Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Tarikatla gelen sığlık: Gerçeğe yabancılaşma

Tarikatla gelen sığlık: Gerçeğe yabancılaşma

featured

Şahin Filiz yazdı…

Türkiye Cumhuriyeti, ikinci kez, terör örgütü PKK açılımı ile içeriden ve dışarıdan sıkıştırılıyor; Cumhuriyet’in sağladığı eşit olanaklarını sözüm ona “Kürtler” adına kullanarak nihai noktada Türk milletini bölmek ve ülkemizi parçalamak için harekete geçmiş bir avuç azgının meydanlarda terör estirdiği günlerden geçiyoruz. Etnik bölücülük, emperyalistlerin desteğiyle yurt içinde ve yurt dışında gemi azıya almış durumdadır. Türk milleti olarak biliyoruz ki Kürtlerin temsilcisi, elinde şehit kanları olan bu siyasi görünümlü bölücü aparatlar değil, Türk milletinin bizzat kendisidir. Kürtlerin Türk milleti dışında temsil edilmesi düşünülemez.

Bütün bunlar olurken, ülkemizin sosyal psikolojik yapısını cehalet ve sığlıklarıyla tehdit eden ikinci bir yapı, tarikatlardır. FETÖ benzeri taktikleri sürdüren bu yasa dışı yapılar, etnik bölücülerin açılım adı altında estirdikleri psikolojik terör karşısında sessizliğe bürünmüş durumdadır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü terörizm, cehaletin öz kardeşidir. Etnik bölücülükle cehalet yuvası tarikatçılık, içten içe birbirini beslemektedir. Bu yazımda tarikatlar Türk milletini nasıl cahilleştirme ve sığlaştırma yarışındalar, sorusunun yanıtını irdeleyeceğim.

Ahlaki erdemlerle insan ruhunu arıtmayı öngören İslam dininde, Hz. Muhammed’in vefatı öncesinden başlayan politik çekişmeler, daha sonra mezheplerin doğuşuna yol açmıştır. Bu saptamayı bir adım daha ileri götürüp İslam’ın zaten başlangıçta teokratik-politik bir karaktere sahip olduğunu söyleyenler vardır.

İLK TEMEL AYRIŞMA

Randall Collins’e bakılırsa İslam teokrasi ile başlar. Burada teolojik hizipler, ilk başta daima politik hiziplerdir. Teolojik ortodoksluğu (Sünniliği) iddia etmek, “İslami Devlet”in politik hükümranlığını iddia etmekle aynıdır. 634 ve 654 yılları arasında Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın alınmasıyla İslam savaşçıları, kazananlar ve kaybedenler çizgisinde birbirinden ayrılmıştır. Politik statükoyu ve zafer kazanan tarafı destekleyen, sonunda “Sünniler” adıyla tanınan çoğunluk ile konum kaybeden ve aile soyuna bağlılığı koruyarak uzlaşmaz bir tutum sergileyen Şiiler ortaya çıkmıştır. Her iki tarafta da başka hizipleşmeler olmuştur.

Zafer kazanan çoğunluk, aslında çeşitli iddiaların meşruluğu ve gayrı meşruluğu gibi eski sorunları gündemde tutmak istemediğini ilan ederek kaybedenlerle uzlaşmak isteyen pragmatik bir grup geliştirmiştir.

Öte yandan, sayısal ve siyasal üstünlüğü tarih boyunca elinde tutan Sünniler, sahip oldukları iktidarı azınlıktaki Şiilerle paylaşmaya yanaşmadıklarından, Şiiler, Sünnilerin din ile kurdukları “Dünyevi İktidar”ın alternatifi olarak “Gizli İmam”, “beklenen Mehdi” gibi müstakbel “Batıni bir iktidar” ütopyası kurarak varlıklarını sürdürmek yoluna gitmişlerdir.

SAF DİN VE TASAVVUF/MİSTİSİZM VAR MI?

Mezhepler gibi tasavvufi hareketlerin çoğu da Sünni kökenlidir. Anadolu’da bu yapı değişime uğramıştır. İçinden çıktığı İslam dini gibi tasavvuf da İslam öncesi ve sonrası dinler, kültürler ve felsefi görüşlerden etkilenmiştir. Yunan, Pers, Hint, Budist ve Türk kültürleri; Yahudilik, Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve bunlara bağlı çok çeşitli mezhep ve kliklerin İslam tasavvufunu etkilediği; nasıl saf bir din yoksa saf bir tasavvuf geleneğinin de olmadığı unutulmamalıdır. Şii tasavvufi gelenek, çoğunlukla iktidarda olan Sünni kaynaklı tasavvufi geleneğe göre devrimci ve değişime açık görünüyor. Bununla birlikte onun en ayırt edici özelliği, batıni olmasıdır. Sünni tasavvuf, Şiiliğin kolu İsmaili mezhebinin batıni karakterinden de etkilenmekle birlikte, aynı şekilde devrimci ve değişime açık değildir. Çünkü zaten iktidardadır ve devrimi kendi iktidarına dönük yapması düşünülemez.

DEĞİŞİME AÇIK MI?

Tasavvuf ilkin zühd; başka bir deyişle, dünyasal ilgi ve şeylerden uzak durmak, ruhsal arınmaya yoğunlaşmak demektir. Tanrı’ya ve O’nun ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda manevi aleme yolculuk, tasavvuf literatüründe “seyr ü süluk” adını alır. Zahitlik, XII. Yüzyıla doğru Hallac-ı Mansur, Bayezid-i Bistami ve Muhyiddin ibn Arabi’nin başını çektiği vahdet-i vücud (varlıkta birlik) felsefesine dönüşür. Zahitlikten vahdet-i vücutçuluğa uzanan sufilik felsefesi, Yeni Platoncu felsefenin etkisindedir. Yeni Platonculuk, Antik Çağ felsefesinin en son temsilcisidir. Bu felsefe mektebini bilmeyen sufiliği anlayamaz. Bunun yanı sıra sufi temaların özellikle bu üç sufinin tasavvuf felsefelerinde yer edindiğini akılda tutak gerekir.

Görüldüğü gibi hemen her din, kültür ve felsefeden etkilenmiş olmasına rağmen Sünni tasavvuf, felsefi derinliği özellikle Hallac ve İbn Arabi ile yakalamışsa da Şii-batıni felsefenin tasavvuf geleneğindeki değişim dinamiğine ve felsefi derinliğe ulaşmış değildir.

Burada iki mezhebi karşılaştırmak amacında değilim. Şii geleneğin de kendine özgü bir takım kapalı, geri ve donuk görüşleri vardır. Örneğin Mehdi beklentisi bunlardan biridir ve her zahirde batın aramaları ise bir başka kör noktalarıdır.

Ancak 12. Yüzyıldan itibaren tarikatlar, bu iki geleneği güncelleme ve ilerletme konusunda sürekli başarısızlığa uğramıştır. Burada adlarını saymadığım nice sufi-filozof, Tanrı-İnsan arasında içten içe ve aracısız manevi bir ilişki kurmanın yollarını aramış; inançlarını ruhsal arınmaya seferber etmiştir. Çağlarındaki bütün din ve felsefelerden yararlanmaktan geri durmamış, sürekli kendilerini geliştirmişler; ruhsal ve akılsal entelektüelliği şahıslarında birleştirmiş ve bütün dünyada hala araştırılan dinler-mezhepler üstü evrensel düşünceyi miras bırakmışlardır. Dönemlerinde geçerli ilgili dilleri öğrenmiş, felsefi akımları sindirmiş ve çağın bilimlerinden yararlanmışlardır. Çok yönlü bu sufiler ile bugünkü tarikatçıları yan yana koymak büyük bir haksızlık olur. Çünkü günümüz tarikatları ve tarikatçıları, söz konusu sufilerin dini ve felsefi derinliğine ilgi duymadıkları gibi, anlayacak donanıma da sahip değildir. Onların seyr ü süluk’u yani sözde manevi yolculukları dünyaya, dünya malına, dünyevileşmeye doğrudur; erdemle, uhrevilikle, dindarlık ve entelektüellikle yolları kesişmez. Biyolojik insan olarak yalnız mal mülk edinme, Türk çocuklarını cahilleştirme, sığlaştırma ve tanrılık iddialarını kuvvetlendirecek her türlü şaibeli yollarla mevki, makam ve mal sahibi olmaktır. Akıl ve düşünceden, bilgi ve irfandan uzak oldukları için tarikatlarda ahlak ve insanlığa yer kalmaz. Yaydıkları cehalet ve sığlık nedeniyle insanları gerçeğe karşı körleştirir, uyuşturur ve her türlü yasa dışı iş ve eyleme kapılacak bir pasifliğe iterler. Bölücü terör örgütleri tarikatların cehaletle kullanıma hazır hale getirdiği insanları birbirine düşürecek kurnazlıklarının kurbanı yapar. Gençlerimizi gerçeğe; ülkesine, milletine, milli değerlerine ve geleceğine yabancılaştırır.

Devam edecek.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Hakikat veya gerçek kelimesini kullanan kişinin durumu ile ilgili üç ihtimal vardır. Ya yalan söylüyordur, ya manipülasyon yapmaya çalışıyordur, ya da akıl hastası bir şizofrendir(Dünya üzerinde gezinen insanların tamamı özünde az çok psikotiktir). Çünkü bu dünyada ortak bir hakikat veya gerçek yoktur, anlamı insan üretir. Gerçek kelimesi yerine rasyonel veya pragmatik kelimesinden birisini seçmek doğru bir ifade olurdu.

    Cevapla
Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!