Ahmet Müfit yazdı…
Mehmet Şimşek’e göre, 2018 yılı sonrası uygulamaya konulan -küresel para satıcılarının, ülkeye olan güvenini azaltarak ve ülkeye dış kaynak yani borç girişini neredeyse sıfır noktasına kadar indirerek, TL’nin değer kaybına neden olduğunu düşündükleri- politikaların sonucunda patlayan enflasyonu kontrol almanın yolu, para satıcılarının ülkeye olan güvenini yeniden sağlamaktan geçiyor.
Küresel para satıcıları, yerli işbirlikçi piyasacı tayfası ve yaptıkları açıklamalardan anlaşıldığı üzere, CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin de ortaklaştığı bu teşhis, yapılması gereken şeyi yani üzerinde anlaşılan teşhisin, tedavi yöntemini de net olarak ortaya koyuyor. Para satıcılarının güveninin azalmasına neden olan, neden olduğunu düşündükleri şeyleri tersine çevirmek, bu yolla “güveni yeniden tesis etmek”.
Bu amaca ulaşılması yani küresel para satıcılarının güveninin sağlanması ise, bu programı savunanlara göre iki aşamalı –bana göre açıkça söylenmeyen bir üçüncü aşama söz konusu- bir programa ihtiyaç duyuyor.
Birinci aşama, ev ödevini yapmak yani bedelini sıradan insanların ve ulusal sanayinin, tarımın ödeyeceği acı reçeteyi içmeye yönelik politikaları, uygulayıcılar nezdinde neden olacağı siyasi tahribatı göze alarak uygulamaya koymak ve tavizsiz uygulamak.
Söz konusu acı reçete, geçmişten günümüze IMF Programlarının da olmazsa olmazı iki ana ayaktan oluşuyor.
Birincisi, pahası ne olursa olsun, dışarıdan döviz girişi sağlayarak, TL’nin değerini sabit tutmaya çalışmak, TL’nin değer kaybı kaynaklı enflasyonu kontrol altına almak. İkincisi ise, ücretleri, maaşları enflasyon altında tutarak ve tüketimden alınan vergileri (KDV-ÖTV) artırarak, siyasi olarak vergilendirilmeyen alanlarda yeni vergiler ihdas ederek tüketimi pahalı hale getirmek yani iç tüketimi kısmak.
İktidarın, Mehmet Şimşek eliyle yürürlüğe koyduğu ve aynı Nurettin Nebati döneminde olduğu gibi, bütünüyle arkasında durduğunu söylediği bu hedeflerin gerçekleşebilmesi için atmak zorunda kaldığı ilk adım ise faizleri yükseltmek yani dışarıdan gelecek borç paraya daha fazla faiz ödemeyi göze almak. Sürecin devamı ise üç olumlu sonuç beklenen bir Nasrettin Hoca Hikayesi gibi.
Birinci olumlu sonuç, faizler yükselince, krediler pahalanacak, krediler pahalanınca, esas olarak krediyle/kredi kartıyla finanse edilen tüketim düşecek. İkinci olumlu sonuç, dışarıdan gelecek borca reel olarak dünyanın en yüksek bedelini/faizini ödediğimiz için, dışarıdan ülkemize para akacak, gelen yabancı para TL’nin üzerindeki değer kaybı baskısını kaldıracak, böyle olunca, ithalatın üretim deki payının yüksekliği nedeniyle TL’nin değer kaybı kaynaklı olarak ortaya çıkan enflasyon kontrol altına alınmış olacak. Üçüncü olumlu sonuç ise tüketimi kısmak amacıyla çalışandan, emekliden kesilenle, tüketimden alınan ekstra vergilerle şirketler ama özellikle döviz kazandıran sektörler (ihracat ve turizm) desteklerken, bütçe açığı kontrol altında tutularak, kamu harcamaları kaynaklı enflasyon baskı altına alınacak.
Geçtiğimiz Haziran ayından bu yana vatandaşa ve siyaset kurumuna anlatılan hikaye bu. Aslında Ortodoks ya da Rasyonel politikalar denilen şey de aynen bu. Dolayısıyla, aslında iktidarın ekonomi kurmaylarının yaptıkları, vahşi kapitalizmin kitabında ne yazıyorsa o. 27 Haziran sabahı, Bloomberght’de konuşan piyasacının, aslında IMF’den para almadan, IMF programı uygulanıyor demesi bu açıdan çok doğru. Söylemin eksik olan kısmı, IMF’den alınmayan paranın, üstelik daha da maliyetli olarak Dünya Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası gibi küreselleşmenin finansman sağlayıcısı yapıları eliyle aktarılıyor olduğu.
Mehmet Şimşek’in sosyal medya açıklamalarına göre, bir yıldır uygulanan politikalar, faiz artırımı esaslı olarak uygulanan programla enflasyonun düşürüleceği üzerine yapılan hesap doğru ve her şey planlandığı gibi gidiyor.
Ekonomiye ilişkin gerçekler ise tam tersini gösteriyor. Ücretler ve emekli maaşları üzerinden küresel para satıcılarına, programın tavizsiz devam ettiği/edeceği mesajı verilmeye çalışılıyorsa da, üç aylığına yüksek faize gelen para (carry trade), yönünü bir türlü kısmen daha uzun vadeli olması beklenen uzun vadeli borçlanma kağıtlarına ve borsaya dönmüyor.
Dövizini bozduran “yerlinin”, faize koşmasının nedeni de, yabancıdan farklı değil, yaz sonunda biteceğini düşündüğü bu faiz yağmasından olabildiğince pay kapmak. “Rezervler arttı”, “KKM’de düşüş sürüyor”, “Yabancı Para Mevduatlar azaldı”, “ülkenin risk pirimi düşüyor” denilerek olumlu bir atmosfer oluşturulmaya çalışılsa da, beklenen “yeterli” para ufukta görünmüyor. Merkez Bankası 27 Haziran toplantısı sonucunda bu yönde güçlü göstergeler olduğunu ifade etse, enflasyon patikasının aşağı yönlü olduğuna ilişkin güçlü göstergelerden bahsetse de, beklenen enflasyon düşüşü bir türlü gerçekleşmiyor.
2007-8 Krizi ve iktidarın özellikle FETÖ ile arasının bozulmaya başladığı 2012 yılı öncesi, para akışı için yeterli olacak politikalar, niçin başarı yani yeni borçların girişi için yeterli olmuyor?
TBMM’de, Anayasaya aykırı olarak kabul edildiğini düşündüğüm, kripto para düzenlemesi sonucu, “gri listeden” çıkılacak/çıkılmış olmasının da, “bu sorunu” çözmeyeceğini, dışarıdan gelmesi beklenen paranın, beklenen düzeyde ve sürede/vadede gelmesini sağlamayacağını da şimdiden ifade edip, kaldığımız yerden devam edelim.
Piyasa kanallarında yorum yapan piyasa muhiplerinin, “bu gün şu kadar yabancı girdi, şu kadar yabancı çıktı diye çetele tutmasının” ve “gönül huzuruyla” oldu bu iş diyememelerinin sebebi olan gerçek neden ya da nedenler ne?
Bu durumun, biri dış diğeri ise iç koşullardan kaynaklı iki temel nedeni bulunuyor.
Birinci yani dış neden, bizim gibi borç manyağı olmuş/yapılmış ülkelerin, hacıyolu bekler gibi beklediği, küresel kapitalizmin esas borç enstrümanı olan ABD Doları’nı basan ABD Merkez Bankası öncülüğünde gerçekleşmesi beklenen faiz indirimlerinin henüz başlamamış olması. Kişisel görüşüm, uzunca bir süre daha bu faiz indirimlerinin olmasını beklemek, oldukça iyimser ya da toplumu kandırma/manipülasyon amaçlı bir bakış.
Gelelim ikinci yani iç kaynaklı nedene. Zurnanın zırt dediği yer de tam olarak burası. Yani, yazının başında “açıkça söylenmeyen bir üçüncü aşama” diyerek kastettiğim şey. Osmanlının son döneminde olduğu gibi siyaseten yani ekonomik ve dış politika açısından tam teslimiyet. Koşulsuz olarak ABD ve müttefiklerinin, NATO’nun safında yer almak olarak ifade etmek de mümkün.
Peki de bunun ekonomik ve siyasi bedeli ne olur? Dünyanın geldiği, devlet yetkililerin sıcak bir savaş tehlikesini açıkça ifade etmeye başladığı bu dönemde, sanırım esas olarak düşünülmesi gereken şey, sorulması gereken soru da bu.
Bu konunun, “yeni bir dünya kurulur” diye başlayan, ilkesiz, tam bağımsızlık üzerine inşa edilmiş geçmişini yok sayan söylem ya da uygulamalarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi olduğunu da ilave edeyim.