Ahmet Müfit yazdı…
Piyasa kanallarında ekonomiyi değerlendirenler, hep bir ağızdan ekonomide işlerin yoluna girmeye başladığını söyler oldu. Söz konusu piyasa erbabı, bu görüşlerini, Dünya Bankası Türkiye Ülke Direktörü Humberto Lopez’in, “Türkiye’de devam eden programımıza ek olarak, Yönetim Kurulu’na 18 milyar dolarlık yeni operasyonlar hazırlamayı ve sunmayı öngörüyoruz” demesi, Fitch Ratings isimli değerlendirme şirketinin, ülkenin kredi görünümünü “negatiften, durağana” yükseltmesi ile gerekçelendiriyorlar. “Bu şekilde” devam edilirse yakında Türkiye’ye yeni “fonların” girişinin başlayacağının müjdesini veriyorlar.
Piyasacının “fon” dediği şeyin, dış borç, kredi notu/görünümü denilen şeyin para satıcılarını nezdindeki karneniz, kredi notunun yüksek ya da alçak olmanızın ise risk priminizle yani borçlanma maliyeti ile ilgili olduğunu bir kez daha hatırlatıp devam edelim.
Ülkemiz ekonomisinin önünün açık olduğunu söyleyen söz konusu piyasacılar, “bu şekilde devam edilirse” derken neyi kastettiğini de son derece açık bir şekilde -eskiden üstü kapalı söylerlerdi, şimdilerde ne siyaset kurumundan ne de vatandaştan tepki gelmeyeceğini bildikleri için oldukça açık konuşuyorlar- ifade ediyorlar. Özetlersek, yapılması gerekenler şunlar; faizlerin, enflasyonun üzerinde olacak şekilde artırılması, yapısal reform adı altında çalışan haklarının daha da kısılması, sermayeye verilecek hukuki güvencelerin artırılması.
Söz konusu beyefendilere göre, bir de, ekonomiyle ilgili olmayan koşul söz konusu. Piyasacının son derece normal bir şeyden bahsedercesine söylediği bu koşul, İktidarın, siyaseten Avrasya’dan/Avrasyacılardan uzaklaşıp yüzünü yeniden batıya yani NATO’ya, ABD’ye, AB’ye dönmesi, koşulsuz şekilde batı politikalarının takipçisi, uygulayıcısı olacağı ve ileride yön değiştirmeyeceği konusunda daha ikna edici olması gerektiği. Yarın yeniden, “Ey ABD”, “Ey AB” denilmemesi, denilememesinin hukuki güvencelere bağlanması. Daha da açık ifadeyle söylersek, ülke siyasetinin, AKP iktidarı döneminde yaklaşık dört kat artarak 500 milyar dolara yaklaşan dış borcun alacaklısı batıya, batının siyasi dayatmalarına koşulsuz teslim olması.
Piyasadan yani para, menkul kıymet alım satımından, ticaretinden para kazanan piyasacının, kendi çıkarına olan bir durumu, ulusal bağımsızlıktan önemli görmesi ve savunmasından daha normal bir şey olamaz şüphesiz ki.
Dışarıdan giren borç parayla sağlanan ödünç refahın etkisiyle ve tabii ki iktidarla aynı çizgiyi savunan sarı muhalefetin katkısıyla 20 küsur yıldır iktidarda kalan AKP’nin, siyaseten “başarı” sağlamanın, siyaseten ayakta kalmanın yolu olarak, borç parayla sağlanacak sahte refah algısını görüyor olmasında da çok fazla şaşılacak bir durum yok. Menderes’den, Özal’dan, Demirel’den, Çiller’den ne gördülerse, son 20 küsur yılda hangi yoldan gittilerse o yoldan gidiyor, yaptıklarını “çağın gereği” diye savunarak iktidarlarını sürdürmeyi başarıyorlar. Çok uzun yıllardır, Türkiye’yi yönetenler, yönetimde olanlara sözde muhalefet edenler (SODEP, SHP, 12 Eylül sonrası yeniden açılan CHP, DSP dahil) cephesinde değişen bir şey yok anlayacağınız. İktidar da, muhalefet de “çağa uymuş”, Atatürk’ün, o gün en yakınında olanların aksi yöndeki görüşlerine karşın “çağa uymamayı” seçerek yani Amerikan ya da İngiliz Mandasını kabul etmeyip, tam bağımsızlık için mücadele etmiş olmasını, zamanın emperyalist güçleri tarafından dayatılan “çağa uyma” zorlamasına karşı mücadele ettiğini unutmuş durumda.
Dünyada tersi yönde yaşanan gelişmeleri, küreselleşme adı altında, çağın gereği dolayısıyla karşı konulamaz olduğu söylenerek uzun yıllardır savunulan sistemin çöktüğünü, küreselleşmenin en çok kazananı ABD ve AB’nin dahi yeniden ulusal ve bağımsız ekonomilerin inşasını savunduklarını görmezden gelen, görenlerin “çağ dışı kalmış kişiler” olarak sunuldukları bir körlük; iktidarıyla, muhalefetiyle siyaset dünyasına hakim olmuş durumda.
Sonuç olarak bedeli bugünden de ağır olacak gelecek günleri düşünmeksizin alınan borçların karşılığının siyasi olarak egemenlik devri olmasının, hem söyleyen, hem söyleten ama en önemlisi dinleyenler yani sıradan insanlar tarafından normal karşılandığı, sorun olarak algılanmadığı günlerden geçiyoruz. Yabancıya daha çok borçlanmayı “başarı” ve “ekonomide işlerin yolunda gittiğinin” delili olarak gören en hafif tanımlamayla “şaşkınlık” tüm toplumu sarmış durumda.
Bu durum, ülkemiz için yeni bir anayasanın, 12 Eylül Anayasasından kurtulmak, “çağa ayak uydurmak”, “Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” denilerek, iktidar ve muhalefet ortaklığıyla tezgâha konulduğu bugünlerde, yaşamsal bir önem taşımaktadır. Yeni yapılacak Anayasanın temel niteliğinin, 1950 sonrasında emperyalizmle kurulmuş olan bağımlılık ilişkilerini geri dönülemeyecek şekilde kurumsallaştırmak olacağının, dolayısıyla Anayasa tartışmalarının özünü, Cumhuriyetin 100. yılında ilan edilen tam bağımsız Cumhuriyetin, laik ve üniter devletin varlığını sürdürüp sürdürmemesi konusunda esas teşkil edeceğini akıldan çıkarmamak, süslü laflara kuşkuyla bakmak gerekiyor.
İşte gerçek bu kadar açık… Kaleminize sağlık…
Bu aymaz ve denetimsiz gidişin sonunda misakı milliyi tartışmak zorunda kalmayalım da!
halk gerçekten teslim olursa yıkım gerçekleşir. Kurtuluş Savaşı döneminde Türk Halkı teslim alınamamıştı.
Devlet bir tür varlık yönetim şirketine dönüştü. Başta esnaf siyaseti diyorlardı. İşleri büyüttüler. Enternasyonel oldular. Vatandaşlık dahi satılır oldu. Garipsenmiyor artık. Vatandaş da tüketici ve müşteri oldu. Satıp satıp yiyecek çok şey var nasıl olsa.