Mehmet Kenan Yelken yazdı…
Bu yazımda sizlere Hint-Avrupa tezini savunan “kurgu” tarihçilerin yaptıklarını da gölgede bırakacak, bu tezin oluşumuna neden olan olaylardan çok daha öncesine ışık tutacak ve fakat bu sözde tezi de destekleyebilecek nitelikteki başka bir konudan bahsetmek istiyorum.
Konuya evrim teorisi ile kısa bir giriş yapıp, sonra insan türlerinde kısaca bahsedip daha sonra da esas anlatmak istediği konuya gelmek istiyorum. Yazımda bu anlatım sırasını izler isem, söz konusu kurguyu veya bilimsel çarpıtmayı size daha rahat anlatabileceğim düşüncesindeyim.
EVRİM TEORİSİ
Evrim, bilim dünyasının en büyük teorilerinden birisidir. Bilim insanları için evrim, dünyanın yuvarlak olduğu kadar gerçektir. Bu teori, temelde yaşamı spesifik olarak ilk basit canlı formunun, bakterilerden meşe ağaçlarına, ağaçlardan mavi balinalara kadar şu an var olan devasa canlı çeşitliliğine nasıl yol açtığını açıklamaktadır.
En geniş anlamda evrim, canlıların genetik yapılarının kuşaktan kuşağa değişmesi olayıdır. Evrimi “biyolojik bakımdan daha karmaşık yapılı canlıların zaman ve mekân eksenleri boyunca, önceden mevcut atalardan çıkarak değişim yoluyla oluşmaları” şeklinde tanımlamak mümkündür.
EVRİM TEORİSİ KAPSAMINDA İNSANIN ORTAYA ÇIKIŞI
Dünyamızda yaşamın başlaması ve yaşam başladıktan sonra oluşan canlıların evriminin çok uzun zaman içinde gerçekleştiği bilinmektedir.
Bugün bilim insanlarının üzerinde ortak görüşe vardıkları gibi hayat suda başlamıştır. Çok özet olarak ifade etmek gerekirse, yaşam sürecinde önce tek hücreliler ve devamında çok hücreliler oluşmuş, daha sonra ilk omurgalılar sularda yaşamaya başlamış, bunun devamında ilk amfibiler sulardan karaya çıkmış, daha sonra sürüngenler var olmuş, bu canlıları takiben dinozorlar ve büyük memeliler dünya üzerinde görülmeye başlanmış ve nihayetinde insan var olmuştur.
Dünyamızın var oluşundan bugüne kadar geçen süreyi 1 güne sığdıracak bir tasarım gerçekleştirirsek, bu tasarımda insan, başlangıçtan 23 saat 59 dakika sonra ortaya çıkar. Yani altıncı yok oluşuna doğru sürüklediğimiz yeryüzünde bu kadar kısa bir süredir varlığımız söz konusudur.
Teori kabulüne göre insan daha doğrusu “insansı” olarak adlandırabileceğimiz canlı türü yaklaşık 7-8 milyon yıl önce kuyruksuz maymunlardan ayrılarak evrim yolunda ilerlemeye başlamıştır. Bu yolda primatlar-pongidler-hominidler geçişi ile başlayan, daha sonra iki ayak üzerinde yürüme ile devam eden “insansı”dan “insanımsı”ya geçiş sürecinin sonunda yaklaşık 2,6 milyon yıl önce “homo” cinsi olarak tanımlanan insan ortaya çıkmış ve bu cinsin ilk türüne “kabiliyetli insan” anlamında “homo habilis” adı verilmiştir.
Homo habilis’den sonra ortaya çıkan ve Afrika’yı terk ederek dünyaya yayılan ilk insan türü olduğu düşünülen homo erectus’a ait olan taş aletlerin tarihlendirildiği yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesinden bugüne kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli zamanlarda var olmuş birçok insan türüne ait fosil kalıntılar ortaya çıkartılmıştır.
Yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen verilere göre ve de genelde bulundukları yerlerin isimleri verilmek sureti ile homo habilis, homo ergaster (Çalışkan İnsan), homo erectus (Dik Yürüyen İnsan), homo rudolfensis (Rudolf Gölü İnsanı), homo neanderthalensis veya neandertal (Neander Vadisi İnsanı), homo florensis (Hobitler), homo antecessor, homo heidelbergensis (Heidelberg Vadisi İnsanı), homo denisovan veya Denisovalı (Denisova Mağarası İnsanı) adları verilen 20’ye yakın tür söz konusudur. Bilim insanları, henüz fosil kalıntıları bulunamamış olan daha birçok insan türünün var olduğunu düşünmektedirler.
Bugün için bilinen türler içinden neandertaller, denisovalılar ve (bugün dünya üzerinde yaşayan tüm insanların atası kabul edilen) homo sapiensler, dünya üzerinde kalan son üç insan türüdür.
Buraya kadar yaptığım girişten sonra sanırım artık ana konuya geçebilirim.
DÜNYA ÜERİNDE KALAN SON ÜÇ İNSAN TÜRÜ
Homo sapiens:
Homo sapiensler bizler olduğumuz için bu tür hakkında bir detaya burada girmenin gerekli olmadığını düşünüyorum.
Neandertaller:
İnsansılar (hominidler)’dan ayrıldıktan sonraki ilk 5-6 milyon yıl boyunca homo sapiens, Avrupa’ya girmemiş, insansı sülalemizden sadece üç ya da dört tür (ki bunlara homininiler diyoruz) orada yaşamıştır. Neandertaller, tespit edilmiş 20 civarı homo türü içinde Avrupa’da evrildiğinden emin olduğumuz tek türdür.
Homo sapiens’in en son olarak yaklaşık 60.000 yıl önce Afrika’dan çıkarak dünyaya yayıldığı süreçte neandertaller’in Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yani Türkistan bölgesinde olduğu, bu iki türün farklı coğrafyalarda birçok kez melezleştiği bilinmektedir.
Neandertaller’in yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar yaşadıkları ancak o tarihlerde hala tespit edilemeyen bir nedenle yok oldukları bilinmektedir. Birçok bilim insanı bu yok oluşu homo sapiens ile ilişkilendirse de buna karşı çıkan ve farklı tezler savunan bir muhalefet cephesi de vardır ve son veriler bu cephenin tezlerini güçlendirmektedir.
Denisovalılar:
2008 yılında Sibirya’nın Altay Dağları’nda bulunan Denisovan Mağarası’nda çalışan Rus arkeologlar tarafından (daha sonra Denny adı verilen) küçük bir kız çocuğuna ait parmak ve birkaç dişten ibaret fosil kalıntıların incelenmesi sonucunda burada elde edilen kalıntıların farklı bir insan türüne ait olduğu anlaşılmış ve mağaranın adından dolayı bu türe “Denisova İnsanı” adı verilmiş, genel olarak da “denisovalı” olarak adlandırılmışladır. Daha sonraki yıllarda yapılan kazılarda bunlara (Tibet’te bulunan) bir çene kemiği ile bir kafatası parçası eklenmiş ve fosil kalıntısı bulunan birey sayısı da beşe yükselmiştir.
Bilim çevrelerinin bu insan türü için genellikle “denisovalılar” adını kullanmasının sebebi, fosil kalıntıların bulunduğu mağarada, 1.800’lerin sonu ile 1.900’lu yılların başlarında kısa bir süre Denisovan isimli bir Hristiyan keşişin yaşamış olmasıdır.
Fosil kalıntıların bulunduğu mağaradan dolayı bu insan türünü tanımlamak için “Denisovalar”, “Denisovalılar”, “Denisovanlar” veya “Denisovanlılar” gibi değişik isimler kullanılmaktadır. Bir “şey”e o şeyin doğası ile uyumlu olmayan isimler vermeye kalktığınız zaman böyle tuhaflıkların olmasını da normal karşılamak gerekir.
Peki aslı nedir?
Mağaranın bulunduğu coğrafya Altay Özerk Türk Cumhuriyeti sınırları içerisindedir. Mağara, Altay dağlarında 1.600 m yüksekte bulunan ve MÖ 400’lere tarihlenen Pazırık Kurganı başta olmak üzere Katanda, Noyun Ula ve Şibe kurganları ile aynı coğrafyadadır. Burası kadim Türk toprağıdır.
Her bir karış toprağında Türk kültürü ve kadim Türk geçmişi olan Altay’da bulunan mağaranın adı da binlerce yıldır Ayı (Ayu) Taş Mağarası olarak bilinirken, bu coğrafyada bulunan farklı gen yapısındaki insan türüne verilecek adın, o coğrafyanın adı olmasından daha doğal olan nedir? Bilim ahlakı da bunu gerektirmez mi?
Dolayısı ile homo sapiens ve neandertaller’den sonra dünya üzerinde kalan son üç türden birisi olan insan türüne verilecek ad Denisovalılar değil Altaylılar olmalıdır. Binlerce yıldır o coğrafyanın adının Altaylar olması bunu gerektirir.
NEDEN BİLİM DÜNYASINDA ‘ALTAYLI’ YERİNE ‘DENİSOVALI’ DENMESİ TERCİH EDİLMEKTEDİR?
Altaylılar genel kanıya göre günümüzden 300.000 yıl öncesinden başlayarak 28.000 yıl öncesine kadar, son araştırmalara göre ise 15.000 yıl öncesine kadar Altaylar coğrafyasında var olmuşlardır. Dolayısı ile Hristiyan bir keşişten dolayı verilen “denisova” adının yerine Türk olduğu kesin olan “Altaylı” adının verilmesi tüm ezberi bozacak ve saklanan bazı gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Bunun için, bilimsel bazı makalelerde yer alan konu ile ilgili cümleleri ele alalım. Makalelerde geçen “denisovalı” kelimelerini “Altaylı” ile değiştirirsek karşımıza nasıl bir manzara çıkacağını ben burada yazayım, değerlendirmesini siz yapın:
– Altaylıların farklı zamanlarda bu mağarada yaşamış olduğunu düşünülmektedir. Altaylılar, neandertaller’in Doğu Avrupa’da yaşayan uzak akrabalarıdır ve bu tür, Papua Yeni Gine’den Avustralya yerlilerine uzanacak kadar Asya’ya yayılmış olabilir. Fosil kalıntıları, Altaylıların bugün insanlar üzerinde önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir.
– Bilim insanları, modern Yeni Gine’de bulunan genlerin %6’sının ve Avustralya Aborjinlerinin DNA’larının %3-5’inin Altaylı DNA’sından oluştuğunu tespit etmişlerdir.
– Avustralya ve Papua Yeni Gine hatta Filipinler gibi uzak yerlerdeki modern insanlar bile genetiklerinde Altaylı DNA’sı taşımaktadır ve bu, antik insanların Sibirya’dan çok daha ilerilere kadar ulaştığını göstermektedir.
– Genetik analizler, Çin ve Güneydoğu Asya’daki birçok insanın Altaylı DNA’sı taşıdığını göstermektedir.
– Altaylılarda bulunan gen yapısının Amerikan yerlilerinde de bulunduğu tespit edilmiştir.
– Araştırmalar, Altaylıların sadece Sibirya’da değil, Güneydoğu Asya olmak üzere Asya’nın büyük bir bölümünde yaşadıklarını göstermektedir.
– Mağarada Altaylı insanının sanat yeteneğini ve anlayışını ortaya koyan eserler de zaman içinde yapılan kazılarda bulunmuştur. Bunlardan birisi 50.000 yıl öncesine tarihlenen ve mamut dişinden yapılmış bir taçtır. Bir diğer sanat eseri ise, sadece özel günlerde çok önemli bir kadının veya çocuğun taktığı düşünülen 65.000 ila 70.000 yıl önce yapıldığı düşünülen bileziktir. Altaylıların gelişmişlik seviyelerini ortaya koyan başka bir buluntu da 50.000 yıl önce yapıldığı tespit edilen dikiş iğnesidir.
– Altaylar coğrafyası son üç insan türünün (neandertaller, homo sapiens ve Altaylıların) bir arada bulunduğu, yaşadığı, çiftleştiği, melezleştiği tek coğrafyadır. Bugüne kadar bu gerçeği değiştirecek bir bulguya henüz rastlanmamıştır.
– Bilim insanları, sadece elde edilen çok sınırlı bu bilgi ve bulgulara dayanarak dahi Altaylıların bilişsel ve kültürel olarak en az neandertaller ve homo sapiens kadar gelişmiş hatta onlardan daha ileri bir insan türü olabileceğine inanmaktadır.
Sonuç olarak;
Ayu Taş Mağarası’nda henüz çok yeni olan ve çok yavaş ilerleyen kazıların geliştirilmesi ve genişletilmesi sonucunda, inanıyorum ki Üst Paleolitik Çağ’da (45.000-12.000 yıl önceleri) dünya üzerinde mevcut üç insan türünden birisi olan Altaylılar hakkında bize daha net kanıtlar sunacak ve de Türklerin ata yurdunun göbeğinde yaşamış bu insan türü hakkında bizlere çok çarpıcı sonuçlar verecektir.
“Göbekli Tepe’ye Giden Yol” adlı kitabım piyasaya çıktığında bu konuda çok daha detaylı bilgiye sahip olabileceksiniz.
Sevgiyle kalın.
Mehmet bey aydinlatici ve bilgi dolu bu yazinizi buyuk ilgiyle okudum.Tesekkur Ederim.
Eski destanlarda bu insanlardan bahsediyor olabilir. Örn. Ergekon. Bu insan türünün verdiği mücadelenin izlerini taşıyor olabilir.
Veryansın’ da bu tip tarih, genel kültür, jeoloji, din vb. yazıların da çıkması ruhumuzun derinliklerini dolduruyor..
Bazen, siyasi figürlerden ve yedikleri haltların haberlerinden gına geliyor..
Sağolun, varolun..
çok ilgimi çekti. kitabın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.