Avatar
Ahmet Müfit

Nereden, nereye! 29 Ekim ve 10 Kasım’ın ardından siyasi bir değerlendirme

featured

Ahmet Müfit yazdı…

Cumhuriyeti, 100 yıldır yaşattığımızı, Atatürk’ün mirasına hakkınca sahip çıktığımızı düşündüğümüzden mi, yoksa cumhuriyete ait birçok değeri çoktan kaybettiğimizin, Atatürk’ün bıraktığı mirası çoktan har vurup harman savurduğumuzun, geç de olsa farkına vardığımız için mi bilinmez, sosyal medya ve benzeri sohbet grupları 29 Ekim’den sonra 10 Kasım’da da, Cumhuriyetle, Atatürk’le ilişkili mesajlarla dolup taştı.

Mesajların büyük bir kısmında, en azından benim anlamakta zorlandığım bir coşku, bir kısmında ise kızgınlıkla karışık hüzünlü bir iman tazeleme gayreti hakimdi.

Kutlamalara ilişkin olarak benim açımdan esas dikkat çeken şey, cumhuriyetin fikri kaynağını İkinci Meşrutiyete bağlayan, böyle yaparak, emperyalizme karşı verilen bir savaş sonucunda kurulmuş olan cumhuriyetin, antiemperyalist ve bağımsızlıkçı özünü göz ardı eden açıklamalar oldu. Aynı anlayış ya da çarpıtma, 10 Kasım anma videolarında ve mesajlarında da devam etti.

Neden böyle oldu? Niçin, gerçeğinden farklı bir Atatürk portresi çizme ihtiyacı duyuldu?

Bu soruların yanıtını verebilmek için, ilk olarak yapılması gereken şey, Atatürk’ün, Meşrutiyet ve Cumhuriyet ilişkisine ilişkin görüşlerini sizlerle paylaşmak. Ancak bunu yaptığımızda neyin, niçin çarpıtıldığını görmemiz, konuşmamız, yazmamız mümkün.

Attila İlhan, 1981 tarihinde yazdığı,  halen İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılıp, dağıtılan “Hangi Atatürk” isimli kitabında, “Mustafa Kemal ‘meşrutiyeti’ yetersiz bulur. Bunu gizlememiştir de,” dedikten sonra, İkinci Meşrutiyet’le ilgili olarak, doğrudan Atatürk’ten yaptığı şu alıntıyı paylaşır okurlarıyla. “10 Temmuz devrimi, müstebit bir hükümdarla millet arasında, en nihayet kayıt ve koşullarla denge arayan bir zihniyeti elde etmeyi amaçlıyordu. Oysa bizim devrimimiz, hürriyet ve istiklâl için, meşrutiyet yöntemini dahi yeterli saymaz, egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan, sağlam bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin bağlı olduğu şekil, hiçbir vakit eski şekillerle karşılaştırılamaz. Bu iki devrin arasındaki fark, tarif olunamayacak kadar büyüktür zannederim. Birincisi, milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs ettirdiğini zanneden bir harekettir. Fakat İkincisi milletin hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve ilân eden mutlu bir devrimdir.

Peki de gerçek bizatihi Atatürk’ün sözleriyle bu denli açık ifade edilmiş, Osmanlı meşrutiyeti ve Cumhuriyet arasında var olan fark bu denil açık ifade edilmiş olmasına karşın, niçin birileri gerçeği ters yüz ederek, tam tersini söylüyor, gerçeğinden farklı bir Cumhuriyet ve Atatürk portresi çizme ihtiyacı duyuyor? Niçin ısrarla Cumhuriyeti ve Atatürk’ü Osmanlı Tanzimat (batılılaşma) hareketlerinin devamı olarak göstermeye çalışıyor?

Öncelikle söylenmesi gereken şey, bu sorunun yanıtının, bu günde değil geçmişte yani Atatürk’ün ölümünün sonrasında başlayıp, İkinci Dünya Savaşının sonlanması ile hız kazanan emperyalizmle kol kola girip, birlikte yürünmeye başlanıldığı yıllarda aranması gerektiğidir.

Yanıt, Atatürk’ün karakterimdir diyerek tanımladığı özgürlük ve bağımsızlıkla ilgilidir. Cumhuriyetin antiemperyalist bağımsızlıkçı özüne ilişkin olarak, İstanbul sermayesi (komprador burjuvazi), taşra esnafı, toprak ağası, din tüccarları ile Tanzimat Aydınları kesiminden gelen değişim talepleriyle ilgilidir. Bu konudaki operasyon, her türlü bağnazlıktan uzak, özgür bireylerden oluşan yeni bir ulus yaratmanın en önemli aracı olan Atatürk dönemi tarih tezleri hedef alınarak/bir yana atılarak ve yerine, Yeni Türkiye Cumhuriyetinin fikri/ideolojik referanslarını Osmanlı dönemi batılılaşma hareketlerine bağlayan yeni bir eğitim programı oluşturularak başlamıştır.

İnönü Vakfı’nın internet sitesinde yer alan, Dr. Erinç Erdal Yıldırım imzalı  “Atatürk Döneminde Basılan Tarih Kitapları Ne Zaman ve Neden Kaldırıldı? – 1942başlıklı yazı, Cumhuriyetin kuruluşu ve ideolojisini, Osmanlı dönemi batılılaşma çabalarına Tanzimat Fermanına/İkinci Meşrutiyet reformlarına bağlamaya yönelik çizgi değişiminin, Atatürk dönemi tarih tezleri ve bu kapsamda okutulan ders kitaplarının değiştirilmesi projesi kapsamında, 1942 yılında başladığını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anılan makale’de, bu değişim, “Bir önceki dönemin tarih ders kitaplarıyla karşılaştırıldığında, yeni kitaplarda hem yaklaşım, hem de ifade biçimi açısından büyük farklılıklar gözlenmektedir. Söz konusu farklılıklar öncelikle, 1930’ların resmi tarih anlayışı olan Türk Tarih Tezi’nden uzaklaşılması yönündedir. Yeni kitapların içeriğinde ilk uygarlıkların Türkler aracılığıyla Orta Asya’dan tüm dünyaya yayıldığı iddiasından vazgeçildiği görülmektedir. Bunun sonucu olarak ders kitaplarında, antik dönem uygarlıklarının kökenini Türklere bağlama anlayışı da yer almamaktadır. Bunun yanında Arap ve İslam dünyasıyla ilgili anlatımlarda bir uzlaşma ve barışmanın izleri görülmektedir. Osmanlı tarihine yaklaşımda da değişim söz konusudur; artık Osmanlı geçmişi sürekliliklere de dikkat çekilerek anlatılmaktadır. Bu bağlamda Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı’nın modernleşme sürecinde, iç dinamiklerin dikkate alındığı bir anlatım öne çıkarılmıştır. Bu dinamikler ele alınırken, süreçte etkili olan aktörlerden Cumhuriyet’e aktarılan tarihsel ve düşünsel birikime de yer verilmiştir.” sözleriyle açıklamaktadır.

Söz konusu yazının devamında, “Atatürk döneminde rejimin sürekli tehlikede olduğu ve korunması gerektiği yönündeki yüksek kaygılar, dolayısıyla Cumhuriyet’e zarar verme olasılığı düşünülen kesimlere yönelik sert tutum ve davranışlar bu yıllarda azaldı ve devrimin sağlamlığına duyulan güven arttı. Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, bu yıllar bir ‘konsolidasyon dönemi’ olarak da tanımlanabilir.” denilerek, bu değişimin o dönemde dile getirilen gerekçesine açıklık getirilmektedir. Yazarın bu tespiti, İsmet İnönü’nün, Atatürk’ün hemen ölümü ertesinden başlayarak yapmış olduğu, Cumhuriyet devrimlerinin başarıyla tamamlandığını, dolayısıyla “çok partili sisteme” geçmenin zamanının geldiğini söylediği konuşmalarının içerikleriyle uyumludur.

O günden bu yana geçen yaklaşık 80 yılda yaşananlar göz önüne alındığında, yazarın, “1923’de Cumhuriyetin ilanı sonrasında devrimlerle inşa edilmeye çalışılan tam bağımsız, laik, üniter nitelikli Cumhuriyet’e karşı iç ve dış tehditlerin son bulduğu varsayımı ile gerekçelendirdiği- bir nevi ilk “helalleşme girişimi” olarak da adlandırabileceğimiz söz konusu “konsolidasyon döneminin”, Cumhuriyetin devrimci çizgisinden, devrimlerden geri dönüş anlamında ilk adımların atıldığı yıllar olarak nitelendirilmesi de mümkündür.

Söz konusu dönemde yaşanan değişimin/dönüşümün niteliği, ”Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1940-1949” adı altında, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından yayınlanmış olan Kapsamlı araştırmanın başlangıcında, Prof. Dr. Birgül Ayman Güler tarafından kaleme alınmış olan “Kırklı Yıllarda Yönetim” başlıklı yazıda şu sözlerle ifade edilmektedir. “Yeni dünya düzeninin ideolojisi ve düşünce sistemi 1945 yılında seçilebilir hale gelmiş ve 1946 yılında dillere ve yayın organlarına yayılmıştır. Yeni değerleri özetleyen terimler Hür Dünya, Demokrasi, Hür Teşebbüs üçlemesidir. Bu üçlemenin resmi nitelikte bağlayıcı kararlar haline gelmesi, Türkiye’nin geri dönülmez bir şekilde “hür dünya”ya bağlanışı 1947 yılında sağlanmıştır.

Orhan Veli Kanık ve arkadaşları tarafından yayınlanan Yaprak Gazetesi’nin, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimlerinin hemen ertesinde yayınlanan 26. sayısında, bizzat Orhan Veli tarafından yazılmış olan, aşağıda sizlerle paylaştığım “Seçimler bitti” başlıklı yazıda ifade edilen gerçekler, Birgül Ayman Güler’in tespitleriyle birebir örtüşmektedir. “Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisini büyük bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi halkı kazanacağını umarak fikirleriyle, prensiplerinden son zamanlarda ne fedakarlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan İlahiyat Fakülteleri, İmam Hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her tür irticaya tanınan haklar… Hiçbiri, hiçbiri kar etmedi. Zavallı Halk Partisi!”

Sonuç olarak, demokrasi getirme iddiasıyla girilen yolun, değişimin, dönüşümüm sonucu, siyaset kurumunun dolayısıyla devlet yönetiminin “İstanbul sermayesi”, taşra esnafı, toprak ağası, din tüccarları ile Tanzimat Aydınlarından oluşan bir koalisyona teslim edilmesi ve bu adımın “demokrasiye geçiş” olarak adlandırılması olmuştur.

Cumhuriyet/Atatürk dönemi devrimlerinden ciddi anlamda geri dönüşlerin yaşandığı 1950-1960 yıllar da,  devrimin sağlamlığına güvenip, devrimcilikten vazgeçen, devrimler dönemini bitiren CHP yönetiminin aklını başına getirmeye yetmemiştir. Devrimcilik ve devletçilik ilkelerinin fiilen Anayasa hükmü olmaktan çıkarıldığı, bizatihi yapanlar/onaylayanlar tarafından İkinci Cumhuriyetin Anayasası olarak adlandırılan 1961 Anayasasının Meclis görüşme tutanaklarının da açıkça ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyeti ve devrimleri, III. Selim’e, Tanzimat Fermanına, İkinci Meşrutiyete bağlama çabası, hız kesmeden devam etmiştir.

1961 Anayasasıyla, dönüşümün/değişimin hukuki zeminini oluşturan, ancak Atatürk’ün, devrimlerin ideolojik/siyasi sahibi olması amacıyla kurduğu CHP de değiştirilmeden, yapılan değişimin, dönüşümün başarıya ulaşamayacağını bilen değişim/dönüşüm yanlısı koalisyonun bir sonraki hedefi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) değiştirtmesi, dönüştürülmesi, onun da “devrimcilik ve devletçilikten “kurtarılarak, çağa uygun hale getirilmesi” olmuştur.

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren devrimcilik ve devletçilik ilkeleri, resmen olmasa da siyaseten terk edilerek, CHP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüştürülmesi süreci ile bu aşama başlatılmış, 1994 yılında, “Yeni hedefler Yeni Türkiye” başlıklı Programın kabulüyle deformasyon aşaması, kurumsal anlamda tamamlanmıştır. 1994 yılı sonrasında CHP oylarında yaşanan sürekli geri gidişin en önemli nedeni de, çağın gereği olduğu iddia edilerek topluma sunulan bu değişim, dönüşüm ya da vazgeçiştir.

CHP’nin son kurultayında, üniter devlete, Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğunu her fırsatta açık açık söyleyen, Cumhuriyetin ilanının yüzüncü yılında, “Devletin resmi ideolojisi ve yüz yıllık hatalı politikaları beyinleri öylesine zehirlemiş ve teslim almış ki, sivil düşünebilen, devlet aklıyla değil de kendi aklıyla meselelere yaklaşabilen muhalefet çok sınırlı ne yazık ki.” diyerek, Atatürk dönemi dahil Cumhuriyet yönetimini “zehirli bir anlayış olarak niteleyen Demirtaş’a, Kurultay kürsüsünden selam olsun diyen, değişim, dönüşüm, yenilenme lafını ağzından düşürmeyen her iki Genel Başkan adayı da, bu çizginin günümüzdeki temsilcileridir. Birinin gidip diğerinin gelmesi, partinin Atatürk sonrası başlayıp, 1994 Programıyla sonuçlandırılan “değişimci, dönüşümcü” siyasi çizgisine ilişkin olarak hiçbir şeyi değiştirmemiştir.

Bu konuyu tartışmaya devam edeceğim.

Atatürk Döneminde Basılan Tarih Kitapları Ne Zaman ve Neden Kaldırıldı? – 1942

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TM__/d00/c002/tm__00002034.pdf

https://acikerisim.tbmm.gov.tr/items/89169acb-f6b2-4a28-84a1-e94409af82cf

YAPRAK

Selahattin Demirtaş, Türkiye’nin birinci yüzyılını beş maddede anlattı

Nereden, nereye! 29 Ekim ve 10 Kasım’ın ardından siyasi bir değerlendirme

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 13 Kasım 2023, 16:15

    Tartışıp ,netleşilmesi gereken temel bir konu.Bugün CHP ye oy verenlerin büyük çoğunluğu, Cumhuriyet’i kuran bilinci yitirmiş durumda. Ata’nın kaybından bugüne kadar hiç bir CHP yöneticisin, Türk Devrimi’ni ve Cumhuriyet’in niteliğini net olarak savunmamış olması , ulusun bilincinin köreltilmesinde büyük etki yapmış olmalı.

    • 14 Kasım 2023, 09:27

      Aynen öyle Karşısında durularak yıkılamayan Atatürk ilkeleri CHP nin içine girilerek yıkılmıştır. Başlangıcını da MİLLİ EĞİTİMİ amerikaya teslim eden İnönü yapmıştır

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!