Nihat Genç yazdı…
-Mahkemeden celp mi geldi?
-Olup bitenleri unutmuştum, eve döndükten bir ay sonra, dini değerleri aşağılama suçu, ceza maddesi 216-3, kısaca halkı birbirine kırdırma..
-Hapis mi yatacaksın!
-Evet, hapis cezası ama dava sürüyor…
-Yahu sen dindi Müslümanlıktı çok hassas bir yazarsın, nasıl oldu..
-Anlatması uzun sürer…
-Olacak şey değil kime söyledin!..
-Arkadaşın biri, arabasıyla köyüne gidiyor, yolda canım sıkar birlikte gidelim dedi, üstelik kasabasının ününü duymuştum, hakikaten çok güzel bir yer, şöyle kafa dağıtırım, takıldım.
-Gezi yazılarını okudum, yahu yine döktürmüş bizim Nihat dedim.
-Belki de en güzel gezi yazılarım oldu, ama, derine detaya inmedim, kasabanın dağı bayırı bahçeleri tasviri tarihini anlattım.. Ayrıntıya insem orada çok güzel insanlar tanıdım, hakaret kabul ederler, ne gerek var, üstelik isim vermek doğru olmazdı.
-Çok değerli devlet adamları sanatçıları insanları varmış!
-Eski valiler günümüz bakanları sanatçılar bilimadamları, kasabanın yetiştirdiklerini görünce, bu ülkede kafası çalışan aklı başında tarihte ve bugün ne kadar akıllı var burada büyümüş, diyorsun, gerçekten, büyük insanlar yetiştirmişler…
-Ne kadar kaldın?
-Üç dört gün kalırız diye gittim, dağını bayırını yaylasını çok sevince bir ay eğlendik, inanılmaz güzel bir yer, en yakın kasaba otuz km. uzakta, çay dere değil koskoca nehir kasabanın yanından akıyor, tepeler dümdüz yayla, ülkenin en meşhur peyniri yağı, her evin önü bahçe, erikler kirazlar vişneler hurmalar dutlar hepsi yerlerde, serin mi serin, sessizlik, manzara, ve avuç içi kadar minicik yer, sanki bir tablo… Cennetten bir yer.
-Küçücük yer, sen sıkılırsın?
-Gider gitmez sefacılarla tanıştım, arkadaşımın evinin sokağı, kasabada ayrı bir alem, hepsi klarnetçi, sanat müziği söylüyorlar, her akşam ayrı bir bahçede gece yarılarına kadar şarkılar türküler, nasıl profesyoneller anlatamam, adam berber kasap bir şeye benzetemezsin ama akşam klarneti alınca yahu gerçekten büyük sanatçılar.. Her akşam rakı. Her akşam fasıl. Rüzgar ne güzel esiyor! Arkadaş olduk. Kasabalı bunlara sefacı diyor, azınlıkta kalmışlar. Eskiden belediye sefacıların elindeymiş. Şimdi üç-beş küçük esnaf kalmış oylarını toplasan yüzü geçmiyor.
-Oranın şarkıları türküleri de meşhurdur!
-Yahu dedim, bu türküleri bir toplasanız, der demez, tanburi kasap önüme ansiklopedi gibi kitap koydu, sefacılar yazmış, şarkıların tarihleri ve hikayeleriyle, en kral akademide böyle bir çalışma göremezsin. Yahu dedim tası tarağı toplayıp artık bu kasabada mı yaşasam. Kasaba baştan aşağı kültür, müzik aletlerinin müzesini dahi yapmışlar! Kültür bilim derken çok ciddiyim. Bir gün pazar yerinde oturuyorum, dilenci kılıklı adam, bir şeye benzetemedim, yanıma oturdu, meraba meraba, selamlaştık, kafayı yiyeceğim adam ‘böcek bilimciymiş’, bu dağları kuşları böcekleri solucanları çiçekleri… Hepsini kurutmuş müzesini dahi açmış hatta literatüre hiç bilinmeyen sadece bu yörede olan üç beş böcek ismi sokmuş.
-Sonra?
-Sonra, kasabamıza meşhur yazar Nihat Genç gelmiş diye duyulmuş, şöyle ciddi ciddi kravatlı adamlar hoşgeldine geldi. Biri bizim derneğe gel diğeri bizim dükkana gel… Dört katlı çok çirkin bir binaya götürdüler beni. Üniversite sınavı birincileri hep bu kasabadan çıkıyormuş. Her katı dersane. Yemek salonu. Kütüphanesi. Girip çıkan.. Hepsi kravatlı. Bu köy gibi yerde bu kadar takım elbise giyen adam görmek? Bir masaya oturduk etrafımı çevirdiler, yetiştirdikleri çocuklar Avrupa’da Amerika’da okuyormuş. Falan kurumun genel müdürü de filan müsteşar da onların talebesiymiş. Dinini seven imanlı çalışkan talebeler yetiştiriyorlarmış. Bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sordum. Allah razı olsun bu memlekette doğup büyümüş çok zenginler varmış. Düzenli şekilde hayır yapıyorlar. Niye kasaba mimarisine uygun bir bina yapmadınız burası çirkin bir apartmana benziyor dedim. Bu kadar talebe sığmaz dedi. Üstelik giriş katını market yapmışlar. Sonra kasabaya niye geldiğimi sordular.. Arkadaşımı söyledim. Haa sefacılar dediler gülerek. Sefacıları hiç sevmiyorlar. Kasabanın yoksul gençlerini kim okutacak onların işleri güçleri cümbüş, kardeşim bari ezan okunurken kesseniz şu çalgıyı diyoruz, taktıkları yok. Anladım ki burada çok sert bir kavga var.
-Sonra?
-Ertesi gün kasabayı geziyorum, dönerci önünde durdum, dönerci beni tanıdı, içeri davet etti, yahu ne güzel adam izzet ikram vallahi oturtacak yer bulamadı. Muhabbet sohbet derinlere indik. Bizim dönerci buranın en meşhur dergahının halifesiymiş. Şeyhi hala hayatta. müritlerinin elinde akıl almaz tarlalar tarihi evler onlarca dükkan. Bizim dershanecileri de hiç sevmiyor onlar kafir diyorlar. Yakalı gömlek düz ütülü pantolonu geçtim alayı şalvar giyiyor ve çoğu derviş takkesi takıyor. Yüzlerinden nur akıyor. Birbirlerinden mal alıp verdiklerinde para alışverişi senet sepet hiç yok. O ondan alıyor öbürü bundan. Sonra verirsin, diyorlar, işlem tamam. Onlarca dükkan sahibi tek dükkan gibi çalışıyor. Yeni bir arkadaşları yeni bir dükkan açsa her şeyini parasız pulsuz veriyorlar. Aralarındaki bu ‘parasız’ örgütlenmeye hayran kaldım. Tek bir aile gibi. Hepsi birbirinin dükkanlarından alış veriş ediyor… Yahu ne mübarek adamlar. Anadolu’nun derinliklerine indikçe hakikaten bu ne büyük kardeşlik dayanışma.
-Sonra?
-Belediye başkanıyla tanıştık, kasabayı yaptıklarını yolları her şeyi bir bir anlattı, çıkarttıkları kitapları da hediye etti, burası dedi aslında bir turizm cenneti, yazın kasaba nüfusu onbinden yüzbine çıkıyor, her gelen eski evini onarıyor ve çekiç çivi yetiştiremiyoruz. Sonra arabasına attı beni dağları bahçeleri bağları gezdirdi. Yahu bir ağaçta bir değil birkaç sincap. Her yer kelebek. Her yer gölgelik her yer meyve. Çitler bile ahşap işlemeli, asmalardan incirden vişnelerden geçilmiyor. Kasabanın eski tarihi evlerini gezdirdi, kapıları, dedi, her biri tarihi eser, büyük şehirlerden almaya geliyorlar, ama müsaade etmiyoruz. Burası eskiden bakır işleme sanatında nam salmış. Eski güğümler sahanlar bakır taslar kazanlar, hepsi işlemeli. Aklım gitti. Günler nasıl geçiyor bilmiyorum. Akşamları bahçelerde sefacılarla çal oynasın. Gündüz bir keşifçi gibi kasaba esnafıyla muhabbet. Ve kasabanın hemen kıyısından akan nehrin yanında keyifle çayımı içiyorum, dükkanlarla nehir arasında yirmi metre var yok, ulan cennete düşmüşüz, dedim.
-Sonra?
-Arkadaşıma dedim ki, yahu bu kasaba ne kadar kültürlü, ne kadar hayırsever var, her şeyi de biliyorlar. Arkadaşım dedi ki, falan meşhur yazar var ya, o da burada yaşıyor, hani kuantum fiziği kitapları da var. Neyse. İnanamazsan bu küçük kasabada bir de gazeteleri ve iki tane de aylık dergileri var. Dergiyi şöyle bir açtım, İslam, medeniyet, kültür, tarih, hepsi birinci sınıf makale. Arkadaşım, her hafta düzenli konferansları var, geçen ay İslam ve Bilim konferansına katıldım. İstersen dedi, dönercinin dergahına gidelim, zikr öncesi sohbet var, şeyhleri hakikaten bir evliya, bilmediği konu yok, Amerika’dan bile müritleri gelir, kışın yazlıkçılar olmaz ama dergah Anadolu’dan gelenlerle ana baba yeridir. Şeyhin arkasındaki kitaplığa iyi bak, dört yüz yıllık eski antika kitaplar var. Zaten şeyh Ezher üniversitesinde okudu.
-Sonra?
-Şeyhin arkasındaki eski kalın kara kitapları görünce bana geldi bir aşağılık kompleksi, heriflere bak, din diyanet kültür bilim, biz de Ankara’da kahvede oturalım kağıt oynayalım. Bir adamların şekline derinliğine sohbetlerine kitaplarına baktım bir de Ankara’da bıraktığım batak oynadığım arkadaşları, hakikaten utandım. Kasaba değil bir müze, Anadolu ilim irfan yuvası. İnsanları gerçek olmayacak kadar çalışkan derin hayırsever kültürlü. Sohbet birden Gazali’den çıkıp yemeklere gelmesin, çeşit çeşit yemek tarifi, otlar, sebzeler, kebap çeşitleri, bir keklik pilavı var ki aklımı yedim. Yahu bu kadar yüksek bir yemek kültürünüz var der demez önüme yine ansiklopedi büyüklüğünde kasabanın yemeklerini anlatan pek havalı parlak cilalı kapaklı bir kitap koydular! Ulan dedim, kasabadaki bütün paraları toplasan bu kadar maliyetli kitap basılamaz. Hayran kaldım.
-Sonra?
-Gece yarısını geçtik rüzgar çaldı sefacılar söyledi oyun döşek gırla gidiyoruz, rakılar tükendi.. Düştüm düşeceğim kendimi yatağa zor attım. Her halde akşama kadar sızar kalırım dedim. Sabah kapı gümbür gümbür çaldı, yangın var, kasaba yanıyor, uyan… Bir uyandım ki.. Bütün kasaba aşağı nehre doğru koşuyor. Ben de kalabalıkla koştum. Eski bir dükkan yanıyor. Etrafını çevirdik seyrediyoruz. Herhalde dedim birazdan itfaiye gelir. Yok, seyrediyoruz. Mahvolduk yandık bittik deyip diz dövüyorlar. Ama seyrediyoruz. Yahu göz göre göre tarihi dükkan yanıyor. Nehir de yirmi metre aşağıdan akıyor. Herhalde yangın kovaları vardır. Yok seyrediyoruz. Aklımdan hemen yahu nehirle burası yirmi metre, şöyle dört ayrı şerit halinde dört sıra dört ayrı koldan kovayla zincir oluşturup su taşısak birkaç saniye içinde dört kova su dökebiliriz diye hesap yaptım. Sanırım hesabı yalnız ben yaptım. Ev yanıp tahtalar kömürleşinceye kadar seyrettik. Yanımda sabahın erken vakti kravatı nasıl akıl edip takıp yangına koşmuşsa dersaneden ağbi vardı. Omzumu dürttü, unutma, dedi, bugün İslam ve İlim konferansımız var, dedi. Öfkemden kudurmuşum, yahu, dedim, şu İslam medeniyetinin bir su kovası yok mu?
-Sonra?
-Gittim yattım, akşama doğru uyanıp, şöyle sabahki yangın yerine bir daha gittim. Baktım yangın malları leğenler kazanlar sahanlar bakır eşyalar kaldırımda ayak üstü müzayedede satılıyor. Başında alıcı olarak üç dört esnaf. Müzayede çok düşük fiyatla açıldı. Mallara baktım hakikaten sanat eserleri, şimdi fiyat yükseltirler dedim. Yükseltilmedi. Aralarında anlaşmışlar hadi sende kalsın bu sefer diye bıraktılar.
-Sonra?
-İki gün geçti geçmedi, sabah ezanı çoktan okunmuş, ama minareden yangın var anonsu, bütün kasabalı yetişsin, falan yer yanıyor… Koşarak indim. Önceki yanan dükkanın beş-altı dükkan ötesinde. Hakikaten ahşap güzelliği harikaydı, yanıyor. Kasabalı toplanmış yangını seyrediyor. Nehir yirmi metre aşağıda dalga dalga gümbür gümbür akıyor. Yahu dedim, herhalde, belediye başkanı gelir. Halkı örgütler, ellerine kova verir, müdahale ederler. Hayır, seyrettik. Kasabanın da yabancısıyım. Şimdi, kalkıp bu kalabalığa bir nutuk çekip, yahu arkadaşlar, yirmi metre aşağıda nehir, ve burada iki günde bir dükkan yanıyor, sizce de bir tuhaflık yok mu, desem diyorum. Hayır sessizce yangının alevlerini dumanı çatur çutur sesleri film gibi seyrettik.
-Sonra?
-Gittim bir öğle uykusu aldım, akşama doğru tekrar yanan yere geldim, baktım, ayaküstü kaldırımda bir müzayede kurmuşlar, dünkü esnafların aynısı, bakraç tepsi sini, hepsi bakır işlemeli satılıyor, fiyatı yine komik denecek kadar küçük verdiler, herhalde dedim şimdi almak için yarışır fiyatı yükseltirler, hayır, dünkü müzayede alış yapan kenara çekildi, sıra öbür esnaftaymış gibi anlaşmışlar, hadi sen al, dediler, düşük fiyata aldılar.
-Sonra?
-Dershaneci arkadaşlar benim şerefime bir akşam yemeği hazırlamışlar, sofraya bir oturdum, bir kuş üzümü eksik, geçtim, on çeşit reçel türü, insan hangisine banacağını şaşırıyor, kebaplar çeşit çeşit… Yedik içtik ve sohbete geçtik. Bir ağbi İslam Medeniyeti başlıklı bir konuşmaya başladı, sabırla dinledik. Soru faslına geçildi. Yahu dedim bir soru da ben sorayım, şöyle şaşırtıcı sert bir başlıkla gireyim soruya, arkadaşlar, bu İslam medeniyetinde su kovası yok mu? Arkadaşlar nehirden birkaç sıra zincir yapıp beş-altı koldan su taşısak yangını kısmen söndürürdük, diye bir cümle kurmama kalmadı… Konferans veren ağbi İslam’da yardımlaşma ve dayanışma üzerine hadisler ayetler peş peşe dizdi. Hakikaten gözlerim yaşardı. Ulan bu ne kardeşlik. Bu ne derinlik. Kendimi kalabalıkla birlikte ağbiyi alkışlarken buldum
-Sonra?
-Bir hafta geçmedi, artık döneceğim, sabah yine minareden anons, yangın var, haydaaa, bir daha nehrin kıyısına dizili eski tarihi pazara koşturduk. Aynı yerde bir başka yangın. Anneler nineler esnaf öğrenciler köylüler belediye görevlileri hepimiz yangını seyrediyoruz. Bu sefer dayanamadım. Seyirci kalabalığa doğru telaşla bağırdım, arkadaşlar İslam medeniyetinde su kovası yok mu, bu kasabada bir su kovası yok mu, bakın nehir yirmi metre aşağıda ve burada tarihi bir bina yanıyor. Ses yok. Delilendiğimle kaldım. Durduk yere ben bağırınca ahali şöyle yüzüme inceleyici derin derin bakıverdi, vallahi düzeni bozdum yine diye utandım.
-Sonra?
-Yine geç vakit aşağı pazara indim, yine kaldırım üstünde müzayede, eski yangından kalan demirden bakırdan eşyaları satıyorlar, yine kimse fiyat artırmıyor, yine aralarında üleşmişler mallar çok ucuza birine kaldı… Satılan bakır sahanların işlemeleri güzelliğiyle gözümü aldı. Şöyle bir elime aldım yakından bakıyorum. Yukardan müzayedede malı alan esnaf omzuma dokundu: ‘unutma bu akşam, Gazali ve felsefe’ başlıklı bir konferansım var, mutlaka gel, dedi. Sinirim tepemde. Beklenmedik şekilde nezakete misafirlik takmadan çok sert adama çıkıştım: ‘şu Gazali’ye söyle, İslam felsefesinde su kovası var mı yok mu?’
-Sonra?
-Arkama bakmadan arkadaşımdan izin alıp önce minibüsle büyük şehre oradan otobüse atlayıp kaçıp geldim. Cennet gibi yer. Tarihi güzelliklerini yemeklerini çiçeklerini müzelerini anlatan iki tane güzel makale yazdım. Yazılarım çok ilgi gördü bu kasabanın büyük şehirlerdeki derneklerinden davet aldım, tebrik ettiler, ikramlarda bulundular. Hepsi benim yazdığım yazıyla iftihar ettiler. Evet, kasabamızı çok güzel yazmışsın, ama, az yazmışsın, daha neler var, neler, hadi derneğimize gel de anlatalım. Gittim, onlar doya doya kasabalarını anlattı ben de dinledim. Birçoğu kasabadaki çocukluğunu anlatırken ağladı. Birçoğu fıkra anlattı güldük. birçoğu komşu bahçelerden çaldıkları hurmaları anlattı. Birçoğu eski günlerdeki Ermeni komşularını anlattı. Ve hepsi koro halinde kasabanın meşhur türkülerini ağlaya ağlaya okudular. Nefis bir sohbek. Arkadaşıma da teşekkür ettim, ne iyi ettin de beni o kasabaya götürdün diye, bak ne güzel yeni insanlar tanıdım, yeni tatlar yeni ilişkiler… Hakikaten kasabanın yetiştirdiği ne büyük devlet adamları ne büyük bilim adamları ve sanatçıları varmış. Sadece şu türküleri dinlemek ömrüme ömür kattı. Yazılarımı okuyan okuyana, tebrik üstüne tebrik.
-Sonra?
-Bir ay geçmedi, eve bir celp geldi! Halkı tahrik ve iç savaş çıkartma, hani var ya halkı yalan iftirayla birbirine kırdırtmak, biri dava açmış…
-Sonra?
-Sonra içten içe soruşturma da başlatmışlar, bu yazarın bizim kasabada ne işi vardı? Niye geldi? Niçin geldi? Kim getirdi? diye… Ve yangın yerinde halka da sormuşlar, bu yazar, yangın yerinde, dinimizde su kovası var mı diye alaylı laflar etti mi, diye. Hepsi şahitlik yapmış, hepsi duydum, aynen, böyle dedi, belediyemiz halkımız yangın felaketiyle uğraşırken kalkıp bize doğru İslam’da su kovası yok mu kardeşim diye bağırdı, demişler.
-Eee ne olacak, ceza gelir mi, hapis yatar mısın?
-Bilmem göreceğiz!
–
–
Şu memleket 2010’larda cayır cayır yanarken, közlerin üzerinde çıplak ayakları nasırlı elleriyle su taşımış insanların hepsi Veryansıntv’de.
Aziz Nesinlik bir yazı olmuş Allah rahmet eylesin ona da az çektirmediler.
Bu memleket, tarikat yurtlarında kızlar yangın merdiveninden kaçmasın diye kapı kilitleyip, çatır çatır yanmalarını izleyen nice islam alimleri yetiştirmiştir. Sizinki ne ki? Alt tarafı “bikaç işlemeli ahşap, zaten eskiydi” deyip yerine pimapen filan yaptırmışlardır `imece`yle.
Nihat bey kalemi elinden hiç düşmesin güzel ulkemi ne güzel anlatmışsın sagilar
THK yı kızaga çekerek aptest ibrigiyle orman yangını söndüren zihniyetten başka ne beklenir