Avatar
Ahmet Müfit

Yüzde 1’in vaadi, mülksüzleşmiş, borçlu ‘özgürler’ sürüsü!

featured

Ahmet Müfit yazdı…

Dünyanın varlıklarının yaklaşık yüzde 90’ının, dünya nüfusunun yüzde 1’inin elinde toplanmış olduğu bir dünyada yaşayan insanlara, sistemin kazananları yani yüzde 1 tarafından vaat edilen özgürlük ve demokrasi vaadi gerçeğe dönüşebilir mi?

Sorunun yanıtı için öncelikle yapılması gereken şey yüzde 1 ve kalan yüzde 99’un kimler olduğunu tanımlamak.

En genel hatlarıyla “Yüzde 1’i”; vatandaşın birikimleri, emeklilik paraları ile sermaye piyasalarında spekülasyon yapan “yatırımcılar”, küresel şirketlerin üst yöneticileri ve uzantıları, küresel şirketlerle içli dışlı olmuş, kirlenmiş siyasiler ve bu sisteme entegre ya da payanda olmuş adı yerli sermaye kesimi olarak tanımlamak mümkün. Yüzde 1’in ardındaki siyasi güç ise kendi kontrollerinde yeni bir dünya düzeni kurmak olan küresel siyasi güçler ile bu güçlerin emrindeki askeri güç.

“Yüzde 99” derken kastımız ise bu yüzde 1’lik küresel oligarşinin dışında kalan herkes. Kendi adına çalışanlar, küçük ve orta ölçekli sanayiciler, esnaflar, zanaatkarlar, ücretli çalışanlar, çiftçiler/köylüler, öğrenciler. Bunların bir kısmı, konjonktürel olarak kendisini yüzde 1’e eklemlenmiş, onun parçasıymış gibi görse de onlar aslında bu sitemin, işleri bittiğinde çöpe atılacak otlakçıları, ayakçıları yani sistemin borazanı gazeteciler, akademisyenler, siyasiler.

Yüzde 1’i ve yüzde 99’ı kabaca da olsa tanımladıktan sonra gelelim baştaki sorumuza yani böyle bir dünyada yaşayan insanlara, yüzde 1 ve arkasındaki siyasi/askeri güçler tarafından vaat edilen özgürlük ve demokrasi vaadinin ne denli gerçek/samimi olduğu, gerçekleşip, gerçekleşemeyeceği sorusuna.

Cevap vermeden önce yapılan vaadin gerçekte ne olduğunu, bahsedilen özgürlük ve demokrasi kavramlarını ne anlam taşıdığını ortaya koymak gerekiyor. Özgürlük ve demokrasi kavramlarının sınıfsal niteliğinden, daha da öte Fransız devrimiyle hayat bulan özgürlük, eşitlik, kardeşlik hedeflerinden “arındırarak”, rekabet, girişimcilik kavramları ile etnik ve dini kimlikler esaslı olarak yeniden tanımlayan ve “yerel düşün küresel davran” sloganıyla pazarlanan bir özgürlük ve demokrasi vaadinden bahsediyoruz aslında.

Yüzde 1’in, yukarıda tanımladığımız özgürlük ve demokrasi vaadini gerçekleştirme konusunda, en büyük dayanakları, kendilerini dünyanın en büyük ekonomisi ilan eden yedi ülkenin, 1989 tarihinde bir araya gelerek anlaştıkları ve ismini Washington Uzlaşısı koydukları metin. Dünyanın diğer ülkelerinin fikrini sorma gereği duymayan, ne düşündüğünü dikkate almayan, bu sitem içerisinde özgürlük, demokrasi ve insan hakları kavramlarını, kendi amaçları doğrultusunda yediden tanımladıkları ve dünyanın geri kalanını uymaya zorladıkları dayatma.

“Kurallara dayalı küresel sistem” adını koyup, bu kurallara uymayanı/karşı çıkanı cezalandırma hakkını kendilerinde gören bu dayatma ya da eşkıyalığın, gerçeğe dönüşmesini sağlayan/sağlayacağı varsayılan şey ise bu ülkelerin elinde bulundurdukları güç.

Söz konusu gücün, her ikisi de doğrudan ABD’nin kontrolünde olan iki farklı kaynağı/aracı bulunuyor.

Birinci kaynak, küresel kapitalizmin, küresel imparatorluk projesine karşı çıkan ülkeleri askeri olarak hizaya getirmek üzere oluşturulmuş askeri ittifaklar. Esas olarak ABD ve ABD askeri gücüne bağımlı olacak şekilde oluşturulmuş -eğitilmiş, donatılmış- müttefik ülke ordularına dayalı olarak oluşturulmuş olan, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sonrasında -son örneği İsveç ve Finlandiya- uzlaşıya karşı ülkeleri her yandan kuşatacak şekilde genişletilen “sopa” yani NATO, bu konuda en önemli araç. NATO örneği, iyi bir araç olmanın yanı sıra, dünyanın diğer coğrafyalarında kullanılabilecek “iyi bir örnek niteliği de taşıyor. Batının kurallara dayalı sistemine direnen Çin’i, Kuzey Kore’yi ve tabii ki, NATO eliyle batıdan kuşattıkları Rusya’yı -sahip olduğu doğal kaynakları nedeniyle- doğudan da kuşatacak şekilde, ABD ve Japonya, Güney Kore, Avustralya başta olmak üzere Pasifikteki bağlaşıkları ile birlikte oluşturduğu/oluşturmaya çalıştığı yapıları bu kapsamda düşünmek gerekiyor.

İkinci kaynak pek tabii ki, İkinci Dünya savaşı sonrasında yapılan Bretton Woods anlaşmasıyla küresel ticaretin/ekonominin değişim ve borçlanma aracı haline getirilmiş olan ABD doları. Doların, dış ticaretinde dolar kullanan, dolayısıyla dolar cinsinden rezerv biriktirmek zorunda olan ülkeleri gerektiğinde ekonomik olarak krize solabilecek bir silah haline gelmesini sağlayan şey ise 1972 tarihli, doların altın standardının ABD’nin tek taraflı bir kararıyla kaldırılması. ABD’nin, doları, değeriyle istediği gibi oynayabileceği bir silah haline getiren bu karar ile başlayan bu sürecin en önemli sonucu, dolarla borçlanma, ürettiğinden, kazandığından çok harçama tuzağına düşmüş bizim gibi ülkelerin, ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda alacağı tek taraflı “ekonomik” kararlarının sonuçlarına katlanmak zorunda bırakması oldu. Bunun doğal sonucunun, bu dayatmaya baş eğen/baş eğdirilen bizim gibi ülkelerin siyaseten esir alınması olduğunu ise halihazırda da fiilen yaşadığımız gibi -300 milyar dolar temiz para- siyasetin temel vaadinin, yurtdışından yeni borçlar bulmak olarak ve bu yolla bolluk ve refah yaratmak olduğu ülkemizde sanırım uzun uzun anlatmaya gerek yok. ABD’nin halen yaşadığı borç limiti kriziyle ilgili olarak, “…konunun çözülmemesi durumunda yaşanacak olası bir temerrüt, ABD’nin uluslararası liderliğini tehlikeye atacaktır” diyen ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, her şeyi açıkça ifade ediyor aslında.

Önemli olan, bu modelin, gerek sıradan insanlar, gerekse uluslar açısından, her ikisi de gelir dağılımının bozulması ve borçlandırılarak mülksüzleştirilmesi, sonuç olarak “çoğunluğun”, yüzde 1 karşısında güç kaybetmesi ile ilgili iki önemli sonuç yaratıyor olması.

Yaşananların, uluslar, ulus devletler açısından en önemli sonucu, portföy ve doğrudan yatırımlar yoluyla ulusal ekonomilerin, küresel mali sektör ve küresel boyutta faaliyet gösteren az sayıdaki şirket eliyle zayıflatılması, hatta büyük oranda ele geçirilmesi ve bunun doğal sonucu olarak, ulusal siyasetin borç verenlerin/yatırım yapanların kontrolüne girmesi olurken, diğer bir sonucu, ekonominin kontrolünü eline geçiren küresel şirketlerin satın almalar ve birleşmeler yoluyla, ileride kendilerine rakip olabilecek “yerli üreticileri/şirketleri”, fiilen yok etmeleri oldu. Sonuç olarak ulusal ekonomiler güç kaybetti, zengin ülkelerin, borçlandırma yoluyla esir aldıkları bizim gibi ülkeler toplam olarak güç kaybetti, borç veren ülkeler ile borçlular arasındaki gelir/zenginlik uçurumu hiç olmadığı kadar arttı.

Sonuç, sıradan insanlar açısından da farklı olmadı. Arada şu ya da bu düzeyde farklılıklar olsa da, sıradan insanlar emeğiyle geçinenler açısından durum, zengin ülke fakir ülke farkı olmayan şekilde çalışan kesimler, köylüler/çiftçiler ve küçük üreticiler aleyhine bozuldu. Dünyanın tüm ülkelerinde sıradan insanlar fakirleşirken, zenginler, krizlerde dahi zenginliklerine zenginlik katmaya devam ettiler. Sıradan insanlar, dünyanın tüm ülkelerinde, şüphesiz ki farklılıklar ve bazı istisnalar olmakla birlikte, zenginlerin borç parasına, yatırımına, iyiliğine eskiden olduğundan çok daha muhtaç hale geldi.

Tamda bu noktada, başta sormuş olduğumuz, yüzde 1 ve arkasındaki siyasi güçler yani güçlüler tarafından vaat edilen özgürlük ve demokrasi vaadinin ne denli gerçek/samimi olduğu, daha doğru bir tanımlamayla borç verenin, borç alanla ilişkisinin adil, eşit, özgürlükçü ve demokratik olup olamayacağı sorusunu yanıtlamanın da zamanı/yeri gelmiş oluyor.

2020 yılında kaybettiğimiz, “Borç, İlk 5000 Yıl” kitabının da yazarı olan Antropolog David Graeber, söz konusu kitapta geçmiş 5000 yıla bakarak, borç veren ve borç alan arasındaki ilişkinin, ilişkinin doğası gereği eşit ve adil olamayacağını ve kaçınılmaz sonunu, aşağıda sizlerle paylaşacağım şu sözlerle çok net ortaya koyuyor.

“Galiba tarihin bize öğrettiği şey bu. Binlerce yıldır zenginle yoksul arasındaki mücadele, çoğunlukla borç verenler ve borçlular arasındaki mücadele şeklinde sürmüştür -faiz ödemelerinin, borç köleliğinin, borç affının, mülkiyeti ele geçirmenin,iadelerin,hayvanlara haciz koymanın, bağları müsadere etmenin,borçlunun çocuklarını köle olarak satmanın haklılığı ve yanlışlığı ile ilgili tartışmalarla. Aynı şekilde son beş bin yıl boyunca, dikkat çekici bir düzen içinde, halk ayaklanmaları hep aynı şekilde başlamıştır: borç kayıtlarının imha edilmesi töreni ile- tablet, papirüs, hesap defteri; artık zamanına ve yerine göre nasıl bir biçim almışsa. (isyancılar bundan sonra genellikle arazi tapularının ve vergi kayıtlarının peşine düşerler).”

 

 

 

Yüzde 1’in vaadi, mülksüzleşmiş, borçlu ‘özgürler’ sürüsü!

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. %1 ile %99 arasındaki savaşın %99’un isyanı ve zaferiyle mi sonuçlanacağını söylüyorsunuz.
    Eğer öyleyse, bu süreç kaç yıllık veya kaç on yıllık bir süreç.

  2. Genel çapta olaylara bakmak önemli, bu açıdan temel olarak mevzu anlatılmış. Detaylarını, pratiğini de katmak gerek. Tohum-gıda politikaları ve büyük ulusüstü gıda firmaları ve bunların bakanlıklar ile ilişkilerine bakmalı. Salgın zamanı aşı olarak adlandırılan uygulama açık edilmeli. Kimsenin sağlığı düşünülmezken birden bire ah vah, gelin değerli vatandaş sağlığınız çok önemli dendi, öyle miydi? 80 milyon denek başına kim ne aldı, etkilerini görmek için sağlık sistemi veri tabanı kimlere açıldı-aktarıldı? Bitcoin mevcut para düzenine karşı bir çıkıştı denir ama hangi medya bunun reklamını yaptı, ne amaçla? Pratiği de incelemek lazım.

  3. 11 Mayıs 2023, 12:51

    Osman başıbüyük yazılarında çok geniş şekilde bundan bahsetmişti

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!