Şahin Filiz yazdı…
Bir önceki yazının devamıyla yeniden birlikteyiz.
Sünnilik yazılı kültür bakımından diğer mezheplere göre avantajlı ve güçlü bir geleneği ifade eder. Yazılı kültür, kimi zaman açıkça “din devleti” iddialarına klasik dayanak olarak gösterilmektedir. Gazali’den sonra giderek artan Sünniliğin bu yazılı kültür zenginliğinin, din devleti ideolojisinin teşkilinde dayanak olduğu bir gerçektir. Yazılı kültür üretilip çoğaldıkça Sünniliğin din adına kendini her fırsatta iktidarla özdeşleştirme hakkına sahip olduğu inancı, “Allah’ın yeryüzünde hakimiyetini kurma”, “İslam’ın hükümleriyle hükmetme”, “Şeriat’e dayalı bir devlet nizamı tesis etme” söylemlerini Kur’an ve Hadislerin onayına ihtiyaç duymaksızın, kutsallaştırılmıştır.
İktidarı ve gücü kutsamanın “Batıni” arka planı ve gerekçesi, Emevilerden itibaren hazırlanmış ve berkitilmiştir. Gerçekte ise, İslam tarihi boyunca hayalde yaratılan ve dinin vazgeçilemez iman ilkesine dönüştürülen “İslam devleti”, “Şeriat devleti” tarzındaki modern siyasal sloganlar, içeriği itibarıyla pratikleri olmayan siyasal savlardan öte gitmiş değildir. Yaşanmış da değildir. Başka bir deyişle, Hz. Muhammed dönemi dahil, tarihin hiçbir kesitinde İslam’da devlet fikri, modern anlamdaki devlet kavramıyla dillendirilen bir iktidar yöntemi olarak hayata geçmiş değildir.
HAYALLER VE GERÇEKLER
Sayıları yüzleri bulan tarikatlar, Cumhuriyet Türkiye’sinde kamuyu etkilemeye yönelik sloganlardan öteye gitmemiş bu politik söylemlerin Batıni gerekçesi olmayı sürdürmektedir. “İslam devleti” politik söyleminin salt mevcut iktidarlara karşı eleştirel, ancak kendi içinde hayali bağlılık ifade etmesi nedeniyle, özellikle Osmanlı devletinin örfi hukuktan destek alarak şeklen İslam devleti adını almasını bile imkânsız kılmıştır. Üstelik Osmanlı Devleti tarikatlara göz açtırmamış; tarikatlar Cumhuriyet Türkiye’sindeki kadar rahat hareket edememiştir. Başarısızlık artık açıktır. İslami bir rejim ya da Şeriat devleti, alternatif bir yönetim şekli olmak için yetmemektedir. Osmanlılar, Şer’i hukuku ancak örfi hukukun yardımıyla bile olsa, uyguladıkları yönetim şeklinin “İslami rejim” olarak adlandırılması için yeterli görmemiştir. İslam en kudretli zamanlarında bile Osmanlılarla birlikte bir devlet şekli ya da yönetim biçimi olarak hayata geçmemiştir. Bu gerçeğin esasen ilk farkına varanlar, sözü edilen politik söylemlerin mucitleri olmuştur. Günümüzde İslam’ı bir ileri bir geri girişimlerle, sayesinde en etkin devlet ve hükümet görevlerine geldikleri Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı koçbaşı gibi kullanan çevreler, İslam’da önerilen ya da emredilen, hakkında amir hiçbir nas bulunmayan dini devlet şeklinin kurgusal olduğu gerçeğini yaşayarak, deneyerek ve bazen bindiği dalı kesmeye girişerek, fark etmektedirler.
SEKÜLER POLİTİKANIN ETKİSİ
İşte bu farkındalık, politik aktörleri tarikatlara ve cemaatlere aracı olarak başvurmaya yöneltmektedir. Salt İslam hukukundan kalkarak Şeriat devleti iddiasında bulunanlara nazaran tarikat çevreleri, bu yolda daha “ince” metotlar geliştirmektedir. Siyasiler, biçimsel Şeriat söylemlerinin tarihsel süreçte sürekli başarısızlığa uğraması gerçeğinden yeterince “ders” çıkarmışlardır. Ancak bu “ders”i halka yansıtmadıklarını görüyoruz. Şeriat söylemi ne de olsa, politik sürecin bir parçası haline gelerek silikleşmektedir. Hızlı akan politik sürece dahil edilen “İslam devleti” söylemi, seküler politik pratiklerle bütünleşmekte, zaman içinde ondan ayırt edilemez bir form almaktadır. Oysa dini bir söylem için sağlam ve sahih bir inanç gereklidir. Bu inancı, seküler politik sürece entegre olmuş “Şeriat” özlemiyle ayakta tutmak tarihsel olarak mümkün olmamıştır. Oysa dinin en temel doğası, inançtır.
Herhangi bir inancın nesnesi mevcut bir dinin kapsamına alınmadıkça, kitleler “Tanrı” kavramına bile güven duymaz. Nitekim “Tanrı”, hem kavram hem de karşılık geldiği mutlak varlık anlamını taşımasına rağmen, sırf “İslami” ve “Kur’ani” olmadığı gerekçesiyle, Türk toplumunda “Allah’a yabancı” görülür ve ona “inanılmaz”. Çünkü “Tanrı” kavramı, dinin kutsamadığı bir simgenin ifadesidir. Ne ki Tanrı kavramı hiç değilse Türkçedir. Türk dili politik dini literatür ve söylemlerde Arapça ve Farsça kadar “kutsal” görülmediği gibi, politik dincilik nezdinde de meşru kabul edilmediğinden, “Tanrı” kavramı Allah yerine kullanılmaz. Türkçe, din dilini üretmekten uzak tutularak yüzyıllardır yıpratıldığından, etnik bölücülük, ülkemizde Türkçeden başka dil ya da dillerin “eşit” bir resmiyete kavuşturulması için bu fırsatı ganimet saymaktadır. Halkın dini duyguları, Türkçe kullanılarak istismar edilirken dinci şablonlar Arapça ve Farsça oluşturulur. Şu anlama gelir: Din ile ilişki Türkçe ile değil, Arapça ve Farsça ile kurulur. Türkçe Türk ülkesinde dışarıda bırakılır. Hem resmi hem ana dil olan Türkçe Türk halkının din dili olursa Yunus Emrelerin sonu gelmez. Nerede Arap, Fars ya da başka milletten veya dönme “alim”i varsa, Türkler için onlar kılavuz olarak gösterilir. Türklerin dini duyarlılığından yararlanarak Türkçeden başka bir dili (Arapça, Farsça, hatta İngilizce) din ile ilişkilerinde “meşru” bir aracı olarak dayatmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri, Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabulüne dair bazı sığ taleplerdir. Din tüccarlarıyla sol liberallerin ve ırkçı feodal yapıların Türk yerine Türkiyeli kavramını iki de bir gündeme getirmeleri, Türkçenin zamanla daha yoğun bir saldırı altında kalacağına işarettir. Özgür Özel, kokoreççi, dürümcü yazan Arapça tabelaları Kur’an ayeti gibi kutsayarak mübarek ilan etmişti. Bu yüzeysel bir cehaletin değil, derin bir sığlığın ihanetidir.
HER ŞEYİ KUTSAMA VE SIĞLIK
Tarikatlar, mensup oldukları mezheplerle sığ politik teolojiler oluşturduğu dini söylemlerinin ötesinde, din ile ilgili-ilgisiz her türlü sözlü-yazılı literatürü kutsama misyonuna sarılmıştır. Şeriat, ilk sufi metinlerde hakikatin zahiri (dış yüzü) iken, 15. Yüzyıldan sonra giderek hakikatin kendisi haline gelmiştir. Ahmet Yesevi’den, Hacı Bektaş Veli’ye ve Yunus Emre’ye uzanan Türk din felsefesinde Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat sınıflaması ortadan kaldırılmış, hepsi de tarikat kavramı içinde ve tarikat örgütlenmesiyle anlamsızlaştırılmıştır. Ahlaki erdem ve ruhsal arınmayı hedefleyen bireysel seyr ü süluk (manevi yolculuk), tarikatlaşma ile ast-üst ilişkisine dayalı sosyo-politik örgütlenme içinde kaybolmuştur. Tasavvuf, manevi derinliğini ve ahlaki hakikatini tarikatla yitirmiş; tarikat da ilahi ve ahlaki hakikati toplumsal-politik örgütlenmeyle sığlaştırmıştır. Bu sığlık, bir ya da daha fazla tarikatı içinde barındıran cemaatlerle, politik olarak hem Cumhuriyet’imizin hem de İslam ahlakçılığının aleyhine derinleşmektedir.
İslam dünyası Sünni yazılı kültürü politik dini söylemlerden ve tarikat sığlığından kurtarabilecek aydın yetiştirme fırsatını Cumhuriyet’le elde etmişken, Türkiye’de din bilimleriyle meşgul binlerce araştırıcı içinden yeterli sayıda düşünür bu gerçeğin henüz farkına varmış görünmüyor. Sünni yazılı literatür bu zenginliğiyle bu halde iken yazılı geleneği çok zayıf olan Aleviliğin durumu daha da içler acısıdır.
Sığlığın derinleşmesi sonucu Hacı Bektaş’lar, Yunus Emreler, Pir Sultan Abdallar, Şeyh Bedreddinler, Ahi Evranlar yerine, pratikte seküler, söylemde dinci cahil aktörler İslam’ı ve İslam tasavvufunu gölgeleyecek sözde temsilciler olarak sahneye çıkmıştır. Binlerce yıllık Türk kültürel ve tarihsel birikimi, bu sığlık yüzünden kendine özgü çağdaş, aydınlık ve ileri bir din felsefesi geliştirmekte zorlandığı gibi, Cumhuriyet döneminde ilkel etnik imtiyazlara karşı mücadelenin yavaşlamasının önüne geçmekte sorunlar yaşamaktadır. Dincilik ile etnik bölücülük, günümüzde tarikat ve cemaatlerin organize cehaleti ve sığlığından beslenmektedir.
Tescilli terör baronlarının tarikatlara, tarikatların da bu baronlara ve kirli dünyalarına sessiz kalması, derin sığlığın doğal bir uzlaşısı olmak dışında başka bir nedenle izah edilemez.
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Türk milletine kutlu olsun.
Sorun dinde değil yorumlayanlarda .Insallah insan olma yolunu öğreten tarikatlar de olacak.