Ahmet Müfit yazdı…
Fransa’da, polisin dur ihtarına uymayan, Fransız vatandaşı 17 yaşında bir gencin, polis kurşunuyla ölmüş olmasının, şu an itibarıyla sonucu, Paris dahil büyük kentlerin, şiddete dönüşmüş toplumsal “isyan” tarafından esir alınması oldu. Polisin, büyük çoğunluğu 18 yaş altı isyancı çocuklar üzerine sert müdahalesi, olayları daha da kontrol edilemez boyuta taşıdı ve bazı kentlerde gece sokağa çıkma yasakları ilan edildi.
Üstelik bu benzer şekilde yaşanan ilk olay da değil. Benzerini daha önce ABD’de ve yine Fransa’da gördüğümüz olayların daha kapsamlı ve şiddetlisi yalnızca.
Ne oldu, nasıl oldu da, “sıradan” bir polis şiddeti -üstelik söz konusu polis olayın hemen ardından yakalanıp, yargılama süreci başlamış, olay Cumhurbaşkanlığı düzeyinde kınanmış ve gereğinin yapılacağı söylenmişken- bu denli kapsamlı bir toplumsal kalkışmaya dönüştü?
Yaşananlar, isyana, protestolara katılan, sokaklarda arabaları, kamu mallarını, büyük şirket binalarını taşa tutan, ateşe verenlerin, olayın tek sorumlusu olarak, dur ihtarına uymayan gence ateş ederek ölümüne sebep olan polisin bireysel bir hatası/suçu olarak gösterilmesini yeterli bulmadıklarını, yaşananların nedeninin çok daha derinde ve kapsamlı olduğunu düşündüklerini ortaya koyuyor.
Bu tespit, tek suçlu ateş açıp ölüme neden olan polis değilse, kim ya da kimler sorusunun sorulmasını ve tabii ki yanıtlanmasını zorunlu kılıyor.
Fransa kamuoyunda konuşulan, basında olayların bu boyuta ulaşma gerekçesi olarak gösterilen iki farklı görüş söz konusu.
Birinci görüş, tüm olayların eski bir Fransız sömürgesi kökenli olan gencin öldürülme nedeni olarak göçmen karşıtlığı ve ırkçılığı görürken, yaşanan olayı, polis içerisindeki aşırı sağcı kesimlerin ve bu kesimleri etkileyen ve mevcut sistem savunucuları tarafından “sağ radikal” olarak etiketlenen Ulusal Cephe Partisi’ni (Front National) sorumlu tuttu. Ardındaki tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik nedenleri görmezden geldi.
İkinci görüşün ana varsayımı, birinci görüş sahiplerinin “neden” olarak gördükleri/ileri sürdükleri şeyin, aslında çok daha kapsamlı olan ve 1972’den bu yana, tüm dünyanın ABD patronajında tek kutuplu olarak inşa edilmeye çalışılan, yaşama dair her şeyi metalaştırıp, insanları şirketler karşısında köleleştiren neoliberal küreselleşmeci dünya düzeni projesinin kaçınılmaz sonucu olduğu. Bu tür olumsuzlukların ağırlıklı olarak göçmen kökenli -ABD’de Afrika ve Latin Amerika kökenliler- insanların başına geliyor olmasının nedeninin, bu kişilerin ekonomik ve sosyal olarak toplumun en alt katmanını oluşturuyor olması olduğunu söylediler. Aslında, olayların çıkmasından daha 10 gün önce Fransa Çalışma Bakanı Olivier Dussopt, düşük ücretli, çalışma koşulları ağır bazı mesleklerin icrası için göçmen alımının şart olduğunu söyleyerek, bu durumu yani olayın etnik ya da dini kökenle değil, ekonominin ucuz ve güvencesiz iş gücü ihtiyacıyla ilgili olduğunu açıkça ifade etmişti.
Gelinen noktada, Fransa dahil kendini “özgür/demokratik güçler” olarak tanımlayan, kendileri gibi olmayanları “otoriter rejimler” olarak etiketleyen bir çok ülkede, devlet örgütü yurttaşın, çalışan kesimlerin değil, şirketlerin/sermayenin/sermayedarların çıkarı ve bekası için örgütlenmiş bir yapıya dönüştürülmüş, yurttaşlar/emeğiyle geçinmeye çalışan geniş toplum kesimleri, gelecekleri hakkında karar verme hakları olan bireyler olmaktan çıkarılarak “istihdam piyasasının” ruhsuz/cansız/edilgen, rekabet adı altında sürekli benzerleriyle yarışmaya zorlanan metalarına dönüştürülmüş durumda. Bu açıdan bakıldığında, Fransa’da yaşananların dünyanın diğer ülkelerinde yaşanmayacağının bir garantisi yok.
Fransa özelinde bu durumu, 1789 aydınlanma devrimiyle ve özgürlük eşitlik, kardeşlik ilkeleri üzerine kurulan Cumhuriyetin, 50 yıla yaklaşan neoliberal deformasyon süreci sonucunda geldiği iflas noktası olarak değerlendirmek mümkün. Böyle değerlendirildiğinde, “Cumhuriyete sahip çıkabilmek adına” göstericilere karşı oldukça sert önlemlere başvuran, Fransa’da yaşanan bu neo liberal deformasyon sürecinin şu andaki resmi sorumlusu Cumhurbaşkanı Macron’un, samimiyetsizliği de tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Hem yurttaşların özgürlük, eşitlik, kardeşliği üzerine kurulmuş cumhuriyeti, yurttaşların değil şirketlerin küresel sermayenin çıkarları esası üzerine yeniden yapılandıracak, hem de cumhuriyeti korumak adına özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği elinden alınan sıradan insanlara karşı kullanılan orantısız gücü, “Cumhuriyeti koruma” gerekçeyle haklı kılmaya çalışacaksızınız.
Bu şekilde bakınca, Fransa da bugün yaşananları, emeklilik yaşının artırılması protestolarının ya da Sarı Yelekliler olaylarının bir anlamda devamı, 50 yıllık sürecin sonunda deforme edilmiş, yurttaşların değil şirketlerin çıkarları için yeniden yapılandırılmış devlet aygıtının/cumhuriyetin, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkeleri ışığında yeniden inşasının doğum sancıları olarak değerlendirmek ve protestoları bu yönde atılmış meşru adımlar olarak görmek de mümkün.
Peki de, her bir neoliberal dönemin kaybedeni kesimlerce gerçekleştirilmesine karşın, görünürde farklı gerekçelere dayanan bu karşı çıkışlara, protestolara/isyanlara katılan toplumsal kesimler, niçin bir araya gelip siyasi bir muhalefet odağı, çıkış noktası oluşturamıyorlar?
Soruyu ya da bu açmazı, ülkemiz özelinde “Bukalemun siyaseti” başlıklı 21. Haziran tarihli yazımda ayrıntılı olarak ele almıştım -şu an CHP içerisinde yaşanan ilkesiz/ideolojisiz değişim tartışmaları bu noktadaki en güncel örnek-. Şüphesiz ki, ayrıntıda bazı farklar olmakla birlikte, Fransa açısından da durum, özünde çok farklı değil.
Siyaset ideolojilerden arındırılıp, neoliberal küreselleşmeci serbest piyasacılık dışındaki, devletçilik, karma ekonomi ve benzeri ekonomik politika tercihleri, bizatihi anayasalar ve uluslar arası sözleşmelerle gayri meşru ilan edilip, siyaset kurumu/siyasi partiler ekonomik politika tercihleri konusunda etkisiz /edilgen duruma düşürülünce, sosyal, kültürel, ekonomik eşitsizliklerden kaynaklı bu tür karşı çıkışlar/isyanlar da kaçınılmaz ve meşru oluyor doğal olarak.
Bu bağlamda yaşananları, siyaseti, toplumsal hayatın her noktasında ve her düzeyinde, etnik ve dini aidiyet, cinsel tercihler, vb. gibi bireysel “kimlik/tercih/çatışma” noktasına indirgeyip, demokrasi özgürlük, insan hakları gibi kavramları yeniden tanımlayıp/deforme edip, siyasetin özünü yani toplumsal/sınıfsal olan içeriğini yok eden anlayışın iflası olarak da görmek mümkün.
https://www.veryansintv.com/yazar/ahmet-mufit/kose-yazisi/bukalemun-siyaseti/
ey köle haline getirilmiş, ölmeden cehennem hayatı yaşatılan insanlar, efendi köle düzenini yıkmamız gerekiyor.