile anlamasına ve düşünmesine ruhban sınıfı izin vermiyorsa ne yapacaktır? Her yönden sıkıştırılan Türk halkı soluğu Arapça bilmekle dini bilmeyi aynı sanan bir yığın zırcahil ruhban sınıflarından birine başvuracaktır. İşte o ruhban sınıfının kaynağı ise tarikat ve cemaatlerdir. Büyümeleri, serpilip gelişmeleri bu nedenledir.

Din dili Türkçe olmadıkça heyelan gibi her gün üzerimize abanan ruhban sınıflarından kendimizi kurtaramayız. Başı açık kadından sakalsız erkeğe, çocukları cinsel meta görmekten milli voleybolcularımızın şortlarından hallenmeye kadar hayatımızın her alanını işgal etmeye hazırlanan bu ruhban sınıfı, aynı zamanda vatanımızı, topraklarımızı, dilimizi, kültürümüzü kısaca Cumhuriyetimizi yıkmak için öncelikle Arapçayı dayatmaktadırlar.

Aşık Veysel’in dediği gibi, Türk’üz, türkü söyleriz, Türkçe konuşuruz.

Türkçe inanır, Türkçe düşünürüz.

Çünkü Cumhuriyet, Türkçedir. Türkçe, Cumhuriyettir.

 

 

[1] Zuhruf Suresi, 89; Yusuf Suresi 2.

[2] Montaigne, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş bankası Kültür Y., XXXV. Basım, İstanbul 2018, s. 13.

[3] Tevbe, 31 Hadid,27.

Yabancı dilde ibadet ve ruhbanlık

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 18 Eylül 2023, 20:16

    Çok güzel anlatmışsınız. Sağ olun.
    Gerçekler de şöyledir. Türk milleti binlerce yıldır var kendi öz kültürüyle yaşar. Türk insanı tarihten beri güneş, ay, yıldız, doğa ve doğa olaylarını bilir yaşamını bu doğrultuda kurar, doğanın her nesnesine saygı duyar. Ne din, ne tarikat, ne cemaat bilir. Yazılı olmayan “TÖRE’si” vardır bunu gelenek göreneklerinde yaşatır.
    Tek tanrılı dinler Sümer yasalarının Tevrat, İncil ve Kuran’a aktarılmasıyla oluşmuştur. Yasalar, yasaklardır. Kitaplar sonraları kutsallaştırılmış insanların kul, köle yapılıp kullanılmasına yol açmıştır. Peygamberler unutturulmuş, birçok mezhep, tarikat, cemaat adı verilen yeni ibadet (kölelik) yolları oluşturulmuş insanlar cahil bırakılmış, bilgisizce inanmaya mecbur edilmiştir. Bilgi içindir.

  2. Hocam ne güzel anlatıyorsunuz , yüreğinize sağlık.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!