Ahmet Müfit yazdı…
Ekonomik bağımlılık siyasi bağımlılık demektir.
Yıllardır durmadan yazdığım, daha da doğrusu, Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyeti kuran antiemperyalist çekirdek kadronun söylediklerinden alıntı yaparak tekrar ettiğim, ekonomik olarak bağımsız olmayan bir ülkenin siyasi olarak bağımsız olamayacağı sözünün ne anlama geldiğini fiilen yaşayıp, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağımız günlere geldik.
Bahsettiğiniz ülke, 600 milyara yakın dış borcu olan, bağımsız ekonominin amiral gemisi kamu kuruluşlarını ya haraç mezat satmış ya da kapısına kilit vurmuş, buna karşılık, son 20 küsur yılda sadece araba ithalatına 200 milyar dolar civarında para ödemişse ve kimse nereden çıktı bu bolluk diye sormamışsa, gelinen bu noktaya şaşırmanın da bir anlamı yok doğal olarak.
Yapılması gereken şey, şaşırmak değil, bu durumdan nasıl çıkılacağını konuşmak. Bu konuda da sonsuz seçeneğiniz yok. Birinci seçenek, 24 Ocak/12 Eylül 1980 çifte darbesiyle oluşturulan bu ekonomik bağımlılık/koşulsuz teslimiyet politikalarının yanlış olduğunu kabul edecek ve yeniden bağımsız ekonomi için mücadele etmeyi göze alacaksınız ki bu ciddi bir siyasi faturayı da ödemeyi göze almak gerekiyor. İkinci seçenek ise aynı bağımlılık politikalarını sürdürmenin tek yolu olarak, size borç verenlerin kapısına gidip yeni borçlar istemek ki, şimdilerde yapılan da tam olarak bu.
İktidar bloğu açısından büyük bir yenilgi olan, Mart 2024 Yerel Seçimleri sonrası AKP’nin tercihinin, bedeli 2002 AKP’si ayarlarına dönmek olan ikinci seçeneği tercih etmek olduğu anlaşılıyor. Bunun anlamı ise 15 Temmuz 2016’dan bu yana uygulamakta olduğu kısmen ekonomik ve siyasi bağımsızlığı önceleyen çok yönlü dış politika uygulamalarını terk ederek, 2002’de başladığı yere dönmek.
Bunun anlamı da, o dönem de iktidar vaadi ile önüne konulan ancak halen çözülemeyen “sorunların” çözümü. Üniter devletin, “terörü bitirmek” ya da “barışı sağlamak” adı altında, Anayasa da şeklen kalsa da fiilen yok edilmesine, Kıbrıs’ta AB ve ABD istekleriyle uyumlu bir çözüme rıza göstermek ile batının yakın coğrafyamıza yönelik izlediği politikayla uyumlu olmak. Çok yönlü ilişkiler üzerine kurulu, ulusal çıkarlar ekseninde nispeten daha bağımsız karar alınabilmesine olanak sağlayan, politika çizgisinden ayrılmak.
Önümüzdeki dönemin gündemi budur.
2002 AKP’sinin o dönemki muhalefet ve toplumsal tepkiler nedeniyle gerçekleştiremediği, 15 Temmuz 2016 sonrasında ise resmen yapmaktan vazgeçtiği her şey, bu gün yine bol vaatli” olarak önüne konulmuş durumda. Bu günü, o günden farklı kılan iki önemli şey ise, o dönem bu politikalara karşı duran CHP’nin ikna edilmiş, hatta “en hazır” hale getirilmiş olması ile yeni sürece önderlik eden partinin, bir önceki açılım döneminin muhalif partilerinden MHP olması.
Sonuç olarak, yabancının parasıyla yaşanan ödünç refah, ödünç refahın nedeni sorgulamayan seçmenin tercihi olarak yaşanan 20 küsur yıllık AKP iktidarının sonunda önümüze konulan fatura her zamanki gibi siyasi. Bunu ister devlet aklı olarak niteleyin, isterse başka bir şey gerçekte yaşanan şey bu.
Görünen o ki, mecliste temsil edilen siyasi partilerin tamamı, bu siyasi faturayı ödeme konusunda aynı noktaya getirilmiş durumda ve istekli görünüyorlar. Bu açıdan bakıldığında, açılımın önünde herhangi bir siyasi engelin kalmadığını söylemek de mümkün.
Kafalardaki ya da benim kafamdaki tek soru, ekonomik sorunlarla boğuşan, son 20 küsur yılda devlet yapısı alt üst edilmiş bir ülkenin vatandaşı olup, kendisinin, çoluk çocuğunun geleceği kaygısına düşmüş sıradan insanların, ülkenin yönetim yapısını bir kez daha değiştirmeyi, 40 binden fazla insanın ölümünün sorumlusu bir kişiyi şu ya da bu şekilde hapisten çıkarmayı da içerdiği anlaşılan bu proje konusunda, oy verdikleri partilerin yöneticilerinin tercihleriyle uyumlu bir tepki verip veremeyecekleriyle yani millet aklıyla ilişkili.