Bugün Cumhuriyet Bayramı.
Bin bir güçlükle elde edilen büyük zafer sonrası 29 Ekim 1923’te devletimizin yönetim biçimi cumhuriyet ile taçlandırılmış.
Ne mutlu bize ki ulusal bağımsızlığımızı ilan edip çağdaş bir toplum olarak yaşama şansına erişmişiz.
* * *
Ancak aradan bunca yıl geçtikten sonra her zamankinden daha güçlü şöyle sesler duyuldu ülkemizde:
“600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi” ¹
“Cumhuriyetin lider sultası Lozan’da Suriye, Mısır, Irak, Filistin, Kudüs, Yemen, Cezayir, Libya, 12 Adalar ve Balkanları verip geldi.” ²
“Geçmişteki anlaşmaları (Lozan) büyük başarı öyküsü diye ders kitaplarında ilkokulda anlatmaya çalıştılar bizlere ama maalesef işte görüyoruz.” ³
* * *
Acaba bu söylenenler doğru mu?
Osmanlı İmparatorluğu 1900’lü yılların başında, yaşadığı çağa göre hangi ekonomik, sosyal, kültürel düzeydeydi.
Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu nasıl yönetiliyordu?
Cumhuriyeti kuranlar bu kadar geniş topraklara ve adalara mı sahiptiler?
Bu soruların yanıtlarının bir kısmını içeren bir kitap elimde yine… Şevket Süreyya Aydemir’in, yaşamını anlattığı “Suyu Arayan Adam” isimli kitabı… Ne zaman Cumhuriyetimize saldırsalar yapraklarını çevirdiğim kitaplardan biri…
* * *
“Anlaşılamayan, sırrı çözülemeyen bir sıra olaylar hızla birbirini kovalamaya başladılar.
Girit, Tuna eyaletleri, Bosna-Hersek geri alınamadıktan başka, kimse daha ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan, Osmanlı Afrika’sı (Trablusgarp-Bingazi) ile Ege adaları elden çıktı (1911).
İtalya, Libya ile bizim Akdeniz adalarına oturdu.
Vakıa Trablus sahillerinin bazı kasabaları etrafında bir süre birtakım çarpışmalar oldu.
Fakat imparatorlukla arasında hiçbir bağlantı olmayan, daha doğrusu oraya hiçbir şey veremediğimiz, oradan da hiçbir şey alamadığımız için zaten bizim olmayan bir memleketin kaderi üstünde hiçbir değişiklik yapılamadı.
Libya gitti.
İsyanlar ise her tarafta öylesine yayıldı, öylesine genişledi ki, Yemen, Havran, Arnavutluk, Dersim hükümetin elinde mi yoksa değil mi bir zaman belli olmadı.
Dağlarda, kırlarda yollar gene kesildi.
Hatta bu sefer Anadolu’da bile eşkıyanın üzerine taburlar, alaylar sevk etmek lazım geldi.
Bizim kenar mahalle, bütün Türk köyleri ve şehirleri gibi gene durmadan boşalıyordu.
Nihayet bir gün Balkan Harbi patlayıp da imparatorluk orduları, o zamana kadar, öylesine hakir görülen Balkan orduları önünde bütün Osmanlı Avrupa’sını bırakınca artık her şey belli oldu.
Bu yıkılış, artık sadece bir devletin mağlubiyeti değildi.
Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi.
Bir ruhun, bir zihniyetin tamamen çöküşüydü.
Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu.
Meğer bizim saltanat zannettiğimiz şey sadece bir gaflet uykusuymuş.
Bir devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha Cihan Harbinden önce ve Balkan yenilgisiyle zaten sona ermiş oluyordu…”
* * *
Aydemir’in de anlattığı gibi bu yıllarda Osmanlı Devleti parça parça yıkılıyordu. Devletin egemenlik iddia ettiği devasa topraklar üzerinde sözü bile geçmiyordu.
Sonrasında Birinci Dünya Savaşı patladı ve Osmanlı Devleti de kendini savaşın içinde buluverdi.
Şevket Süreyya Aydemir bu yıllarda genç bir subaydır.
* * *
“Yedek subaylar talimgahı, İstanbul’un Anadolu yakasında, Göztepe’den Pendik’e kadar uzanan sahadaki bazı evlere ve konaklara serpilmişti. (…)
Talimlerimiz bitince bizi bir gün İçerenköy tarafında bir düzlükte topladılar.
Meydana önce talimgahın kumandanı geldi.
Biraz sonra etrafında maiyeti ile genç bir paşa göründü.
İlk önce safların önünden geçti.
Sonra safların uçları kırılarak bir kale nizamı meydana getirildi.
Bu dörtgenin ortasında bu genç paşa bir zaman sessiz kaldı.
Gergin ve donuk yüzünün hiçbir ifadesi yoktu.
Galiba bir şeyler düşünüyor, bir şeyler söylemek istiyordu.
Nihayet söyledi.
Bütün nutku o kırık dökük birkaç cümleden ibaretti.
Önce:
– Hepiniz öleceksiniz! dedi.
Sonra bu cümleyi eksik buldu. Sözlerini:
– Hepimiz öleceğiz! diye tamamladı ve ilave etti:
– Vatan kurtulacaktır.
Bütün nutuk hemen hemen bundan ibaret kaldı.
Orduya bir tek asker vermeyen Yemen’in, Hicaz’ın, Irak’ın; orduya karşı savaşan Sina, Filistin, Suriye çöllerinin; yolları kesen ve devlete baş eğmeyip her gün Türk askerlerini öldüren asilerin yaşadığı Dersim, Sason, Talori dağlarının nasıl kurtulacağını, bu genç kumandan işte bu sözlerle göstermiş oldu…”
* * *
Ve Osmanlı İmparatorluğunun son savaşı başlar. Şevket Süreyya Aydemir de yedek subay olarak Kafkas cephesindeki çarpışmalara katılır.
“Cephe Karadeniz’den İran sınırına kadar uzanıyordu.
Bütün bu büyük sahada, bu bir sıra vilayetler içinde bir tek kilometre demiryolu yoktu.
Denize düşman hâkim olduğu için, limanlarına bir tek gemimiz yanaşamıyordu.
Zaten harp olmasa bile elimizde buralara işleyecek esaslı Türk gemileri yoktu.
Şose denilen çizgiler, üzerlerinde ancak kağnıların, yaylıların güçlükle dolaşabildiği birtakım izlerden ibaretti.
Motorlu nakil vasıtalarını kimse görmemişti.
Gerçi ordunun emrinde iki Alman kamyonu vardır deniliyordu ama onları da gören yoktu.
Bir tek şehirde, bir tek kasabada bir tek elektrik ampulü yanmıyordu.
Hiçbir vilayette bir fabrika bacası tütmüyordu.
Bütün vilayetler fabrikasız, tamirhanesiz, hatta mektepsiz, hastanesizdi.
Biz, harbe işte bu şartlar içinde girmiştik.”
* * *
Genç subay Aydemir idealisttir. Birlikte savaştığı, emrindeki kahraman askerleri tanımak ister.
“O vakit, bizim bu makineli tüfek bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu.
Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini ve cevaplara katılmamasını söyledim.
Sonra da askerlere sordum:
– Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden ‘Elhamdü-l-illah Müslümanız’, diye cevap vereceklerini sanıyordum.
Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı.
Kimisi ‘İmamı azam dinindeniz’ dedi.
Kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi.
Kimisi de hiçbir din tayin edemedi.
Arada:
– İslam’ız, diyenler de çıktı ama;
– Peygamberimiz kimdir? deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar.
Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
– Peygamberimiz Enver Paşa’dır! dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:
– Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü? deyince iş gene çatallaştı.
Herkes aklına gelen cevabı veriyordu.
Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu.
Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
Peygamberimiz sağdır diyenlere:
– O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur? diye sordum.
Cevaplar gene karıştı.
Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu.
Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
Peygamber ölmüştür diyenlere de:
– Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü? denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar.
‘Yüz sene önce’, ‘beş yüz sene önce’, ‘bin sene önce’ diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu.
Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı.
Ezan dinlemişlerdi.
Fakat ezan okumayı bilen kimse yoktu.
Namaz kılmayı bilen bir iki kişi çıktı.
Fakat onların da hiçbiri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı.
Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra:
– ‘Köyünde cami olanlar ayağa kalsın’ dedim.
Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar.
Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi.
Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı.
Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kur’an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi.
Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı.
Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı.
Hepsi de Anadolu köylüleriydiler.
Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.”
* * *
Şevket Süreyya Aydemir, Anadolu gençlerinin kendi dinlerini tanımlamakta zorlandıklarını, bu konuda son derece bilgisiz olduklarını tespit edince şaşırıyor.
Fakat asıl şaşkınlığı “Biz hangi milletteniz?” diye sorduğunda yaşıyor.
“Biz hangi milletteniz? deyince her kafadan bir ses çıktı.
– Biz Türk değil miyiz? deyince de hemen:
– ‘Estağfurullah!’ diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Halbuki biz Türk’tük.
Bu ordu Türk ordusu idi.
Türklük için savaşıyorduk.”
* * *
Şevket Süreyya Aydemir’in aktardıkları Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşına nasıl girdiği konusunda hepimize bir fikir veriyor.
Savaşın sonunda yaşanan ise yenilgi ve büyük bir tükenmişlik…
Dayatılan Sevr Antlaşması…
Karadeniz ile İç Anadolu arasına sıkıştırılmış küçücük bir vatan parçası…
Tarihten silinmek üzere olan koskoca bir millet…
Sonra…
Sonra Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının Sevr Antlaşması’nı reddetmeleri…
Halkın büyük özverisi ile gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı…
Elde edilen zafer ve imzalanan Lozan Antlaşması…
Bir tükenmişliğin üzerinde kurulan yepyeni bir Cumhuriyet…
Emperyalizme isyan ederek, kafa tutarak, şehitler vererek kurulan bir yeni devlet…
* * *
Cumhuriyet ilan edildiğinde Anadolu’da savaş yorgunu, yoksul, karnını doyurma çabasında, okuma yazması hemen hemen olmayan 10-11 milyon insan yaşıyordu.
Fabrika yoktu… Mühendis yoktu… Doktor yoktu… Tüccar yoktu… Baraj yoktu… Elektrik yoktu… Üniversite yoktu… Okul yoktu… Banka yoktu… Yol yoktu…
Yokları uzatmak olası…
Bütün bu yoklara rağmen ülke yeniden imar edilmeye başlandı.
Çağdaş öğretime geçildi.
Okuma yazma seferberliği gerçekleştirildi.
Hilafet kaldırıldı.
Avrupa’da ve Dünya’da saygınlık sağlandı.
Tersaneler, fabrikalar kuruldu.
Limanlar ve demiryolları millileştirildi, yeni demiryolları döşendi.
Deniz ticaret filosunun tonaj toplamı otuz bin iken beş yıl sonra yüz otuz bine çıkarıldı.
Boğazlarda egemenlik sağlandı.
Yakılmış yıkılmış şehirler ayağa kaldırıldı.
Çağdaş ve laik bir devlet yapısının temelleri atıldı.
* * *
Geldiğimiz noktada özellikle ülkemizi yönetme sorumluluğu alan ve Osmanlı sistemi içerisinde rüyalarında bile göremeyecekleri makamlarda bulunan siyasilerin Atatürk ve Cumhuriyete karşı gerçeği saptırma amaçlı söz ve davranışlarını, ulusal bayramların unutulması için gösterdikleri örtülü çabaları, hedeflerine uygun şekilde tarihi yeniden yazma gayretlerini kabul edemiyorum.
Atalarımızın ağır bedeller ödeyerek bağımsız bir cumhuriyete kavuşturduğu kadim Türk halkının da bu nankörlüğe itibar etmeyeceğine güveniyorum.
Bugün yaşadığımız tüm iç ve dış sıkıntıların çözümü için önerilecek tek yol Mustafa Kemal Atatürk’e ve cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerine daha güçlü şekilde sahip çıkmak, yeniden bir aydınlanma dönemi başlatarak orta çağ karanlığını özleyenleri hüsrana uğratmak olmalıdır.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
Sevgiyle kalın.
KAYNAKLAR:
¹ https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpli-tulay-babuscu-reklam-arasi-dedigi-cumhuriyete-geri-dondu-866333
² https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpli-tulay-babuscu-reklam-arasi-dedigi-cumhuriyete-geri-dondu-866333
³ https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/lozan-tartismasi-iceride-elestiri-disarida-dayanak-6041939/
Ataturkun partisine ve onun bugunku mumessillerine de bir cift sozunuz olsaydi keske..Yazik..Bizler teorik,tiyatral, sozel, torensel, gorsel Ataturkculuk istemiyoruz artik..Pratik, uygulayan, mizmiz yapmayan, mazeret uretmeyen, yapip bitiren, eser ureten, cozum ureten,halkin tum katmanlariyla somut olarak butunlesmis, vatanin her karis bolgesinde orgutlenmis, icsel ve samimi bir Ataturkculuk istiyoruz.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yaban romanı da bu konuda çok çarpıcıdır. Tavsiye ederim. Türk bilinci aslında çok eskidir ama kaybettirilmiştir sözde ecdat (Osmanlı) tarafından. Oysa bağdata giren Cengiz Han, 700lerde Arap istilacılar tarafından katledilen 100 binlerce Türk’ün intikamını almıştır. Büyük önder Atatürk de o bilince sahip bir sarışın kurttur. Mankurt bir halkı tıpkı atası Cengiz gibi bir araya getirip kurt töresini kurmayı bildi. Kimse Türkler Araplarla karıştırmasın.
Ne hazin zamanlar yaşanmış mirasını tükettiğimiz Cumhuriyet kurulmadan ve sonrasında…
Teşekkürler kardeşim.
Atamizi, Cumhuriyeti anlayamayanlara, icine sindiremeyenlere ders niteliginde bir makale olmus. Tesekkurler. Mukemmel bir anlatim.
Cumhuriyet birçok varlık gibi üzerinde sorumluluğu alındığında layık olunacak eşsiz bir değer.
Adalet, ilim, kültür adına ne biriktiyse Cumhuriyet’in yarattığı ortam içinde yeşerdi, şekillendi.
Evrensel değerlere sahip, akılcı bir ortamda yaşamak ve gelecek için her birey benliği ve kapasitesi içinde sorumluluğunu almak zorundadır. Bunun vicdani ve tarihi sorumluluğu çok açıktır.
Bu güzel hatırlatıcı yazı için teşekkür ederim.
Sorumluluğunu alarak yaşadığımız ve yaşayacağımız nice yıllara.
Cumhuriyet, kutlu olsun.